İlk yayın: 10 Eylül 2011 @ homoinsurrectus.wordpress.com
Ankara’nın merkezi son yılların en sessiz günlerini yaşıyor. Kızılay’da, Konur Sokak ve Yüksel Caddesi’nin kesiştiği yerde artık işporta tezgahları ve sokak sanatçıları yerine, tehdit edici bakışlarını kimselerden sakınmayan zabıta timleri var.
18 Temmuz’da Çankaya Belediyesi’nin işporta ve sokak sanatına açtığı savaş sessiz bir biçimde sürüyor. Karşılarında önce eli sopalı zabıtaları, sonra belediyenin “sivil kuvvetleri”ni, en sonunda da iradeleri dışında savaşa yollanan belediye memurlarını bulan sokak emekçileri, mücadelelerini devam ettirmeye çalışıyorlar. Tek gelir kaynakları olan tezgahları ve sanat yapma özgürlükleri, hiçbir anlamlı sebep gösterilmeden ellerinden alınan sokak emekçileri, iki aya merdiven dayayan direnişleri süresince hiçbir resmi makamla temas kuramamanın şaşkınlığı içerisindeler. Bugüne dek yapılan yürüyüşler, basın açıklamaları, imza kampanyası ve açlık grevi sonuç vermese de sokak emekçileri sokaklardan vazgeçmemekte kararlı. Sokak emekçileri ve sanatçılarının bir diğer sıkıntısı da kamuoyunun yanlış yönlendirilmesine engel olamamaları.
Merkez medyadan, yerel ve ulusal siyasetçilere kadar pek çok güç odağını karşısına alan direnişçiler adına, Eren Çalışkan hem kökeni geçmiş yıllara dayanan süreci özetledi, hem de meseleyle ilgili yaygın yanlışları düzeltti.
Doğu Eroğlu: Kendinizi ve yaptığınız işi biraz anlatır mısınız?
Eren Çalışkan: Adım Eren. Sokak sanatçısıyım. Dört senedir Ankara’da, Kızılay çevresinde santur (İran kökenli, kanun benzeri müzik enstrümanı) çalıyorum. Sokak müziğini bir yaşam tarzı olarak benimsiyoruz. Başka bir gelirimiz yok. Sanat yaparak temel ihtiyaçlarını gidermekten başka kaygısı olmayan insanlarız. Bizi sokaklarda bulabilirsiniz. Bugünlerde baskıdan kaynaklı, Ankara içerisinde çok fazla sokak sanatçısı kalmadı ama biz direniyoruz.
D.E: İşporta tezgahı açanlarla da yakın ilişki halindesiniz. İşportada şu anda durum nedir?
E.Ç: Hayatımı sokak sanatından kazansam da zaman zaman tezgah açtığım oluyor. Kızılay’da müzik yaparken zabıtalar ve güvenlik ekipleriyle yüz göz olmuyorduk. Biz onları rahatsız etmiyorduk, onlar da bize dokunmuyordu. Bu durum işporta için geçerli değil. Kızılay içerisindeki rant odaklı gruplaşmalar ve insanların sefaletten sıyrılmak için yapacak bir şey bulamayıp işportalara akması zabıtayla işportayı karşı karşıya getirdi.
D.E: İşportaya olan yönelimde bir artış gözlemliyor musunuz?
E.Ç: Kesinlikle. Daha düne kadar işporta tezgahlarının sağı solu boşken bugün tezgahların boyu bir metrenin altına indi. Bir metrelik yer için insanlar kavga ediyor.Sokak sanatçılarında ise böyle bir sıkıntı yok. Sokakta bizden başka sanat yapanları gördüğümüzde mutlu oluyoruz.
D.E: Çevreyle ilişkileriniz nasıl?
E.Ç: Bunu, sanatçı ve işportacı gözüyle ayrı ayrı değerlendirmek lazım. Sanatçı gözüyle baktığımda çevreyle hiçbir şekilde sorunumuz yok ve muazzam bir destek görüyoruz. Fakat işportada bir takım sıkıntılar var. Bir grup kendi arasında insiyatif kurup tezgah yerlerinin ve dağılımın eşit ve adil olması gerektiğini savununca bu işten rant elde etmek isteyen mafyöz tipler ile çatışmaya başladı.
