5 yıldır örgütlü öğrenci hareketinin içinde olan Ozan Gündoğdu, hak arama mücadelesine girdiğinden itibaren polis şiddetiyle karşılaştı. Bu şiddet, 31 Mayıs 2011’de Ankara’daki Hopa protestoları sonrasında doruğa ulaştı. Ozan Gündoğdu, polis şiddetini Türkiye’den Şiddet Hikayeleri’ne anlattı.
Röportaj: Doğu Eroğlu
Şiddetle ilk defa örgütlü öğrenci hareketine katıldıktan sonra mı karşılaştınız?
Muhattabı olduğum şiddet vakaları, daha çok eylemlerden sonraki gözaltılar sırasında oluyor. Ama belli bir grubun içerisinde düzenli olarak muhalefet yapanlar, zaten sürekli psikolojik şiddete maruz kalıyorlar. Bu örnekler Türkiye’deki diğer işkence vakalarının yanında basit kalıyor ama Burhan Kuzu’yu yumurtayla protesto edişimizin ertesinde bir ay boyunca yolda yürürken, bir takım kişiler veya polisler yanıma gelip “Ozan kimliğini göster” diyorlardı. Okula girerken güvenlik görevlileri telsizlerinden, “Ozan giriş yapıyor” diye anons geçiyorlar. Hem bana varlıklarını göstermiş oluyorlar, hem de kendi sosyal çevremde tecrit ediliyorum. Sen sürekli sivil polislerin kimlik sorduğu biriyle gezmek ister misin? Örgütlü olmayanlar, benim yanımda gezmenin bile politik bir eylem olduğunu düşünüyorlar.
Sosyal hayatınızın başka alanlarında da benzer baskılarla karşılaştınız mı?
Elbette. Zamanında bir arkadaşımla telefon dinlemelere ilişkin konuşuyorduk. “Yok yahu” dedi, “bizim telefonlarımız dinlenmiyordur.” Ama benim kafamda soru işaretleri vardı. Bir deneme yapmaya karar verdik. Arkadaşımı arayıp, “Eylem ne zamandı Dolmabahçe’de?” diye sordum, halbuki herhangi bir eylem falan yok. Bir eylem varmışçasına konuştuk: “Eylem ne zamandı?” “Yarın 10’da” “Aman gözünü seveyim kalabalık gelin” gibi konuşmalar yaptık. Bir baktık ki ertesi gün saat 10’da TOMA’lar (Toplumsal Olaylara Müdahale Aracı) dizilmiş, Dolmabahçe’de polis barikatları kurulmuş. Halbuki o tarihin herhangi bir özel önemi yok, üstelik telefonda yalnızca basın açıklamasından bahsetmiştik. Buna rağmen bütün bu önlemler alınmış. Telefonlarımızın da dinlendiğini deneyerek görmüş olduk. Bunu anlamamız üzerine ilk birkaç ay dikkatli olmaya çalıştık ama 2-3 ay sonra çok da umursamamaya başladık. Zaten tarafımızı belli etmişiz, dinlerlerse dinlesinler.
Telefon dinlemeleri çeşitli biçimlerde iddianamelere giriyor. Telefonda konuştuklarınız daha sonra hakkınızda açılan davalarda karşınıza çıktı mı hiç?
Şimdilik böyle bir durumla karşılaşmadım ama daha önceki davalarda çeşitli konuşmalardan alıntılar yapılarak komplolar kurulduğunu biliyoruz. Halkevleri genel kurul yapmadan önce, genel başkan yardımcısı Artvin’den geleceklere “Kalabalık gelin” demiş. Artvin temsilcisi, “Bir otobüs geliyoruz” deyince, “İki otobüse çıkartmaya çalışın” karşılığını vermiş. Bu konuşma bir iddianameye “örgüt delili” olarak giriyor. Biz Hopa Davası’nda içeri girince “Telefon görüşmelerimizden bir sürü iddia üretilir” diye endişelendik. Ancak iddianame önümüze gelince baktık ki hiçbir telefon dökümü yok. Dinlendiğimize eminiz ama yasadışı dinleme yapıldığı için telefon kayıtlarını iddianamelere sokamadıklarını düşünüyoruz.
Telefon dinlemeleri değil belki ama, yayınevlerinden kolaylıkla satın alınabilen bir araştırma kitabının içerisinden çıkan tarihsel bir şema, Ankara Hopa Davası’na örgüt delili oldu.
