İlk yayın tarihi: 30 Mayıs 2011 @ homoinsurrectus.wordpress.com
“Destan dinlemeye hevesli olanlar tatillerini bir başka yerde geçirsinler, zira, Şili’de «şiirsel bir hayal dünyası» bulamayacaklar.”
1970 yılında Salvador Allende’nin önderliğindeki Halk Birliği’nin seçimleri kazanması ve Salvador Allende’nin devlet başkanlığı görevine gelmesinin ardından, Allende ile bir mülakatlar serisi gerçekleştirme fırsatı bulan Régis Debray, bu görüşmelerden derlediği eserinin önsözüne yukarıdaki cümleyle başlıyor (Eser ilk olarak 1971 yılında basıldıysa da, Türkiye’deki yayınevleri kitaba ancak Halk Birliği Hükümeti’nin askeri darbeyle görevden uzaklaştırılmasıyla ilgi gösterdi. Türkçe’ye “Allende Anlatıyor” ismiyle çevrilen eser, 1973 yılında May Yayınları tarafından basıldı).
Gerçekten de, Debray’ın belirttiği gibi, 1971’in Şili’si — kıtaaşırı sosyalistlerin hayallerindekinin aksine — sosyalist rejime pürüsüz bir geçiş yapmıyordu. Romantik öngörüler bir yana, yönetimdeki Halk Birliği Hükümeti (Unitad Popular) demokratik seçimlerle işbaşına gelmiş olmasına karşın, yürütme erki dışında hakimiyet kuramamanın sıkıntısını çekiyor, bir yandan sosyalist programını uygulamaya koymaya çalışırken, bir yandan da iç ve dış karşıt unsurlarla mücadele ederek rejimi ayakta tutmaya çabalıyordu.
Yukarıdaki paragrafın sonunda belirtilen “iç ve dış karşıt unsurlar”, ülke siyasetinden alışık olduğumuz milliyetçi-muhafazakar söylemden tamamen bağımsız bir tanımlama. 1971’in Şili’sinde, Devlet Başkanı Salvador Allende ve Halk Birliği Hükümeti, attıkları her adımda ulusal ve uluslararası bariyerlere tosluyorlardı. Pek çoklarının ihtimal dahi vermediği bir biçimde, Şili Sosyalist Partisi’nin başı çektiği blok genel seçimle iktidara gelmiş ve ülkeyi sosyalizme götürmeye çalışıyordu! Kıtadaki niyetlerini ve çıkarlarını gizlemeyen kimilerinin korkuları gerçeğe dönüşmüş, Küba Devrimi’ni gerçekleştiren kadrolar Latin Amerika’nın başka noktalarında da hareketlenmelere sebep olmuşlardı. Halk Birliği’nin önderi Allende, Fidel Castro ve Che Guavera ile olan yakın dostluğuna rağmen, benzer taktikler yerine, adil parlementer seçimler yoluyla devrimi gerçekleştirmekte kararlıydı. Bu süreçte edindikleri yaygın halk desteğine rağmen, Halk Birliği askeri darbe ile görevden uzaklaştırıldığında henüz görevdeki üçüncü yılını doldurmamıştı bile.

Şili’deki askeri darbenin tarihsel öneminin niçin bu denli yüksek olduğunu ve “neoliberalizm reçetesinin” nasıl olup da Şili deneyimi akabinde oluştuğunu anlayabilmek için öncelikle dünya ekonomisinin yirminci yüzyılın başındaki vaziyetini inceleyelim. Hem Şili ve Latin Amerika’daki gelişmeler ile dış dünyadaki hadiseleri ilişkilendirmedeki pratikliği, hem de analiz aletlerinin çeşitliliği ve kolay anlaşılırlığı sebebiyle, değerlendirmeyi yaparken “dünya sistemleri teorisi yaklaşımını” kullanacağım. Öyleyse Şili’yi değerlendirirken kullanacağımız teorik çerçeveye göz atalım.