D.E: Bu çatışmanın iki tarafı da işportacı mı?
E.Ç: Evet. Fakat bir kesim eşitlik istiyor; bir kişinin iki tezgahı olmamasını, tezgah yerlerinin kiraya verilmemesini savunuyor. Diğerleri ise şiddet kullanarak tekelleşmeye çalışıyor. Bu durum, işportanın kendi içinde hemen hemen her gün kavga etmesine sebep oldu.
D.E: Sokakta sanat veya satış yaparken, sokağın belli bir kısmını kullanıyorsunuz. Gayrimeşru olsa da, birileri bu alanları kendi mülkleriymiş gibi kullanıp istediğine kiraya verebilir mi?
E.Ç: Öyleydi. İşporta olaylarının çıkma sebeplerinden biri buydu. Tekelleşmiş, mafyalaşmış gruplara zabıtalar ve polisler bir şey demezken, “burası sadece bizim alanımız değil, ekmeğe ihtiyacı olan herkes gelebilir” diyen gruplara operasyon düzenlediler.
D.E: Temmuz ayındaki olayları başlatan neydi?
E.Ç: Zabıtalar bize “burada seçimlerden sonra büyük temizlik olacak, siz kendi gücünüzü geri çekin”, diğer gruba ise “siz ilericilere destek vermeyin, biz onları temizleyeceğiz” deyip bizi birbirimize kırdırmaya çalıştılar.
D.E: Yani belediye ve zabıta ikili oynayarak krizi kendi müdahalelerinden önce başlatmış oldular. Daha sonra belediyenin müdahalesi işi tırmandırdı, karşınızda hem belediye hem zabıta, hem de sokakları tekeline almak isteyen grupları buldunuz.
E.Ç: Kesinlikle. Gücümüzü kırmak için ilk önce bizi tinercilerle, hapçılarla, mafya mensuplarıyla karşı karşıya getirdiler. Bu geri tepince yüzden fazla Fen İşleri çalışanının elline sopa verip üzerimize saldılar. Bize saldıranların içinde belediyede çalışan onlarca arkadaşımı gördüm ve birbirimizden utandık. Bana “Eren bizi buraya zorla getirdiler, hayati kaygılarımızdan ötürü buraya gelmek zorunda kaldık. Biz bu işin parçası değiliz” dediler. Biz taş atamadık, olur da zorla getirilen bir insana değer diye. Attığımız taşları inanın seçerek attık. Çünkü orada gördüm, mecburiyeti gördüm. Bu insanlara karşı savaşmak istemiyorum.
Baskılar 2009’dan bu yana sürüyor
D.E: Belediye ile olan anlaşmazlıklar geçmişte de sıkça yaşanmış, 2009’da da belediye ve zabıta ekipleriyle karşı karşıya gelmişsiniz. O zaman ne olmuştu?
E.Ç: Yine oradaydım. Türkiye’de kapitalist düzene ayak uyduramamış ve 15 saat sigortasız çalışmayı kendine yedirememiş insanlar, yaşam kaygılarından kaynaklı işporta gibi bir alternatif açtı. Bu bilinçli insan topluluğu bir örgütlülük oluşturdu. 2009’da Konur Sokak’ta sanat faaliyetleri had safhadaydı, işporta ise akşam beşten sonra açılıyordu. Zabıta yine işportayı bahane ederek üzerimize saldırdı.
D.E: Öncesinde bir tebligatta bulunulmuş muydu?
E.Ç: Tebligat şöyleydi: “Kaldıracaksınız yoksa saldırırız. Ağır olur, kırarız kemiklerinizi.” Biz de, yaşam içinde tezgahlarından başka kaybedecek geliri olmayan insanlar olarak, hayati bir şekilde tezgahlarımızı savunduk. Bizim açımızdan, tezgahları savunmak vatanı savunmak kadar değerlidir çünkü başka bir gelir kaynağımız yok. 2009’da muhalefetimiz ve direnişimiz yüzünden geri çekildiler. Yaklaşık 150 kişilik bir zabıta grubu çivili sopalarla üzerimize saldırdı ve onlarca arkadaşımız yaralandı. Sonrasında bir anlaşma oldu ve tezgah açılmaya devam edildi.