Bu tip örgüt ilişkilendirmeleri yalnızca Türkiye’de kuruluyor. Çok tuhaf, “silahlı terör örgütü” oluşturmaktan yargılanıyoruz. Düşünüyorum, ben hayatımda kavgada yalnızca bir defa elime sopa almışım. Silaha, tabancaya elimi sürmüş değilim ama savcı bana 55 yıl istiyor. Çok garip bir iddia bu. Böyle bir ceza istemi başlıbaşına bir işkence türü. Cezaevine girmek çok kolay, cezaevine bir kere girersen en az bir yıl orada kalacağın düşüncesi çok tuhaf. Hele bir de örgütten yargılanmışsan geçmiş olsun!
Ankara’daki Hopa olaylarından sonra “şüphe üzerine” tutuklandınız. Hapishanede ne kadar kaldınız? İlk tutuklandığınızda ne kadar süre içeride kalacağınızı öngörmüştünüz?
6 buçuk ay kaldım. Biz “5 yıl kesin buradayız” diyorduk. Hatta ben yatağımı bile kurmuştum ama saldılar.
Salıverilmeniz de biraz konjonktürel aslında.
Elbette. Bizim tahliye edilmemiz toplumsal muhalefet sayesinde oldu. Demek ki toplumsal muhalefet mahkemeleri sokağa taşıyabildiği ölçüde içerideki sevdiklerini alabiliyor. Bunun en büyük örneği Hopa Davası oldu.
Tutuklananların ve yargılananların bundan rahatsız olduğunu bilsem de, “saç kesme” meselesinin Ankara Hopa Davası tutuklularının lehine çalıştığını düşünüyorum. Dava böyle bir olgu üzerinden magazinleşmeseydi belki de tepkiler bu boyuta ulaşmayacaktı.
Aynen öyle. “Bir eylem biçimi olarak yumurta”yı da biz aynı düşüncülerle bulduk. Bizim KCK’den yargılanan iki arkadaşımız telefonla konuşurken biri ötekine, “Akşam ketçap alayım mı?” diye soruyor. Bu da iddianameye kanıt olarak giriyor; savcı bunun şifreli bir konuşma olduğunu öne sürüyor. Saç meselesinden çok da farklı değil.
2007’den 2012’ye gelinirken, devletin toplumsal eylemliliğe karşı olan stratejilerinde önemli değişimler oldu. Bu dönemi nasıl yaşadınız?
Devletin toplumsal muhalefete karşı belirli taktikleri var. Önce küçük birliklerini salıyor, ilk engel aile oluyor. Aile engelini aşabilenler sokak hareketinde yer almaya devam ediyorlar. Ta ki okulları tarafından engellenene kadar. En ufak eleştirel harekette fişleniyorsunuz, sürekli hakkınızda soruşturmalar açılıyor. Bu engeli de aşanlar bizzat devlet engeliyle yüz yüze geliyorlar. Karşındakinin çok güçlü oluşunu bilmen seni korkutuyor. Verdiğin mücadeleye çok inanman gerekir ki devam edebilesin. Bu noktada iki türlü tepki oluşuyor; kimileri depolitize olup geri çekiliyorlar, kimilerininse vicdani değerleri ve adalet duygusu iyice yükseliyor ve büyük bir hınçla mücadeleye devam ediyorlar. Devlet şiddetiyle karşılaşıp da mücadelelerini sürdürenler, yaşadıkları şiddet olaylarıyla daha da politize olup radikalleşiyorlar.
Polis şiddetiyle ilk karşılaşmanız nasıl oldu?
Engin Çeber’in öldürülmesi üzerine bir protesto düzenlemeye karar verdik. İlk gözaltım bu eylemle oldu. Polis inanılmaz bir şaşkınlık içerisindeydi, bir göstericiyi nasıl gözaltına alacaklarını bile bilmiyorlardı. Terörle Mücadele Şube’ye götürülüp hücreye konulduk. Bize çok yumuşak muamele ettiklerini, daha sonraki gözaltılarımda anladım. Bu olaydan sonra yaklaşık bir yıl kadar hiç gözaltına alınmadım. Bu olayda da davalık olduk ama basit bir protesto olduğu için beraat ettik.