Dünya sistemleri teorisi yaklaşımı ve bağımlılık teorisi
[Dünya sistemleri yaklaşımını ve bağımlılık teorisini açıklarken kullanacağım “gelişmişlik” ve “azgelişmişlik” gibi kavramlar, tamamen belirtilen ulusal ekonomilerin dünya GSYH’si içerisindeki paylarına ve kişi başına düşen GSYH’ye atıfta bulunmaktadır. Bu göstergelerin “gelişmişlik”kavramının çağrıştırdığı sosyal politikilarla hiç bir ilgisi bulunmadığının farkında olduğumu bilmenizi isterim. Ana akım iktisatta kullanılan “development” konseptiyle ilintili haklı bir tartışmaya mahal vermemek için bu noktanın altını çizmenin önemli olduğunu düşünüyorum.]

Dünya sistemleri teorisi yaklaşımına göre dünya ülkeleri
Son derece basit bir biçimde değinecek olursak, dünya sistemleri yaklaşımında, dünya kapitalist ekonomisine üç biçimde katılım mümkündür: Bunlardan ilki olan “merkez ülke” biçimi, sermaye yoğun üretim biçimleri ve kalifiye emek gücü ile öne çıkar. Diğer katılım biçimleri olan “perifer” ve “yarı-perifer ülkeler” ise emek yoğun üretim biçiminin yanı sıra, genellikle hammadde üretimine odaklanan sanayi yapılanması ile merkez ülkelerden ayrılırlar. Merkez ülkelerin kesin egemenliği altındaki sistemde, ülkeler yaklaşımın dinamik yapısı gereğince — çok sık rastlanmayan bir durum olsa da — kapitalist dünya ekonomisine eklemlenme biçimlerini değiştirebilirler. Daha önce perifer ülke olarak kabul edilen bir ekonomi zaman içerisinde yarı-perifer ve hatta merkez ülke olarak kabul edilebilir.
Biraz önce belirttiğim üzere, merkez ülkelerin sistemin geri kalanıyla olan ilişkilerinde, ticaret dengesi daima merkez ülkelerin lehinedir. Bir anlamda, merkez ülkelerin gelişmesi (örnek bir indikatör olarak, büyüme hızını koruması) periferin ürettiği artı değere el koymadaki başarısına bağlıdır. Sistem, çeşitli büyüklükteki metropoller ve bu metropollere bağımlı uydular aracılığıyla yerkürenin tamamını kapsamaya çalışır. Böylelikle, Andre Gunder –Frank’ın deyimiyle, azgelişmişlik metropollerden uydulara aktarılır (öneriyi tersine çevirelim, gelişmişlik uydulardan metropollere aktarılır). Sistem tepe noktadan en küçük birime ulaşıncaya dek (Merkez ülkenin metropolünden, periferdeki en küçük emek birimine), periferden merkeze olan eşitsiz aktarımı sürdürür.

Dünya sistemleri teorisine göre merkez, perifer ve yarı-perifer ülkeler arasındaki ilişki
Bu sistemin merkez ülkelerin lehine verimli bir biçimde işleyebilmesinin tek koşulu, merkez ve perifer arasında kurulan metropol-uydu bağının yeterince güçlü olmasıdır. Peki bu bağlar zayıfladığında ne olur? Artı değeri periferden merkeze aktaran bağların zayıflaması, perifer ülkelerin kendi iktisadi tercihlerini yürürlüğe koyabilme gücünü göreceli olarak artırır. Yani, daha önce çeşitli metropollere olan bağımlılığı sebebiyle kendisine dikte edilen biçimlerde ve çeşitlilikte üretim yapan perifer ülkeler, bu bağın zayıflamasıyla ulusal kalkınma stratejilerinin peşine düşerler (sisteme eklemlenme biçimlerini değiştirmek isterler). İster ithracat-odaklı, ister ithal ikameci bir büyüme stratejisi benimsesin, perifer ülkeler bağların zayıfladığı dönemlerde reel olarak pozitif büyüme rakamlarına ulaşırlar. Şili gibi, diğer Latin Amerika ülkeleri gibi, tarihsel olarak azgelişmişlikle mücadele eden bir ülkenin tarihindeki dalgalanmaları değerlendirebilmek için, metropol ile uyduları arasındaki bağların zayıfladığı dönemleri aklımızda bulundurmalıyız. Bu noktada bir başka analiz aracına göz atmamızda fayda var. Dünya sistemleri yaklaşımı ve bağımlılık teorisi yanında kullanacağımız Kondratiyef Dalgaları, Şili ve Latin Amerika’da ondokuzuncu yüzyıl süresince ve erken yirminci yüzyılda yaşananları değerlendirmede bize yardımcı olacağı gibi, ileriki yazılarda 1973 Askeri Darbesi ile sonrasındaki küresel neoliberalizm egemenliğini ilişkilendirmede bize kolaylık sağlayacak.