D.E: 2009’da doğrudan zabıtayla karşı karşıya geldiniz. Bu süreçte başka resmi mercilerle de karşı karşıya geldiniz mi?
E.Ç: Çevik kuvvet ekipleri her üç günde bir sokağa giriyordu. Zabıtanın bir taktiği vardı; taş at, kavga çıkar, ortalık karışsın, trafiği dursun, çevik kuvvet gelmek zorunda kalsın. Bunu da başarıyla uyguluyorlardı.
D.E: Polis, çatışan grupları durdurmak için mi müdahale ediyordu yoksa zabıtaya destek mi oluyordu?
E.Ç: Yapılan gözaltılar, kafamızda kırılan sopalar ve soluduğumuz biber gazlarını düşünürsek, zabıtaya bir hayli destek oldular.
D.E: Şunu demek istiyorum, zabıta ve polis birbirinden ayrı kurumlar. Bu iki kurumun arasındaki ilişkiyi nasıl değerlendiriyorsuuz?
E.Ç: Bu düzenin içerisindeki kurumların farklı kurumlar olduğuna inanmıyorum. Aç olan ve çıkmaza giren bir kitle var, karşısında ise kendi zenginliğini korumak için şuursuzca saldıran bir kitle var. Tek fark bu.
D.E: Peki size 2009’dan bu yana uygulanan aşırı baskının sebebi olarak ne öne çıkıyor? Zabıta ve belediye sizleri oradan çıkartıp yerinize başka kişileri mi tezgah açmaya yönlendirecek? Bu alanı kazanmak belediye ve zabıtayı hangi anlamda olumlu etkileyecek?
E.Ç: Devletin kazanımı şöyle oldu, orada aç olduğunun farkına varan insanları bastırdılar. Biz 15 lira karşılığında 20 saat sigortasız çalışmak istemiyoruz. Ayda 450 liraya çalışıp 500 lira kira ödemek de istemiyoruz. Bu insanlar başka çıkışları olmadıkları için sokaktalar. Bu potanisyel biraz daha zorlanırsa, ülkede adaletsizlikten kaynaklı karışıklıklar yaşanacaktır. Çevreme bakıyorum, herkes borçlandı. Para kazanamıyoruz, aldığımız malları satamıyoruz. Zabıatlar her gördüklerinde tekme tokat döverek mallarımızı alıyorlar. Nereye kadar gidecek? Kaç gün aç kalabiliriz? İnsanın sadece ekmek, su ve ayranla yaşayabileceğini düşünüyorsanız bunu yapabiliriz, ama bizim aynı zamanda barınma, sağlık ve ulaşıma da ihtiyacımız var ve bunların hiçbirine ulaşamıyoruz. Bizi olaylar karşısında devamlı sakinleştiren ablalarımızın, abilerimizin artık “gençler, birşeyler yapmalıyız” dediğini görüyorum.
Olaylar Bülent Tanık’ın sokağa gelişiyle başladı
D.E: Gelelim 2011’e. Olaylar 19 Temmuz’da başlıyor. Çankaya Belediye Başkanı Bülent Tanık, şikayetler üzerine bölgedeki dükkan sahipleriyle toplantı yapmak üzere sokağa geliyor. Toplantının olduğu gün, önceden anlaşıldığı için tezgah açılmamış. Bu kısmı biraz açar mısınız?
E.Ç: Şöyle, bize “burada rant elde etmeye çalışan bir kesim var, bizim hedefimiz onları yok etmektir” dediler. Biz de “barış ve sükunete şans verebilmek için toplantıya kadar tezgah açmayacağız” şeklinde karşılık verdik. Emeğiyle tezgah açanlara dokunulmamasını şart koştuk ve bu isteğimiz kabul gördü.
D.E: Bu toplantıda Bülent Tanık yalnızca dükkan sahipleriyle görüştü. Sizin temsilcileriniz niçin toplantıya katılmadı?
E.Ç: Biz sokak insiyatifi olarak hiçbir şekilde muhatap alınmıyorduk zaten. Çeşitli şikayetleri ise farklı yollardan öğreniyorduk.Zabıta müdürü bir gün yanıma geldi ve sokakta engelliler için sarı çizgilerin oluşturulduğunu, işporta tezgahlarının bu çizgileri ihlal ettiğini söyledi. Biz de kendisini haklı bulduk, tezgahlarımızı geri çekeceğimizi söyledik ve çektik de.