2009 yazında üniversite harçlarına gelen yüzde 300’lük zam üzerine yaptığımız eylemde ikinci defa gözaltına alındım. Konur Sokak’tan Meclis’e yürüyecektik. Yine pasif bir eylemdi, ancak kararlılığımızı göstermek için önümüzü kesen polis barikatına yüklendik. Eylem bitiminde gözaltına alındıktan sonra ilk defa gözaltı arabasında dayak yedim. Böyle bir şeyi daha önce yaşamamış olduğumdan şaşırmıştım, ama ilerleyen yıllarda çevremdeki herkesin tehditlerle yaşamaya başlaması, herkesin bir şekilde hapse girme ihtimaliyle hayatlarını sürdürmesi üzerine hiçbir şeye şaşırmamaya başladım. Bir dönem ben de bu baskıdan ciddi şekilde etkilendim. Özellikle DTCF’de faşistler bir saldırı düzenlediği zaman paranoyaya kapılıyordum. Gelenekleri bu; önce DTCF’de olay çıkartırlar, sonra bizim olduğumuz Cebeci Kampüsü’ne gelirler. Ben de çevremdekilerin benden ötürü zarar görmesini engellemek için kimselerle birlikte olmak istemiyordum. Sorsalar sebebini de söyleyemezsin. “Beni dövebilirler, öldürebilirler, kesebilirler. Yanımda olmayın.” Garip bir psikolojiye giriyorsun ama bir süre sonra bu psikolojiye kendini adapte ediyorsun, temel sıkıntı bu.
Kişi şiddet görebilme ihtimaline alışıyor yani.
Tabi canım. “Burası Türkiye, olur böyle şeyler” diyorsun.
Beraberinizdekiler de bu ihtimale alışıyorlar mı?
Onlara mümkün olduğunca belli etmemeye çalışıyorsun böyle şeyleri. Genellikle “Senin başına gelmez” gibi düşünüyorlar zaten.
2009’daki gözaltıdan 2011 Haziran ayına dek başka gözaltı veya şiddet olayı yaşadınız mı?
O arada öğrenci hareketindeki herkes için önemli bir eşik olan 4 Aralık hadiseleri yaşandı. Pek çok defa gözaltına alındım ancak 4 Aralık’taki olayları apayrı bir yere koyuyorum, İstanbul polisiyle tanıştığımız tarihtir.
4 Aralık 2010’da uzun zamandır pek kullanılmayan bir şiddet biçimi bir anlamda yeniden ortaya çıktı. Polis öğrencilerin olduğu otobüslerin önünü kesip, seyahat özgürlüklerini engelleyerek, dayak atıp geri yollamıştı.
Polis artık Türkiye genelinde çağrı yapılan her eylemde bu yönteme başvuruyor. İlk test bizle yapıldı. Bu olgu, AKP’nin devletin her kademesine hakim olduğunun bir başka kanıtıdır aslında. Her ilin mahkemesi karar çıkartıp otobüslerin aranmasını talep ediyor. Her şehrin mahkemesi otobüsler için aynı anda arama kararı çıkartabiliyorsa yargıya egemen bir grup var demektir.
4 Aralık’ta Başbakan Erdoğan üniversitelerin rektörleriyle bir araya geliyordu, biz de akademisyenlerin, sanatçıların ve öğrencilerin katılacağı alternatif bir forum toplamak istedik. Yürüyüşe veya eyleme değil, toplantıya gidiyorduk yani. Üç otobüs sabaha karşı yol alırken bir anda İstanbul’un girişindeki Kurtköy civarında yüzlerce polis olduğunu gördük. Bize herhangi bir müdahalede bulunmalarına ihtimal bile vermediğim için “Herhalde bunlar bizim için gelmemişlerdir. Allah Allah, ne var ki bugün?” diye düşündüm. Ama çok geçmeden bizi durdurmak için geldiklerini anladık.
Polisler sizi durdurunca ilk olarak ne söylediler?
