İlk yayın: 15 Haziran 2011 @ homoinsurrectus.wordpress.com

Türkçesi “İnsan Neyle Yaşar?” biçiminde ifade edilebilen “Denn wovon lebt der Mensch?” ifadesi İstanbullular’a, dikkatli sanatseverlere ve tiyatroyla ilgilenen kimselere pek yabancı değil. İki senede bir gerçekleştirilen Uluslararası İstanbul Bienali’nin 11’incisi, geçtiğimiz sene bu başlık ile şehirde boy göstermişti. Bienal tipi “kültür-sanat” etkinlikleri birer pazarlama aracı biçiminde değerlendirme eğilimindeki sol yazın başta olmak üzere, bienal organizasyonu seçtiği başlık sebebiyle pek çok kesimce yoğun olarak eleştirilmişti. Tartışmayı 11. Uluslararası İstanbul Bienali ve ilgili etkinlik hasebiyle tekrar tartışılan sanat-piyasa ilişkisi bağlamından bir süreliğine koparalım ve bienalin ödünç aldığı “İnsan Neyle Yaşar?” deyişinin ilk elden kullanımına göz atalım.Söyleyişin ilk kullanımı, aynı adlı şarkı biçimde Bertolt Brecht, Kurt Weill ve Elisabeth Hauptmann ortaklığıyla kaleme alınan “Üç Kuruşluk Opera” adlı oyunun ikinci perdesinde kendine yer buldu. Aralarında William Burroughs ve Tom Waits’in de olduğu pek çok sanatçı tarafından farklı şekillerde yorumlanan eser, 1928’deki prömiyerinden sonraki süreçte dönem dönem popülerliğini yitirdiyse de, günümüzde bir klasik olarak değerlendirilir vaziyette.

Oyun, ütopik marksist bir üslupla piyasa ekonomisi işgalinin yarattığı toplumsal değişimi betimlemeye çalışırken, sınıfsal eleştirileri tiyatro sahnesinde dillendiriyor. Sanayi Devrimi ile birlikte olgunlaşma dönemine giren küresel kapitalist sistemin iki yüzlü mülkiyet anlayışı bu eleştirinin temelinde yer alıyor. Sanayi kapitalizminin, mülkiyet sisteminin sonuçlarını ve ekonomik ilerlemenin bedellerini doğal süreçlermişçesine gösterme çabaları ve bu fenomenlerin mistik bir biçimde sorgusuz sualsiz kabullenilmesi, Brecht tarafından dolaylı olarak eleştiriliyor.

“Üç Kuruşluk Opera” eserinin Penguin Books tarafından basılan edisyonunun kapak resmi

Gerçekten de, ne Brecht’in ne de çağdaşı olan herhangi bir sanatçının, Sanayi Devrimi ile başlayan toplumsal değişimi — merkez ve perifer ülkelerde farklı izdüşümleri olan, sermaye birikimindeki artışın yükünü dünyanın her yerinde emekçilerce omuzlandığı bir değişim dalgası — fark etmemiş ve bu süreçte ters giden bir şeyler olduğunu hissetmemiş olması düşünülemez. İnsanların yaşantılarını kökten değiştiren bu “mucizevi ilerlemenin” temelinde, üretim aletlerindeki şaşırtıcı gelişim yatıyordu desek yanlış olmaz, lakin eksik bir nitelemede bulunmuş oluruz.

***

Üretim aletlerindeki şaşırtıcı teknik gelişme, 16’ncı yüzyılda yaygınlaşmaya başlayan piyasaların agresif bir genişleme sürecine girişi, ulaşım imkanlarında hızlı artış ve paralel biçimde maliyetlerdeki düşüş gibi pek çok olgunun etkileşim içine girerek yarattığı bir şey Sanayi Devrimi.

Yine de, “kompleks üretim araçlarının tasarımının gerçekleştirilerek üretilmeye başlanması ve mühendislikteki ilerlemeler” gibi masumane bir etkiyle başlamak bize Sanayi Devrimi’ni, takip eden etkileri, yarattığı toplumsal değişimi ve kapitalist dünya ekonomisindeki yaşayışın koşullarını anlamakta kolaylık sağlayacaktır.

Belirttiğimiz gibi, kompleks üretim araçlarının ortaya çıkışı Sanayi Devrimi’nin itici gücü olmakla kalmaz, kapitalist dünya ekonomisinin ilerleme sürecini de onulmaz bir biçimde hızlandırır. Kompleks üretim araçları, ancak ve ancak belirli ön-şartların varlığında anlamlı hale gelir (En temel koşul, üreticilerin geçimlik üretimden vazgeçip piyasaya yönelik üretim yapmaları şarttır, bu temel koşul Sanayi Devrimi öncesi erken-kapitalist dönem için de geçerlidir). Öncelikle, üretim geniş bir ölçekte gerçekleştirilmelidir. İkinci olarak, üretimi gerçekleştirecekler hammaddeye erişimde zorluk yaşamamalıdırlar; yani hammadde kaynakları halihazırda metalaştırılmış ve piyasada değerini bulur hale gelmiş olmalıdır. Üçüncüsü, geçimlik faaliyetlerinden bir şekilde koparılmış veya kopmak zorunda bırakılmış olanların ücretli emekçi olarak piyasanın belirlediği ücretler karşılığında, üretim için gereken emek stoğunu oluşturmaları gerekmektedir, böylelikle emek devletin belirlediği para birimince değerini bulur ve devletçe tasarlanan para birimi emekçi-tüketici tarafından kullanılır hale gelir. Ancak ve ancak bu koşulların sağlanması kompleks üretim araçlarının kullanılmaya başlanmasını Sanayi Devrimi’nin itici gücü haline getirebilirdi.