D.E: Bölge esnafı da çizgilere uyuyormuş gibi gözükse de çizgiler kullanılmaz hale gelmiş vaziyette. Dükkanların dış duvarları tam çizgilerin başladığı yerde bitiyor. Böylece özellikle görme engellilere kılavuzluk yapması amaçlanan çizgiler işlevsiz hale geliyor. Belediyenin engelli hakları ısrarı göstermelik mi?
E.Ç: Bizi sürekli direngen hale getiren şey hatalarımızı, başkalarının hatalarını göstererek meşrulaştırmamamızdır. Bunu mekan sahipleri yapabilirler, mekan sahipleri engelli ve engelli olmayan vatandaşlara hiçbir şekilde umursamıyorlar. Bu bizim hatamızı meşrulaştırmaz. İhlali ortadan kaldırmak için büyük çaba harcadık. Herkesi birebir uyarıp sarı çizgi ihlali yapmamalarını söyledik. Ama bir noktadan sonra sarı çizgilerin hiçbir işlevi olmadığını düşünmeye başladım ve sarı çizgileri yürüdüğümde karşıma tam dört tane büfe çıktı. Bülent Tanık engellileri kendine ticari rant malzemesi yapıyor ama önce o büfeleri, kaldırımları işgal eden mekanların duvarlarını yıkmalı. Yıkamaz, çünkü Bülent Tanık bugün yaptığı gibi yarın da sermayedarların çıkarlarını koruyacaktır.
D.E: Kızılay’daki dükkan sahipleri sizin varlığınızdan rahatsızlık mı duyuyor?
E.Ç: Bu doğru değil. Taşıyamadığımız mallarımızı koruyan, çayı yarı yarıya satan, mutfağını kullandıran bir esnaf grubu bize kesinlikle buradan gidin demezdi.
D.E: Peki Bülent Tanık esnafla toplantı yapıp ne elde etmeye çalışıyordu?
E.Ç: Tanık’ın elinde büyük bir güç var, içki ruhsatlarının iptal edilmesi, itfaiye merdivenlerinin bahane edilerek yaptırım uygulanması söz konusu olduğu için isteyen de istemeyen de oraya gitti. Tabi bütün esnaf da bize destek vermiyor. Bülent Tanık çok yüksek cirolara, karlara sahip insanlar rahatsız olduğu için oraya geldi. Şöyle anlatayım, bir dönem tezgah açtığımda hediyelik eşya satıyordum. Ben bir figürü 11 liradan alıp 20 liraya satarken, yine aynı fiyattan alan dükkanlar yaklaşık 85 liraya satıyorlardı. 9 lira kar yapmayı kendimize yediremezken, yüzde 700 karla yetinmeyen bir esnaf grubu bizden rahatsız oldu. Biz sosyal adaletin temsilcileriydik, 85 lirası olmayan vatandaşların ihtiyacını cüzzi karlarla karşılayan bir ticarethaneydik.
D.E: Bu toplantı yapıldı, çıkışında ne oldu?
E.Ç: Çıkışında zabıtalar ile işportacılar arasında çatışma yaşandı. Sokak emekçileri bilir ki, sokaklarda devlet politikaları ve resmiyet işlemez. Sokaklarda zabıta olan ama resmi kıyafet taşımayan, polis olan ama polis kıyafeti giymeyen bir insan gelir, sizi darp eder. Sizin darp edildiğinizi gören arkadaşlarınız desteğe gelir ve çatışma çıkar. Sonra olay zabıta-işporta kavgasına dönüşür.
D.E: Bu tipik yöntemi midir zabıta ve belediyenin?
E.Ç: Oldum olası budur. Bu aslında Çankaya Belediyesi’ne mahsus değil. Türkiye’deki yaygın çözüm yöntemlerinden biri budur.
“Kamuoyu yanıltılıyor, saldırganlar tinerci değildi”
E.Ç: Asıl olay ise 20 Temmuz’da oldu. Ertesi gün sokağa geldiğimde zabıtalar sokakta konuşlanmışlardı. Taşlar, sopalar zaten yığılıydı, bütün ekiplere de dağıtılmıştı.
D.E: Taşlar sopalar zabıtanın mı elindeydi?