“İstihbarat aldık, olay çıkartacakmışsınız. Gözaltındasınız, bu bir koruma tedbiridir. Hakkınızda herhangi bir yasal işlem yapılmayacak ama direndiğiniz takdirde olacaklardan sorumlu değiliz. Geri dönün” dediler. Ankara’dan İstanbul’a 7 saatlik yol gelmişiz, “Sizi eskortlarla Ankara’ya kadar götüreceğiz” diyorlar. Öğrenciler dışında yalnızca otobüs şoförlerinin olduğu, etrafta hiçbir yerleşim bulunmayan bir yerdeydik. O ıssız noktada dirensek bizi hacamat edeceklerini anladık, geri dönme kararı aldık. Geri dönüş yoluna geçtikten sonra, en önde giden otobüsten bir arkadaş Tuzla’ya girmeden önce otobüsü zorla bir konaklama tesisine soktu. Otobüsteki arkadaşlar polisler otobüsü abluka altına alamadan otobüsleri terk ettiler. Biz onu yapamadık, polis etrafımızı sarınca otobüsün içinde kaldık. Aşağıda ise dışarıdaki arkadaşlarımız bizim otobüsten tahliye edilmemiz için polislerle tartışıyorlardı. Sonra işler çirkinleşti. Polis şiddet uygulamaya başladı. Öyle ki, canları sıkıldıkça dövüyorlardı. Biz de içeriden izliyoruz, “Biz de inelim, hiç değilse arkadaşlarımızla birlikte dayak yiyelim” diyoruz. İş öyle bir noktaya geldi ki, arkadaşlarımız artık yedikleri dayaktan yılıp “Tamam, izin verin otobüsümüze binip geri dönelim Ankara’ya” der oldular.
Otobüslere geri binip Ankara’ya dönmenize niçin izin vermediler?
İşi yokuşa sürdüler. Otobüse geri binmek isteyenleri bu defa otobüslerin etrafını çevirip engellediler. O sırada arkadaşlarımız pazarlık yaptılar; polis hiç değilse bizim de otobüsten inmemize izin verdi. Ama bu sefer de inerken dövmeye başladılar. “Yahu bize inin dediniz” diyoruz, hiç dinlemiyorlar. 15-20 kişilik bir polis kordonunun içerisinden geçerek otobüsten iniyoruz, o sırada yere düşüre düşüre dövüyorlar hepimizi. Bir yandan da gülüyorlar. Polis eylem halinde olmayan vatandaşı dayakla gözaltına alıyor, gözaltında arabasında dövüp sonra yine aşağıya atıyor. Miraç Ekrem Efe adlı bir arkadaşımızın burnu kırıldı, birkaç ameliyat geçirmek zorunda kaldı. Aynı gün bu olaylar üzerine İstanbul’da yapılan protestolarda yer alan bir kadın, uğradığı fiziksel şiddet yüzünden bebeğini düşürdü. Öyle bir polis şiddetine maruz kaldık ki daha öncekilerin kayda değer olmadığını anladık. Dövdüler de dövdüler anlayacağın. 4 Aralık, oraya gelen vatandaşların hepsi için inanılmaz bir eşikti. Çok travmatikti. Orada, basının ve kamuoyunun olmadığı bir yerde öğrenciler ile polis başbaşa kaldığında, polisin ayarının ne kadar kaçabileceğine şahit olduk.
Sonraki dönemde 4 Aralık örgütlülüğü nasıl etkiledi?
4 Aralık’taki gibi bir şiddetle karşılaşınca örgütlü harekete katılanlar daha da kararlı hale geliyor. En motive, en enerjik dönemimizi bu müdahaleden sonra yaşadık. Devlet adına yanlış bir müdahaleydi yani. Böyle müdahaleler insanların sınırlarını, eşiklerini yükseltiyor. “Bunu da yaşadık, bir şey olmadı” deyip daha büyüğüyle yüzleşme cesareti buluyor.
4 Aralık 2010’dan Ankara’daki Hopa protestolarına kadarki dönemde neler yaptınız?
8 Aralık’ta Burhan Kuzu’ya karşı yumurta eylemini gerçekleştirdik. Bir anlamda 4 Aralık’ın intikamını alıp kendi içimizde güven tazeledik. Riski düşük ancak etkisi yüksek bir protestoydu, bu anlamda çok sağlıklı bir eylem biçimiydi. Bu eylemle birlikte devletin de dikkatini çekmiş olduk. Bunu da şuradan anlıyoruz; Hopa olaylarının ardından tutuklandıktan sonra iddianamelere baktığımızda kişisel olarak bizleri ilk defa 8 Aralık’tan sonra takip etmeye başladıklarını gördük. 5 yıldır eylemlere katılırım, çok daha sert eylemlere de katıldım ama iddianameye giren ilk eylemim 8 Aralık. O noktada fişlenmişiz, Emniyet’te bir Ozan Gündoğdu dosyası açılmış.