Kondratiyef Dalgaları
Türkçeye “kondratiyef dalgaları” (ing. K-Waves, Kondratieff Waves) biçiminde geçen iktisadi araç, Rus iktisatçı Nikolai Kondratieff’in, ulusal ekonomiler yerine uluslararası sektörleri topyekün incelediği vakit, birbirini izleyen yaklaşık 50 yıllık zaman dilimlerinde, çeşitli indikatörlerdeki (genel fiyat endeksleri, uluslararası ticaret, faiz oranları, üretim araçlarının ve enerji kaynaklarının maliyeti, vb.) düşüşlerin ardından başlayan yükseliş trendlerini fark etmesiyle ortaya çıkmıştır. Kondratieff’in, teorisini oluşturduğu tarihe dek tespit ettiği ve daha sonra teoriyi geliştiren sosyal bilimcilerin ileri sürdüğü kondratiyef dalgaları şöyledir:

Kondratiyef dalgaları
Kondratieff, K-dalgalarının dinamiklerini açıklarken, aşağıya veya yukarıya doğru gelişen trendlerin gerisinde sermaye yatırımlarının yattığını dile getirmiştir. Son yıllarda ise teknolojik gelişimin K-dalgalarının oluşumundaki etkisi daha fazla öne çıkmıştır. Bu konuya Kondratieff’in kendisi de değinmiş, özellikle depresyon dönemlerinde üretim biçimlerinde son derece ilerici (daha verimli üretim yapılmasına imkan veren) gelişmeler olduğunu, bu yöntemlerin yaygın biçimde uygulanabilmesinin ise ancak bir sonraki yükseliş trendiyle birlikte mümkün olabileceğini belirtmiştir. Benzer biçimde, Schumpeter de K-dalgalarının doğrultusundaki değişimin, teknolojideki sürerlik gösteremeyen ilerleme yapısına bağlamıştır. Yani, her dönemde aynı gelişim hızını sürdüremeyen teknolojik ilerlemenin K-dalgalarındaki düşüşlerin sebebi olduğunu ileri sürmüştür.
Bu yaklaşım çerçevesinde, K-dalgalarındaki dramatik dönüşümlerin sektörel gelişmelere, teknoloji sistem veya biçimlerindeki değişimlerler ilintili olduğu söylenebilir. Geleneksel biçimde ve üstünkörü ele alınırsa, ilk kondratiyef makineleşme süreciyle, ikinci kondratiyef buhar enerjisi ve demiryolu taşımacılığı ile, üçüncü kondratiyef elektrik ve ağır sanayi ile, dördüncü kondratiyef fordist üretim biçimleriyle, beşinci kondratiyef ise bilgi ve iletişimdeki ilerlemelerle biçimlenmiştir.
Kondratiyef dalgaları ilkin fiyat endeksleri kullanılarak oluşturulmaya çalışıldıysa da, özellikle İkinci Dünya Savaşı ertesinde gerçekleştirilen çalışmalarda bu indikatör yerine GSYH (Gayri safi yurtiçi hasıla) kullanılmaya başlanmıştır.
Aşağıdaki tabloda, dünya ülkelerinin yıllık ortalama GSYH değerlerinin, belirlenen periyotlardaki değişimi belirtilmektedir. Farkedeceğiniz üzere, “Yıllar” sekmesi, “Versiyon 1” ve “Versiyon 2”biçiminde ikiye ayrılmıştır. Bunun sebebi ise sosyal bilimcilerin kondratiyef dalgalarının başlangıç ve bitiş tarihleri üzerinde tam bir uzlaşıya varamamış oluşlarıdır (Kondratiyef dalgalarıyla ilgili geleneksel görüş, dalgalar arasındaki sürenin yaklaşık 50 yıl olduğunu savunurken, diğer görüş ise kondratiyef döngüleri arasındaki sürenin her geçen döngüyle birlikte kısaldığını öne sürmektedir). II’den V’e kadar olan dalgalar, farklı başlangıç ve bitiş tarihleri ile ele alınmış, bunun neticesinde ilgili periyotlar için farklı GSYH değişim oranları ortaya çıkmıştır.