E.Ç: Bizim elimizdeki sopalar, zabıtanın elinden almak zorunda kaldığımız sopalardı. Biz o gün müdahale olacağını bile bilmiyorduk.
D.E: 19 ve 20 Temmuz’daki olaylardan sonra Çankaya Belediye Başkan Yardımcısı Hayati Soylu işportaya bir daha izin vermeyeceklerini söylüyor. Bülent Tanık ise, işportacıların vatandaşın huzurunu kaçırdığını, halkın güvenliğini ve sağlığını tehdit ettiğini iddia ediyor.
E.Ç: Hayati Soylu’nun işportayı anlaması için cebindeki tomar tomar parayı bir kenara koyup iki gün boyunca aç yaşaması gerekiyor. Bülent Tanık’ın açıklamaları ise gerçeği yansıtmıyor. O sokakta onlarca senedir işporta açılır ve halk bundan rahatsız olsaydı bu kadar zaman bu tezgahlardan alışveriş yapmazdı. Ayrıca bizim insan sağlığını tehdit ettiğimizi belirtiyor ama seyyar gıda satışının en yaygın olduğu Güvenpark’a dokunulmadı. Neden oraya dokunmadılar? Biz gıda da satmıyorduk.
D.E: Tanık, açıklamalarına “kent merkezinde yenileme çalışması yapamıyoruz” şeklinde devam ediyor. Geçtiğimiz sene Kızılay’da büyük bir çalışma yapıldı. Bütün sokaklar yenilendi. O süreçte sizle iletişim kuruldu mu?
E.Ç: Onların gözünde biz insan bile değiliz. Bizle birebir muhatap olmak istemiyorlar çünkü muhatap oldukları şeyi yücelteceklerini düşünüyorlar akıllarınca. Biz yine de, çalışma olacağını duyunca tezgahlarımızı kıstık. Onların çalışmayı bitirdiği alanlara tezgah açıp diğer yerleri boşalttık, çalışmaları hiçbir şekilde engellemedik.
D.E: Bülent Tanık, “biz onlara çeşitli önerilerde bulunduk ama hiçbirini kabul etmediler” diyor fakat önerilere açıklık getirmiyor. Sonrasında ise işportacıların seçtiği üç kişi belediye başkanına on maddelik bir mektup sunuyorlar. Mektuptakilerin kabul edilemeyeceği söyleyen yetkililer ise işportayı tamamen bitireceklerini söylüyor. O halde belediyenin sizden beklentisi nedir?
E.Ç: Bülent Tanık’tan bize gelen tek öneri, “kafanızı gözünüzü yardırırım, çıkacaksınız” biçiminde oldu. Çankaya Belediyesi bize tezgah yerleri verme, faaliyetlerimizi yasallaştırma önerileriyle gelirse bunu değerlendiririz. Belediyenin beklentisi ise daha farklı. Bizi taşeron işçi olarak sigortasız, kadrosuz, karnımızı bile doyuramayacağımız bir paraya çalıştırmak dertleri. Bu niyetlerini de açıkça dile getiriyorlar. Mücadeleyi yürüten arkadaşlarımızın bazılarına belediyeden iş teklifleri geldi. “Gelin bizim yanımızda çalışın ama direnişi sonlandırın” mesajını ilettiler.
D.E: Bu çağrıya uyanlar oldu mu?
E.Ç: Benim bilgim dahilinde böyle bir şey yok.
D.E: 20 Temmuz’da olaylar nasıl devam etti?
E.Ç: Sabah saatlerinde, belediyeyle bizim sokaktan kovulmamız konusunda anlaşan barlara kafelere arkadaşlarımız akın ediyorlar, “üç kuruşluk ekmeğimize mi göz diktiniz” diye. Onlardan gelen sert cevap sonrasında bazı dükkanlar tahrip ediliyor. Daha sonrasında işin içine çeteler giriyor. Konur Sokak’ın arka tarafından eli bıçaklı, haplanmış, gözü dönmüş çeteler gelmeye başlıyor.
D.E: Basında “tinerci saldırısı” biçiminde yer bulan hadise bu muydu?
E.Ç: Bu insanlar tinerci değildi. Bu insanlar profesyonel, belediye için paramiliter kuvvet olarak görev yapıyorlar.
D.E: Burada bir dezenformasyon var yani. İşin aslı nedir?