Ankara’daki Hopa protestoları ve sonrasında yaşananlar ülke kamuoyunda çokça tartışıldı ama olayların bir de sizin deneyimlediğiniz kısmı var. 31 Mayıs 2011’de neler yaşadınız?
31 Mayıs bizim için herhangi bir gündü, Başbakan’ın seçim gezileri kapsamında Hopa’ya gideceğinden ve orada protestolar olacağından haberimiz yoktu. Olayları televizyonda ilk gördüğümüzde de fazladan bir heyecan duymadık, zaten o günlerde her yerde benzer şeyler oluyordu. Metin Lokumcu saat 10’da ölmüştü ama 13.30’a dek Metin Hoca’nın ölümünden haberdar değildik. Yavaş yavaş bilgiler elimize ulaştıkça, olayların geçmişte Fatsa’da yaşananlarla benzerlikler taşıdığını gördük. Başbakan’ın tüm seçim programındaki tek ilçe ziyareti ve herhangi bir ilçede değil, daha önce iktidarın hangi mensubu gittiyse ağır protestolarla karşılaştığı Artvin’in Hopa ilçesinde düzenleniyor. Seçim programında olmayan, son gün kararlaştırılan bu ziyaretle Başbakan, “Ben burayı fethedeceğim” diyor bir anlamda. Oradaki hukuksuzlukları ve Lokumcu’nun ölümünü protesto etmek için Ankara’da bir yürüyüş düzenleneceğini öğrendik. Benim o sırada ertelenmiş cezam ve davalarım vardı. Ama bir yandan da Metin Hoca’nın fotoğraflarını, görüntülerini görmüşüz, Metin Hoca’yı tanıdığımızı da fark etmişiz. İşin içinde bir de polis var. Polisi zaten sevmiyoruz, üstüne üstlük polis bir de tanıdığımız bir kişiyi öldürmüş. Tutuklanma riskini göze alarak yürüyüşe katıldık. Sakarya’da yaklaşık 2 bin kişi toplanmıştı. Herkes Lokumcu’nun fotoğrafını yakasına iğnelemişti, pek çok kişi ağlıyordu. Son derece radikal sloganlar, büyük bir güçle atılıyordu. Bunlar olurken Sakarya’da bir tane bile polis yoktu. Hopa’da devletin yanlış yaptığının farkındaydılar, bunu bir şekilde toparlamak istiyorlardı. Daha önce katıldığım hiçbir yürüyüşe benzemiyordu. Sakarya’dan AKP il binasına kadarki 300 metrede slogan atmaktan herkesin mi sesi kısılır? Öyle bir öfke, öyle bir hınç vardı. Herkeste “Artık bu kadarı da fazla” duygusu vardı.
Polisle ilk karşılaşmanız nasıl oldu?
AKP il binasının önüne Katil AKP yazan siyah çelengi bırakmak üzere geldik. Muazzam bir duygusal atmosfer vardı. Polis barikatının önüne geldiğimizde ilk defa polislerin ciddi bir korkuya kapılmış olduklarını gördüm. Çatışma çıkacağından o kadar emindiler ki anons bile yapmadılar! Bir sivil polis gelip, “Daha fazla yürümüyorsunuz, buraya kadar” dedi ama gerekçesini bile söylemedi. Barikata yüklenen ilk gruba biber gazı sıkılması olayların fitilini ateşledi. Yaklaşık 700 kişi, 20-30 metre mesafeden polis barikatını taşlamaya başladı. Ben de o şaşkınlıkla barikatın önündeki panzere tırmanmış, polislerin kasklarına vuruyor, bir yandan da bağırıyordum. O sırada Dilşat Aktaş da bir panzerin üzerine çıkmıştı. Dilşat’a elimi uzattım, tam panzere tırmanmak üzereydim ki kafama muhtemelen bir taş geldi. Zaten o kadar kişi barikatı taşlarken ne işin var barikatın önünde? Tam deli cesareti işte. Kafama taş gelince düşüp bayıldım, bunun üzerine iki arkadaşım beni Çağ Hastanesi’ne götürdüler. Zaten gözaltına da orada alındım.
Başınızdan yara almış olmanıza karşın nasıl gözaltına alınabildiniz?