Farklı tasnif yöntemleriyle oluşturulan kondratiyef dalgaları
Tasnif metodundaki ayrışmalara rağmen, iki ayrı versiyondan elde edilen kondratiyef dalgaları da incelendiğinde, dalgaların farklı şekillerde oluşmasına rağmen, temel kondratiyef dalgası motifini muhafaza ettikleri görülmektedir. Dalgaların şekilleri arasındaki farklılık, tasnif metodunun kaynaklandığı tartışmayla tutarlı gözükmektedir. (Grafikte x-ekseni yüzde cinsinden dünya ortalama yıllık GSYH’sindeki değişimi, y-ekseni ise yılları göstermektedir)

Tablo 2′deki veriler kullanılarak oluşturulan kondratiyef dalgaları
Netice itibariyle kontradiyef dalgaları dünya GSYH’sindeki dalgalanmaları göstererek, kapitalist dünya ekonomisinin krize girdiği yılları ortaya koymaktadır. Her iki versiyonda da, kapitalist dünya ekonomisi Dalga III olarak belirtilen üçüncü kondratiyefte 1910’lu yıllardan 1946’ya dek, Dünya Savaşları ve Büyük Depresyon’un etkisiyle gerileme sürecini yaşamış, 1973 yılına kadar ise ilerleme kaydetmiştir (Dördüncü kondratiyefin ilerleme safhası). Bir sonraki gerileme süreci ise Versiyon 1’e gore 1974–1991 yılları arasında, Versiyon 2’ye gore ise 1974–1983 yıllarında yaşanmıştır.
Bu analiz aracını (K-dalgası) dünya sistemleri yaklaşımı ve bağımlılık teorisi ile birleştirdiğimizde, karşımıza önemli bir bulgu çıkıyor. Öyle ki, dünya kapitalist ekonomisinin tecrübelediği ilerleme ve gerileme dönemleri, merkez ve perifer ülkeler için farklı çıkarımları beraberinde getiriyor.
Gerileme süreçlerinde metropollerin uydular ile arasındaki bağlar zayıflıyor, bu da artı değerin periferden merkeze olan akışını azaltarak (veya yok ederek) periferdeki politik ve ekonomik karar alma mekanizmalarının bağımsızlığını göreceli biçimde artırıyor. Başka bir ifadeyle, uyduların metropollere olan bağımlılığı azalıyor. Tersi durumda ise (ilerleme fazında) merkez ülkeler, periferdeki artı değere daha verimli biçimde el koyarak, uyduların metropollere olan bağımlılığını artırıyorlar.
Birinciden üçüncüye kadar olan kondratiyefler, ileriki analizlerimizde Latin Amerika ve Şili’nin dünyanın geri kalanıyla yirminci yüzyılın ortasına dek kurduğu ilişkileri anlamamıza yardımcı olacak olsa da, temel amacımız; dördüncü kondratiyefin ilerleme ve gerileme aşamalarını incelemek, ardından da beşinci kondratiyefin özünü oluşturan neoliberalizmin oluşumuna sebebiyet veren koşulların izini dördüncü kondratiyefte aramak. Yapılacak değerlendirmeler her ne kadar Şili ve Güney Amerika’nın dünya kapitalist sistemiyle olan etkileşimi etrafında şekillenecek olsa da, neoliberalizm hakkında anlamlı çıkarımlar oluşturulabileceğine inanıyorum.

1973 Petrol Krizi ertesinde ABD’de alınan önlemlerden biri, hız sınırı 70′ten 55 mile çekiliyor
Dördüncü Kondratiyef
Şili ve Latin Amerika’nın “Yeni Dünya”nın keşfinin ardından yaşadıklarını Şili Yazıları’nın ikinci kısmına bırakalım ve dördüncü kondratiyefe, yani 1947–1973 (veya Versiyon 2’nin önerdiği gibi 1983) dönemini mercek altına alalım.