E.Ç: Ben bir tinercinin dört sene boyunca her işporta kavgasına geldiğini görmedim. Nerede bir işporta kavgası olsa karşımızda o insanlar var. Bu insanları tiner içerken görmedim, üzerlerinde tiner kokusu da yoktu. Elbiseleri çok kirli ama yüzleri tertemiz insanlardı.
“Zabıtanın amacı bizi sakat bırakmaktı”
E.Ç: Saldırı üzerine kendini korumak isteyen kitle toplu olarak karşılık verince etrafta yaralananlar oldu. Bir çatışma patladı ve o ana dek sakin kalan “yapmayın etmeyin” diyerek etrafı yatıştırmaya çalışan zabıta ekipleri nasıl olduysa birden sırtlarından sopalar çıkartıp rastgele insanlara vurmaya başladılar. Gözaltı yaşanmaksızın çatışmalar gün boyu devam etti.Ortada bir tek polis yoktu, bulduklarını linç ettiler.
D.E: Bu kadar büyük çaplı bir çatışma sürerken polis niçin müdahale etmedi?
E.Ç: O güne kadar direnişimiz karşısında pasif kalan zabıta çevik kuvvetten destek alırdı. Ama 20 Temmuz’da tek bir polis bile yoktu. Ankara’da kuş uçsa çevik kuvvet birimleri yığılır, Kızılay’da binlerce polis görev yapar. Buna rağmen Kızılay’ın ortasında taşlı sopalı, bıçaklı, 50 kişinin yaralandığı bir kavga oluyor. Bir tane bile polis gelmiyor. Çünkü gerek yoktu. O gün orada yasalar askıya alınmıştı; yaralananlar, kafası kırılanlar oldu ama yapanlar yaptığıyla kaldılar.
D.E: Amaçları bir daha oraya gelmemeniz için gözünüzü korkutmak mıydı?
E.Ç: Amaçları bizi sakat bırakmak ve bir yandan da kamuoyundaki meşruiyetimizi ortadan kaldırmaktı. Biz zabıtaya karşı hiçbir şekilde bıçak kullanmadık. Ama zabıtaların o güne kadar sarmaş dolaş oldukları, işbirliği yaptıkları kişiler onlara göstermelik olarak bıçak çektiler. O insanları bizdenmiş gibi gösterdiler. O gün aşırı yöntemlere başvuranlar hiçbir şekilde sokak insiyatifinin insanları değildiler.
D.E: İki günlük çatışmanın ardından baskı hangi biçimde devam etti?
E.Ç: Bir çok arkadaşımız sistematik bir biçimde gözaltına alınmaya ve tutuklanmaya başladı. Tezgah da açamıyorduk, zaten tezgah açanların yarısından fazlası hastanedeydi. Zabıtalar ise hemen kendi hükümranlıklarını kurdular, ellerinde sopalarla gelen giden insanlara pis pis bakıp tahrik etmeye başladılar. Fakat zabıta ekiplerine baktığınız zaman, onlar da Anadolulu, bizim gibi insanlar. Ben onları baskıcı rejimin fiili çalışanları olarak göremiyorum. Belirli kişiler dışında, bir şeylere mecbur bırakılmış insanlardı. Bazılarının ise sırf kavgaya karıştıkları için ikramiye aldıkları söyleniyor.
D.E: Zabıta.com ismiyle yayın yapan, Türkiye’deki zabıta haberlerini ve ilgili mevzuatı derleyen bir internet adresi. 20 Temmuz’da ilgili adreste “Yalnız Zabıta” başlıklı bir haber çıktı ve zabıtanın olaylarda yalnız bırakıldığı, desteğe ihtiyaç duyduğu belirtildi. Takviye gücün gelmemesinin olayları büyüttüğü savunulurken, zabıtanın tek emelinin vatandaşın yararı olduğu şöyle aktarılıyor: “Kaldırımlar işgal edilip, seyyar satıcılık yapıp vatandaşın hem sağlığı hem de cebindeki paraya göz dikenlerle Belediye Zabıtası karşı karşıya kalmıştır.” Bu ifadelere ne diyeceksiniz?