Geleneksel toplumlarda bu ön-koşullar kendiliğinden varolmazlar; Polanyi’nin belirttiği üzere, “hazır değildir, yaratılmaları gerekir.” Bu “yeni”koşulların varolacağı yeni düzende şüphesiz ki en temel değişim, geçimlik üretimin terk edilip, piyasa için üretime geçilmesidir. İnsanların ise eski yaşayışlarını terk ederek emeklerinin değerini onların dışındaki faktörlerin belirlediği “piyasa” içinde yaşamaya başlamaları, ancak bir baskı mekanizmasıyla açıklanabilir. Bu baskı mekanizması kim tarafından yürürlüğe konur ve nasıl işler? Liberal mitosların aksine, piyasa ekonomisinin ön-koşullarını yaratan sürecin başat aktörü, devletin ta kendisidir.

Devlet, önce toprak çevrilmeleri (enclosure) yoluyla hayatını geleneksel yollarla (geçimlik üretim) sürdüren köylünün ve kasabalının ortak mülkiyetlerle olan ilişkisini keser. Yaşam alanını çevreleyen ormanları, nehirleri kullanamaz hale gelen köylü ve kasabalı geçimlik üretimini sürdüremez, hayvanlarına bakamaz, kendine yeter miktarda tarım yapamaz hale gelir. Yine de bir biçimde hayatını sürdürmelidir; devletin ona dayattığını yerine getirmekten başka çare yoktur. Eskiden ortak mülkiyet sayılan topraları kendi özel mülkiyetine katacak birikime sahip olmayanlar yakın kentlerin yolunu tutar ve yaşamak için emeklerini para karşılığında satmak durumunda kalırlar.

Mülksüzleştirilmiş bir Latin Amerika köylüsü

Devlet ve büyük üreticiler, bu eylemilerinden iki temel kazanım elde ederler; geçmişte özel mülkiyet altına alınmamış toprak parçaları artık kişilerin eline geçmiştir. Bu topraklarda geniş ölçeklerde üretim yapılabilir, hammadde temin edilebilir, barındırdığı doğal kaynaklar özgürce sömürülebilir. Diğer taraftan, piyasaya üretim yapacak işletmeler, emeğini satmaya zorlanan işçilerden oluşan geniş bir istihdam stoğuna kavuşurlar. İşin garibi, tüm bu gelişmeler insanlara büyük bir “sıradanlık” ve “önlenemezlik” vurgusuyla sunulurlar. İngiltere ve sonrasında tüm devletlerin izlediği yukarıdaki şablonda yer alan mülkiyet düzenlemelerinin doğa kanunlarına son derece uygunmuşçasına lanse edilirler.

Oysa ki bundan yaklaşık ikiyüz yıl önce, Proudhon kişisel mülkiyetin “hırsızlık”olduğunu belirtiyor ve onu “toplumun dışında bir hak” olarak tanımlıyordu. Özgürlük ve eşitlik gibi kavramların gerekliliği üzerinde bir fikir birliğine varılabiliyorsa da, mülkiyetin varlığı bu ikisinin varlığını olanaksız kılar. Herkesin malları kamu malları olsaydı, koşulların herkes için özdeş olacağı gerçektir. Tersi durumda, bireylerin mülkiyet edindiği zaman ise eşitlik toplumun aleyhine bozulur, özgürlük ise mülkiyet sahibi olmayan bireylerin kendilerine piyasa tarafından sunulan tercihler arasında seçim yapmaya zorlandığı bir trajedi haline gelir.

Proudhon’un fikirleri, Cicero’nun çok önceleri yaptığı saptamalarda somutlaşıyor:

“Cicero toprağı geniş bir tiyatroyla karşılaştırıyor: Quemadmodum theatrum cum commune sit, recte tamen dici potest ejus esse eum locum quem quisque occuparit. Tiyatro, diyor Cicero, herkes için ortaklaşadır; ama bu arada herkesin içinde aldığı yer kendininkidir; yani açıkçası burası kendine mal edilmiş bir yer değil, kazanılmış bir yerdir. Bu karşılaştırma mülkiyeti yok eder; ayrıca, eşitliği içerir.”