Dördüncü kondratiyefin başlangıç tarihi olan 1947, İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki küresel yeniden yapılanmayı işaret ediyor. Savaş koşullarının etkisiyle ortalama büyümesi %1 etrafında seyreden dünya ekonomisi, yeniden yapılanma süreciyle tekrardan ilerleme evresine girdi. Bu dönemde, özellikle Avrupa ve Japonya’ya yönelen ABD dış kredileri tüm dünyada bir büyüme trendine öncülük etti. 1973’e dek görülmedik bir büyüme hızına erişen dünya ekonomisi, 1973 Petrol Krizi’nin etkisiyle ilerleme sürecini tamamladı ve dördüncü kondratiyefin gerileme fazına girilmiş oldu. Petrol Krizi ve takip eden küresel stagflasyon (ulusal bir ekonomide düşük büyüme ve yüksek işsizliğin birlikte seyrettiği durum) için ileri sürülen konvansiyonel gelişim sürecini basitçe şöyle özetleyebiliriz:
- Petrol fiyatlarında artış.
- Üretim sektörü ve tüketiciler için enerji maliyetlerinin yükselmesi.
- Emekçilerin ücret artışı talepleri.
- Ücret artışlarının karlılığı azaltması.
- Birim işçi maliyetinin artışı.
- Yüksek işsizlik oranları.
Yukarıda belirtilen süreçler sonlandığında, durumun 1929 Krizi’ni atlatmakta kullanılan Keynesyen makroekonomik araçlarla üstesinden gelinemeyecek kadar karanlık olduğu anlaşıldı. İşte“neoliberal kapitalizm” böylesi bir yoksunluk neticesinde ortaya çıktı. Çare, ulusal ekonomileri “özgürleştirmekte”, fiyat kontrol mekanizmalarını ortadan kaldırmakta ve sermaye piyasalarındaki bariyerleri etkisizleştirmekte yatıyordu. Bunlara ek olarak, yeniden üretim kapasitesini artıran Avrupa ve Japon endüstrilerinin hammadde ve pazar ihtiyacını karşılamak üzere, kapitalist dünya ekonomisinin yeni bir genişleme sürecine girmesine ihtiyaç duyulmaktaydı. Dünya sistemleri analizi yaklaşımınca “dışsal bölgeler” olarak nitelenen, dünya kapitalist sistemine tam anlamıyla entegre edilememiş ülkeler, ne pahasına olursa olsun sisteme dahil edilmeliydiler. Tüm bu stratejiler, 1989 yılında John Williamson tarafından “Washington Konsensüsü” adı altında derlendi (Ufak bir not olarak ekleyelim; Washington Konsensüsü adı verilen şey, merkez ülke liderlerinin bir araya gelip imza koyduğu bir metin değil, ABD’nin başı çektiği G-8 ülkeleri ve Dünya Bankası, IMF, Dünya Ticaret Örgütü gibi kurumların, dış ilişkilerinde temel ekonomik kriterler olarak kabul ettiği konseptin adıdır. “Washington” ise ABD ve merkezi Washington DC’de olan Dünya Bankası ve IMF’e işaret etmektedir). Washington Konsensüsü’nün temel ilkeleri özetle şunlardır:
- Mali disiplin
- Kamu harcamalarında kısıntı, devlet desteklerinin kesilmesi
- Vergi reformu
- Piyasa ekonomisi tarafından belirlenen faiz oranları
- Rekabetçi döviz piyasaları
- Ticaretin serbestleştirilmesi, dış ticaret bariyerlerinin ortadan kaldırılması
- Yabancı sermaye yatırımlarının serbestleştirilmesi
- Kamu iktisadi teşebbüslerinin özel sermayeye devredilmesi
- Belirli sektörler dışında, sektörel bariyerlerin kaldırılması
İşbu ilkeler sayesindedir ki, kapitalist dünya ekonomisi 1973’e gelindiğinde daralan hareket alanını genişletme fırsatı bulmuş, halihazırdaki dünya ekonomisine yeni meta zincirleri eklemiş, sisteme yeterince entegre olmamış ülkeleri ise bu reçete ile içine katarak zorlanmadan perifer ülke haline getirmiştir.