E.Ç: Zabıtanın yalnız kaldığı doğru değil. Tekel işçilerinin direnişinde TÜRK-İŞ Tekel işçilerini nasıl yüzüstü bıraktıysa, DİSK de biz sokak emekçilerini gözden çıkartıp flamalarıyla şapkalarıyla Yüksel Caddesi’ne gelip zabıtlara destek eylemi yaptılar. Zabıta yalnız kalmanın ötesinde, bizi yalnızlaştırdı. Bize destek veren siyasetler, insiyatifler ve STK’lar bu kavgaya dahil olamadılar. Acaba neden? Destek bulamadığını iddia eden zabıta, polis ekipleriyle birlikte bu örgütleri basıp, bize destek olabilecek kişileri ya dövüp hastanelik ettiler, ya da bahaneler üretip gözaltına aldılar. Gel bir çay içelim diye alıp olaylar bitene kadar bırakmadılar.
“Belediyenin kendine ait silahlı güçleri var”
D.E: 19 ve 20 Temmuz olaylarının ardından basında işportacıların evlerine baskın yapıldığı ve kesici delici aletlerin yanı sıra molotof kokteyllerinin ve tabancaların da ele geçirildiğine dair haberler yer aldı. Hürriyet Gazetesi ise “Tezgah Altından Örgüt Çıktı” başlığını kullandı.
E.Ç: Bir örgütlenme vardır, bunu inkar edemem. Ama bu örgütlenme tamamen emek odaklıdır ve hiçbir şekilde silahı, bıçağı, molotofu olan bir örgütlenme değildir. Asıl yasadışı örgütlenme Belediye içerisinde yer almaktadır. Bülent Tanık bana ‘Yıldırım Ekipleri’nin ne anlama geldiğini söylesin.
D.E: Nedir Yıldırım Ekipleri?
E.Ç: Yıldırım Ekipleri resmi olarak belediye bünyesinde çalışmayan ama belediyenin pis işlerini yapan, insanların kafasına silah dayayan, korkutan mafyalaşmış ekiplerdir. Bundan yıllar önce Melih Gökçek kimsenin başaramadığı bir şeyi gerçekleştirdi ve “A Takımı” nı oluşturdu. Belediye’nin çözemediği işleri gayriresmi olarak şiddet kullanarak çözen bu ekibin eylemleri hiçbir şekilde belediyeye maledilemez, çünkü bu insanlar resmi olarak belediye çalışanı değiller. Gökçek’ten hiçbir farkı olmayan Bülent Tanık da, ondan özenmiş olacak ki Yıldırım Ekipleri’ni kurdu. Ama bu halk bir gün kendi yıldırım ekiplerini kurmaya karar verirse bu planları ellerinde patlar.
D.E: Baskın ve sonrasındaki gözaltılardan bu yana mücadele nasıl devam etti?
E.Ç: Açlık grevleri, yürüyüşler, basın açıklamaları, imza kampanyaları gibi çalışmalarımız ve eylemlerimiz oldu. Fakat kişisel olarak bu yöntemleri yetersiz buluyorum. İşportadan geçinen halk taleplerini net biçimde ifade etmesi lazım. Eylemlerimizi toplu olarak yaptıysak da, örneğin açlık grevine destek vermem mümkün değildir. Hayatı boyunca açlığa mahkum olan bizlerin 20 gün daha aç kalması kimsenin ilgisini çekmeyecekti, çekmedi de.
D.E: Bu süreçte tezgah açmaya devam edildi mi?
E.Ç: Tezgahlar akşam dokuz buçuktan sonra açılmaya başladı. Sokak sanatçısı olmama rağmen kavgadan sonra göstermelik de olsa ben de işporta tezgahı açmaya başladım. Halkın da büyük bir desteği var. Çatışmadan sonraki işlerimiz azalsa da, halktan gelen destek inanılmaz arttı.
D.E: Bundan sonra eylemlerinizi hangi yönde yoğunlaştıracaksınız?
E.Ç: Bu soruya açlığa mahkum edilmiş bir halkın bir ferdi olarak cevap vermek istiyorum. Bundan sonra eylemimiz olmayacak. Çünkü eylem bir hakkın edinilmesi için yapılır. Bizim haklarımızı bırakın, hayati ihtiyaçlarımız bile elimizden alınmış. Böyle bir durumda kimse bizden eylem yapmamızı beklemesin. Bundan sonraki adım aç ile aç olmayanların savaşıdır. Bu düzen içinde sadece 600–700 lira montuna ayakkabısına veren insanların, açlığımıza fanustaki balıkları izler gibi seyirci kalmasına izin vermeyeceğiz artık.