Hastaneye gidince adli rapor tutulmasını istedim, “Polis gelsin benim başımı kimin kanattığı ortaya çıksın” dedim. Kısa bir süre sonra hastanenin önüne bir çevik kuvvet otobüsünün geldiğini gördük. Tutanak tutmaya değil, beni gözaltına almaya gelmişler. Üniversitelerle ilgilenen bir polis, “Ozan Bey gözaltındasınız” dedi. Doktor karşı çıktı, “Vatandaş başından yaralanmış, bir gün müşahade altında tutulması gerekiyor. Durumu iyi değil” dediyse de, polis memuru bunu kabul etmedi ve “Arkadaşlar ona iyi bakarlar” deyip bizi gözaltına aldılar. Hastanede olduğumuzdan, etraftaki hastalara zarar gelmemesi için direnmeden paşa paşa gittik, gözaltı arabasına bindik. O sırada içimden, “Muhtemelen birkaç tokat yeriz” diye geçiriyordum ama hastanede olduğum süre içerisinde olayların ne boyuta ulaştığını bilmiyordum. Fanon’un bir tespiti var, “Şiddete maruz kalan topluluklar, şiddeti boşa çıkartmazlar depo ederler. Yeri geldiğinde kritik bir anda o depoyu topyekün boşaltırlar” diyor. Yıllardır düzenli olarak polis şiddetine maruz kalıp bu şiddetin karşılığını verememiş arkadaşlar, “Düşmanımız polis, bir öğretmeni öldürmüş” deyip karşı şiddete geçmişler. Trafik polislerinden biri gruba silah çekmiş. Grup bunu görünce silahını elinden alıp polisi darp etmiş. Kızılay Güvenpark’taki çevik kuvvet arabalarının etrafını sarıp, araçları sallamışlar. Polisler korkudan dışarı çıkamamışlar. Anlayacağın, polisler de büyük bir bunalıma düşmüş.
Hastaneden alındığınızda Kızılay’da polisle çatışanlar da gözaltına alınmışlar mıydı?
Biz ilk olarak 6 kişi gözaltına alındık. Ondan sonra Kızılay’dan toplayıp toplayıp otobüse getirdiler. En sonunda 55 kişi olduk. 50’lerinde bir kadın olan biteni görünce “Abartmayın” demiş polislere. Ankara Emniyet Müdür Yardımcısı Kenan Kabak, “Gözaltına karşı çıkanları da alın” diye anons yapınca kadını da otobüse getirip dövmeye, tekmelemeye başladılar. Canları sıkılınca da dışarı attılar.
Gözaltına alınmanızdan emniyete götürülmenize kadarki sürede neler yaşandı?
Gözaltına alındıktan yarım saat sonra kelepçelendik ve saat 19:30 sularında Akköprü’deki emniyet binasının önüne getirildik. İçeri girdiğimizde saat 23:54’tü. O süre boyunca düzenli bir dayak yedik. Her çevik kuvvet her eylemciye vurmak istiyor, dolayısıyla bir nöbet değişimi yaşanıyordu. Aşağıda bekelyen yığın, dayak atanlar 10 dakikayı geçirdiği zaman, “Aşağı inin artık, sıra bizde” diye bağırmaya başlıyordu. 4 saat boyunca sistematik bir işkence gördük. Etlerimiz kalktı. Bayılanları ayıltıp ayıltıp dövdüler.
Polis gündüzki eylemde düştüğü aciz durumun intikamını mı aldı sizden?
Aynen öyle. Gözaltına alınanlar arasında bir de avukat vardı. Adam “Ben avukatım” dedikçe polis, “Ben de devletim” deyip dövüyordu. Böyle bir ruh halindeydiler yani. Zaten yaralıydım, bir de oradaki işkence eklenince bir süre sonra yüzüm gözüm tamamen kan oldu, dikişlerin iki üç tanesi deriden kalkmış. Kan aktığını farkediyorum ama bir yandan da, “kendimi salmayacağım, gerekirse sonuna kadar dayağımı yerim” diyorum. Saat 22:00 gibi, çok rahatsız olunca “Kan akıyor” dedim. Öyle deyince şöyle bir baktılar, herhalde görüntüm çok fenaydı ki peçete getirdiler. Bu defa da peçeteyi getiren polis elindeki peçeteyle yaramın üzerine vurmaya başladı. Kan aksa da, ağzıma girse de kan akıyor demedim bir daha. “Bugün illa ki bitecek, hiç değilse birilerinin karşısına bu vaziyette çıkayım da durumumuz anlaşılsın” diyorum. Saat 22:30 gibi avukatların geldiğini duyduk. Duyduk diyorum çünkü avukatların gelişini attıkları sloganlardan anladık. 50-60 avukat gelmiş ancak polis araca girmelerine izin vermiyor. Avukatlara gaz sıkılıyor, bunun üzerine avukatlar slogan atmaya başlıyorlar.