1960’lı yılların ikinci yarısından itibaren Amerikan etkisindeki akademik camia serbest piyasanın üstünlüğünü tüm dünyaya haykırmaya başlamışlardır (1970’lerin krizine bir de Soğuk Savaş’ı ekleyin, propogandanın bu denli kapsamlı olmasına şaşmamalı). Serbest piyasanın erdemlerini ve iktisadi kazanımlarını mottosu haline getiren ve bu dönemin en başat akademik kurumu olarak öne çıkan ise Chicago School of Economics’tir (Yalnızca Chicago Okulu olarak da denebilir). Ekolün, konumuz bağlamında, bizi en fazla ilgilendiren ismi ise, yetiştirdiği öğrencileri (Chicago Boys) ve iktisadi öngörüleriyle Şili’yi sisteme entegre etme başarısını gösteren Milton Friedman’dır.

Valencia sokaklarından bir afiş: “Küresel sefaletin kıvançlı babası Milton Friedman”
Chicago Okulu ve Milton Friedman
“Friedman hükümetler ve meslektaşı ekonomistler üzerinde yarattığı etkinin yanı sıra, yüzyılın en önemli iktisadi düşünürlerinden biridir.” Bunlar, Eamonn Butler’ın Friedman için söylediği sözler. Friedman kuşkusuz, akademik hayatının önemli bir bölümünü vakfettiği para politikaları konusunda son derece önemli ve etkili bir akademisyendi. Chicago Okulu’nun kurumsallaşmasında ve monetarizmin hükümetlere ve iktisatçılara tanıtılmasında önemli bir isimdi. Enflasyonun yalnızca yıkım getirdiğini savunan Friedman, enflasyonu kontrol etmek için kullanılacak para politikalarının ise yalnızca orta ve uzun vadeli enstrümanlar olarak kabul edildiği takdirde verim sağlayacağını belirtiyordu. Keynesyen iktisatçıları ve onların tavsiyeleriyle hareket eden hükümetleri sert biçimde eleştiren Friedman, enflasyona dayalı büyümenin uzun vadede, büyümenin kazanımlarını sürklase edecek kadar zararlı olduğunu savunuyordu. Tartışmaya en iyisi Friedman’ın önemli sözlerinden bir kısmını aktardıktan sonra devam edelim.
“Enflason uyuşturucuya benzer. Canlandırıcı etkisi geçicidir. Arzulanan uyarıcı etkinin canlı tutulabilmesi yalnızca dozun devamlı suretle yükseltilmesiyle mümkündür, ta ki hiperenflasyonun sebep olacağı kaos ortamı bütün geçmiş kazanımları ortadan kaldırana kadar.”
“Keynes hemen hemen her konuda yanılmıştı, takipçileri ise istinasız her konuda mutlak bir yanılgı içerisindeler.”
“Enflasyon her yerde ve her dönemde parasal bir fenomendir. Enflasyonu kontrol etmek istiyorsanız para arzını kontrol etmelisiniz.”
Yukarıdaki alıntılardan da anlaşıldığı üzere, keynesyen iktisadın mutlak hakimiyet sürdüğü 1930–1970 döneminde, Friedman bu politikaların sürdürülebilir olmadığını fark etmişti. Hükümetin piyasaya yaptığı müdahalelerinin sonlanmasını, fiyat kontrollerinin ortadan kaldırılmasını, sabit para arzından vazgeçilmesini, döviz kurlarının serbest bırakılarak piyasada değerini bulmasını ve devlet harcamalarının kısılarak sosyal devlet modelinin kenara bırakılması gerektiğini savunuyordu.
Friedman ve Chicago Okulu’nun deregülasyoncu fikirleri 1973 Petrol Krizi’ne dek devlet katında fazla alıcı bulamadı. Friedman, 1970’lere dek akademik camiada eserleri ilgiyle takip edilen bir figürdüyse de, arzuladığı Mises’vari dramatik fırsat karşısına ancak Şili’deki 1973 Askeri Darbesi sonrasında çıkacaktı. Mises demişken, enflasyonla mücadele konusunda Friedman’a öncülük eden Ludwig von Mises’in hiper-enflasyonla imtihanını, Mark Skousen’in kaleminden dinleyelim:
“İkinci hadise 1920’lerin başlarında meydana geldi. Barış anlaşmalarının aşırı yüklerinden mustarip olan Avusturya da, Almanya gibi hiper-enflasyona gitmişti. Friedrich Hayek, bir aylık maaşının Ekim 1921’de 5,000 krondan, Kasım’da 15,000 krona ve Temmuz 1922’ye kadar 1 milyon krona çıktığını hatırlatıyordu. Almanya’da enflasyon daha da kötüydü. Mises, enflasyonist krizi çözmek için maliye bakanı olarak atanacağını her an bekliyordu, fakat hiçbir zaman böyle bir teklif almadı.