D.E: Tıpkı Hürriyet Gazetesi’nin manşeti gibi, iktidar organları sokak emekçileri için sürekli çete vurgusu yapıyorlar. Kamuoyunu sizin aleyhinize yönlendirmek mi isteniyor?
E.Ç: Örgütlü ve insanca yaşamak isteyen bir halk topluluğu çeteyse, evet biz çete olduğumuzu kabul ediyoruz. Biz bir çeteyiz, halkın çetesiyiz. Ama bizim mantığımıza göre çete olanlar onlardır. Bülent Tanık bizi sokaklardan kovmanın peşine düşeceğine, belediyenin işlerini gören beli silahlı kişileri doyurmaktan vazgeçsin.
“Sokak sanatı ve emeği için mücadele edeceğiz”
D.E: Sokata müzik yapmak isteyen biri nasıl bir mücadeleyi göze almak zorunda?
E.Ç: Mesela biri gelir santurunun üzerine basar, ortadan ikiye böler. Hakkını ararsan dayak yersin. Ama Kızılay ve Sakarya halkı buna alıştı, bizi destekliyorlar.
Elimden enstrümanımı almak isteyen zabıtalara “orada uyuşturucu satıyorlar, insan pazarlıyorlar, hiçbir şey yapmıyorsunuz benim burada sanat yapmam mı size dert oluyor” dediğimde halkın bana olan desteğinden ötürü beni alamadılar. İnsanlar beni o kadar sahiplenmeselerdi beni orada döverlerdi. Adam dövme konusunda çok talimliler.
D.E: Ankara’dakine benzer süreçler İstanbul’da da yaşanıyor. Dükkan sahibi, sokak sanatçısı demeden herkes Beyoğlu Belediyesi’nin gazabına uğradı. Sokak sanatçıları belediyeden ehliyet alacak dendi. İleride böyle bir şey Ankara’da da gündeme gelebilir mi?
E.Ç: Bir sokak sanatçısı olarak asla ehliyetle müzik yapmam. Dünyanın her yerinde istediğim gibi santurumu çalarım. İktidarın yapması gereken tek şey şu, insanların ekmek yemelerine müdahale etmeyecekler. İhtiyaçlarının kat kat fazlasını kazanan sermayedarları korumayacaklar, ki doğalarına aykırı bu. Onun için, bu düzenin sokaklara barışı getirebileceğine inanmıyorum. Arakdaşlarımız “Bülent Tanık bugün ne yedin?”, “Bülo Ağa sana baş eymeyeceğiz!” yazılı dövizler hazırladı. Ben bugün Bülent Tanık’ın hangi masada ne yediğini, evinde ne kadar yemeğin çöpe atıldığını, yemeklerin kaç yıldır hizmetlilere yaptırıldığını merak ediyorum. Türkiye genelinde ise bize baskıdan sonra büyük bir operasyon düzenlendi. İşporta bitirilmeye çalışılıyor. Başta Konur ve İstiklal olmak üzere, sokaklardaki örgütlülük engellenmeye çalışılıyor. Bir model oluştu, bu modele saldırılması gerekiyordu.
D.E: Kış kapıda, kış demek zor hayat şartları demek. İnsanlar radikalleşecekler. Mücadelenin geleceğini nasıl görüyorsunuz?
E.Ç: İnsanların radikalleşmesi, sol ellerini havaya kaldırıp “Yaşasın devrim!” diye bağırmaları anlamına gelmiyor. Yaşamları için çalmak zorunda kalacaklar belki de. Bu durum hiçbir zaman bitmeyecek. Onlar bu konforlarını terk etmeyecekleri için, biz de zulümden bıktığımız için bu mücadele sürecek. Devamlı farklı alternatifler üreteceğiz. İnsan sadece ekmek ve suyla yaşamaz. Aile kurmak istiyoruz, barınmak istiyoruz, doğalgazla çay ısıtmak istiyoruz. Taleplerimiz insani talepler.
Söyleşi: Doğu Eroğlu
Fotoğraflar: G. Dora Göksal