Otobüsteki sistematik işkenceyi polis ne üzerine sonlandırdı?
En sonunda saat 23:30 civarında Ankara Barosu Başkanı Metin Feyzioğlu girdi otobüse. Onu engelleyemediler herhalde. Feyzioğlu, “Arkadaşlar ben Ankara barosu başkanıyım, durumundan şikayeti olan var mı” deyince hepimiz şaşırdık. Yüzümün çok kötü bir halde olduğunu bilen polisler beni gizlemek için önüme geçtiler hemen. Bir tanesi de sesimi çıkartmayayım diye omzumdan bastırmaya başladı. Şoktan kurtulup Metin Feyzioğlu’nun ne söylediğini anlamam o müdahaleyle oldu. Konuşanın doğruyu söylediğini, bunun bir numara olmadığını o polis omzuma bastırınca anladım. Bir anda ayağa kalkıp, “Metin Bey buradayım, yardım edin” diye bağırmaya başladım. Bunun üzerine başkaları da ayağa fırladı. Feyzioğlu beni gösterip, “Aşağıya yanıma getirin” dedi. Beni Feyzioğlu’na götüren polisin yüzündeki ifade üç saatlik dayağa değerdi. “Adamı dövdük dövdük, baro başkanı da geldi. Yandık şimdi!” diye düşündüğü yüzünden okunuyordu. Durumumun ne kadar kötü olduğunu, beni gören Metin Feyzioğlu mide bulantısından öğürünce anladım. “Çabuk herkesi tahliye edin, bitsin bu işkence” dedi. Bunun üzerine emniyet binasına götürüldük.
Benzer muameleler emniyette de sürdü mü?
Emniyete götürüldükten sonra fiziksel şiddet görmedik. Gözaltı süresi dolunca savcının karşısına çıktım. 31 Mayıs akşamı başımıza gelenleri anlasın diye özellikle yüzümü yıkamamıştım. Bütün yüzüm, sakalım, boğazım, kıyafetlerim kurumuş kanla kaplıydı. O halde karşısına çıkmama rağmen, “Senin yüzüne ne oldu” diye sormadı bile.
Hakkınızda düzenlenen ilk iddianame ile, kamuoyuna Hopa Davası olarak yansıyan iddianame farklı. İlk tutuklandığınızda hakkınızda hangi suçlamalar vardı?
3 gün hücrede bekletildikten sonra tutuklanma talebiyle 11. Ağır Ceza Mahkemesi’ne sevk edildik. Bizi beş ayrı terör örgütüyle ilişkilendirmiş. Sebebi de, polisin bu örgütlerin internet siteleri olarak değerlendirdiği adreslerde katıldığımız eylemin çağrılarının bulunmasıymış. Biz de bu çağrılara uymuşuz. İddianameyi görünce rahatladık, bu iddialardan bir şey çıkmayacağını düşündük. Hakim de ifadelerimizi aldıktan sonra isnat edilen bu suçu düşürdü zaten. Ama iki ayrı suçtan, kamu malına zarar vermek ve 2911 sayılı toplantı ve gösteri yürüyüşleri kanununa muhalefetten tutuklandık. Hakim örgüt iddialarını değerlendirmedi ama kendi görev alanına girmeyen konular yüzünden tutuklanmamıza karar verdi. Böylece cezaevine girdik. Cezaevine girişimiz ve sonraki yargı süreci başka bir tartışmanın konusu ama polisle ilgili şu değerlendirmeyi yapabiliriz: Teknolojinin bu kadar ilerlediği bir dönemde, devletler daha saydam olmak durumunda kalıyorlar. Ama gözaltı arabası gibi saydam olmayan yerlerde işler başka bir şekle bürünebiliyor. 4 Aralık 2010’da Tuzla’da olanların bir benzeri, 31 Mayıs 2011’de Ankara’da daha ağır biçimde yaşandı. Kameraların, basının, halkın olmadığı yerlerde, yani herhangi bir denetim mekanizmasının bulunmadığı anlarda polis vahşileşiyor. Bu süreçte belki biz şiddet gördük, cezaevinde kaldık ama halk da polise düşman oldu.