Sonunda hiper-enflasyonun doruğunda, bir Milletler Cemiyeti komisyonu Viyana’ya gönderildi. Kaygı içindeki Avusturya hükümet yetkililerinin yanısıra, Mises’i de ziyaret ederek bu korkunç enflasyona nasıl son verileceği konusunda tavsiyesini aldılar. Mises pervasızca karşılık verdi, “Benimle bu binada gece yarısı saat 12’de buluşun, size o zaman söyleyeceğim.” Görevliler kafalarını şaşırmış bir edayla salladılar, fakat sonunda razı oldular. Onunla gece yarısı belirlenen yerde buluştular, endişeli bir şekilde şöyle sordular, “Profesör Mises, bu enflasyonu nasıl durdurabiliriz?” Şöyle karşılık verdi, “Şu gürültüyü işitiyor musunuz? Onu kesin!” O bina devletin banknot matbaasına dönüşmüştü, gece gündüz yeni banknotlar basıyordu. Sesin susturulması, Avusturya hükümetinin yaptığı yegane şeydi ve enflasyon sona ermişti (Hayek 1994: 70).”

Weimar Cumhuriyeti’nde (Almanya) yaşanan hiperenflasyon döneminden bir kare, çocuklar para desteleriyle oynuyorlar
Tıpkı Friedman gibi, 1923’te Ludwig von Mises de enflasyonun yalnızca parasal bir fenomen olduğunu düşünmüştü. Friedman’ın reçetesi ise Mises’inkinden çok daha talepkar fakat sonuçları açısından bir o kadar dramatikti. Friedman ve Harberger gibi Chicago Okulu mensupları ile el ele veren cuntanın ekonomi karnesini yazıların sonraki bölümlerinde ele alacağız.
Mises ile ilgili alıntıdan evvel belirttiğim gibi, Friedman’ın fikirleri 1970’li yıllara dek egemen keynesyen iktisatın gölgesinde kaldıysa da, hepten görmezden gelinmiyordu.
Başkan Harry Truman döneminde başlatılan Point Four Programı (Gelişmekte olan ülkelerdeki teknik altyapının iyileştirmesi için ABD’de eğitim bursu sunan program) ve Rockefeller Vakfı’nın sağladığı fonlar aracılığıyla, 1950’lerin ikinci yarısından itibaren Şili üniversitelerinden Chicago Üniversitesi İktisat Fakültesi’ne büyük bir akın başlamıştı. 1957–1970 yılları arasında yaklaşık yüz Şilili iktisatçı, Milton Friedman ve Arnold Harberger’in yürüttüğü program çerçevesinde son derece yoğun bir eğitim programına dahil olmuştu. İleride “Chicago Boys” adıyla anılacak olan bu kadrolar, 1970 Şili seçimlerinden önce Allende’nin ekonomi programını yoğun bir eleştiri bombardımanına tutacak, cunta hükümetinin kurulmasından sonra ise ekonomik planlamanın merkezinde yer alacaklardı.
Milton Friedman’ın öğrencisi olarak doktora çalışmalarını Chicago Üniversitesi’nde gerçekleştiren, akademik hayatının ileriki safhasında dünya sistemleri yaklaşımına önemli katkılar yapan Andre Gunder-Frank, Chicago Okulu’nun Şili üzerindeki deneysel çalışmalarını, Friedman ve Harberger’e hitaben kaleme aldığı mektupla kamuoyuna şu şekilde duyurmuştur:
Eski bir doktora öğrenciniz olarak, sizin, Arnold, Şili’de yayınlanan Santiago gazetesi “El Mercurio”ya verdiğiniz demeci doğal olarak ilgiyle okudum. Şili’nin ekonomisine ve ekonomicilerine neredeyse yirmi yıldır hasrettiğiniz çalışmanın da ne tür bir çalışma olduğunu bildiğimden, şimdiki Askeri Cuntanın idaresinde,
“… ülke bu kadar kısa bir zamanda ve göreli olarak ufak bir maliyetle böylesine büyük bir ekonomik yıkımı atlatmayı başarmıştır.”
şeklindeki beyanatınızı okuduğumda çok fazla şaşırmadım.
…Sizin ve diğer uzak görüşlü, bilge profesörlerimizin Şili’ye yaptığınız geziler hakkında bizlere nasıl bilgi verdiğinizi çok iyi anımsıyorum; ülkenin az gelişmiş olanaklarının ötesinde yaşamak için nasıl saçma bir çaba içinde olduğunu, bunun için de çok fazla büyük bir kamu sektörü beslediğini (Ekonomi Bölümünde kamu sektörü, Milton Friedman’ın Kapitalizm ve Özgürlük kitabı tarafından aforoz edilmiştir) nasıl çok fazla ağırlıklı bir bürokrasi ve çok fazla gelişmiş bir sağlık ve sosyal güvenlik sistemi olduğunu anlatırdınız bizlere…
…sizin, Milton Friedman, hala hepimize zorla kabul ettirmeye çalıştığınız ve ‘teknik açıdan zorunlu’ gördüğünüz, yani size göre ‘politik olmayan’ tedbir sonucuna göre enflasyonun tekeller tarafından zorlanan fiyat artışlarıyla hiçbir ilgisi yoktur (ve zaten siz de, Arnold Harberger, hiç değilse ABD’de tekel falan bulunmadığını ölçümlerle kanıtlamıştınız). Enflasyonun tek nedeni size göre sadece para fazlasıdır, özellikle de hükümet harcamaları için yaratılan para fazlasıdır. . . Bana verdiğiniz görev, ABD’de sermayenin elde ettiği karın oranını ölçmekti ve siz bu oranın %6 ile %10 arasında çıkması gerektiğini düşünüyordunuz. Fakat ben işe koyulur koyulmaz bir sanayi dalında (ilaç ve kozmetik) %30’un üzerinde bir kar oranı buldum ve siz benim yanlış ölçme yaptığım kanısındaydınız…
…kuşaklar boyu öğrencilere ‘serbest’ pazarın yüceliklerini vazetmeyi sürdürdünüz. Öğrencileriniz zaten Şili’nin en reaksiyoner ekonomi bölümünden geliyorlardı ve siz, ikisi de ülkelerinin en reaksiyoner kurumları olan Şili Katolik Üniversitesi ve Şikago Üniversitesi Ekonomi Bölümlerinde ‘teknik’ uzmanların yetiştirilmesini örgütlediniz. Bundan umduğunuz, Şili’dekilerin sizin bilgeliğinizi başkalarına da aktararak, Şikago’dan ikide bir teknik yardım almadan işleri yoluna koyabilmekti.
Kaynakça
- “Allende Anlatıyor”, Regis Debray, May Yayınları 1973
- “World-Systems Analysis: An Introduction”, Immanuel Wallerstein, Duke University Press, 2004
- “Capitalism and Underdevelopment in Latin America”, Andre-Gunder Frank, Penguin Books, 1971
- “Kondratiev Revisited — After One Kondratiev Cycle”, Cesare Marchetti,http://tinyurl.com/3ftlqgw
- “A Spectral Analysis of World GDP Dynamics: Kondratieff Waves, Kuznets Swings, Juglar and Kitchin Cycles in Global Economic Development, and the 2008–2009 Economic Crisis”, Andrey V. Korotayev, Structure and Dynamics, Social Dynamics and Complexity, Institute for Mathematical Behavioral Sciences, UC Irvine, 2010,http://www.escholarship.org/uc/item/9jv108xp
- “Modern İktisadın İnşası: Büyük Düşünürlerin Hayatları ve Fikirleri”, Mark Skousen, Liberte Yayınları, 2003
- “Empire’s Workshop: Latin America, the United States, and the Rise of the New Imperialism”, Greg Grandin, Metropolitan Books, 2006
- “Şili Hakkında Açık Mektup”, Andre Gunder-Frank, The Review of Radical Political Economics, Cilt 7, 1975