Pierre Joseph Proudhon’un portresi

Böylelikle herkes ancak kendine yetene sahip olmaya hak kazanabilir. Sahip olmaya hak kazanılan, sahip olabileceği şeylerin muğlâk sonsuzluğu değil, ama herkesçe sahip olma hakkı bulunan mutlak gereksinimlerdir:

“Buna göre, herkes keyfince yerine yerleşsin, yerini güllük gülistanlık etsin ve elinden gelebilirse, burayı düzeltsin, böylesine izin vardır; ama işgüzarlığı kendisini ötekinden ayıran sınırı geçmesin hiçbir zaman. Çiçero’nun öğretisi eşitlik hakkına dayanır; çünkü işgal temiz bir hoşgörü olduğuna göre, hoşgörü karşılıklı ise, hoşgörü olmaktan çıkmazsa, tasarruflar eşittir.”

***

Proudhon ve Cicero’nun kişisel-toplumsal mülkiyet üzerine belirttikleri bir yana, Türkiye günümüzde Sanayi Devrimi öncesi İngiltere’sinin geçtiği süreçlerin daha güncel, fakat eşit ölçüde yıkıcı bir benzerini deneyimlemektedir. Cumhuriyet tarihinde dönem dönem tecrübelenen, 24 Ocak Kararları ile kritik bir dönemeci geride bırakan mülksüzleştirme süreci, tüm vahşiliği ve yeni neoliberal aromasıyla Anadolu’daki geleneksel yaşam biçimlerini tehdit etmeyi sürdürmektedir.

Diyarbakır’da inşaatı süren Kral Kızı Barajı HES Projesinden bir kare

Özellikle 2000’li yıllar ile birlikte ortaya çıkan enerji politikaları, geleneksel yaşam biçimlerinin sona erdirilmesi hususunda kararlı bir adım olarak değerlendirilebilir. Anadolu halklarının geleneksel yaşam biçiminin en birincil kaynağı olan dereler, ırmaklar, çaylar, kısaca su kaynakları, devlet-büyük işletme işbirliği ile enerji yatırımlarına konu olmaktadır. “Mikro Hidro Elektrik Santraller (HES)” ile karakterize olan fenomen, İngiltere’de ortaya çıkan modelin farklı bir uygulaması olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu yeni modelde, Anadolu insanının geleneksel yaşamının birincil kaynağı olan suyun kullanım hakkı önce büyük şirketlere 49+49 yıllığına kiralanır, ardından ilgili yerlerde HES’ler inşa edilir. HES, su kaynağının etrafındaki ekosistemi yıkımın kenarına getirmekle kalmaz, köylüyü hayvanlarını besleyemez, tarlalarını sulayamaz ve hatta kişisel ihtiyacı için kullandığı içme suyuna dahi özlem duyar hale getirir. Geleneksel yaşam biçimini sürdüremez hale gelen Anadolu’lu, çareyi köyünü terk etmekte bulur. Ondokuzuncu yüzyıldakiyle benzer biçimde, süreçten yine devlet ve sermayedarlar karlı çıkarlar. Devlet politik kampanyalarında kendilerini destekleyecek yeni sermayedar gruplarıyla işbirliği haline giriyor veya yepyeni sermayedarlar yaratıyor. Ulusal işgücüne yeni ücretli emekçiler ekliyor ve enerji ihtiyacının çok küçük bir kısmını karşılamış oluyor. Büyük işletmeler ise sermaye birikimlerini artırırken, yöredeki yaşama hakkı elinden alınan köylünün boşalttığı alanlardaki doğal kaynaklara el koyma imkanı eski duruma kıyasla fevkalade yükseliyor.

1971–2001 yılları arasında elektrik üretiminde kullanılan kaynakların yıllara göre değişimi

Devlet, bu duruma karşı örgütlenen yerel direnişleri ve kent kökenli aktivistleri bozgunculukla suçlarken, toplam enerji ihtiyacının son derece küçük, marjinalleşmiş bir bölümünü teşkil eden HES’lerin toplumsal bedellerini görmezden geliyor, veyahut bu bedeller yukarıda sayılan kazanımların yanında teferruat kalıyor. 2006 yılında yayınlanan 2.nolu Birleşmiş Milletler Dünya Su Kalkınma Raporu’na göre, elektrik üretiminde kullanılan enerji kaynakları arasında su kaynaklarının rolü gittikçe önemsizleşiyor; 1971’de su kaynakları elektrik enerjisi üretiminin yaklaşık %20’lik bölümünü oluştururken, 2000’lerin başında bu oran %10’ların altına düşüyor (Şekil-1). Toplam enerji üretiminde ise su daha da az kullanılan bir kaynak olarak karşımıza çıkıyor; 2006 yılı itibarıyla suyun toplam enerji üretimindeki payı yalnızca %2,2 (Şekil-2).

2002 yılında toplam enerji üretiminde kullanılan kaynaklar ve oranları

Gelelim yazının başında 11. Uluslararası İstanbul Bienali vasıtasıyla dillendirdiğimiz sanat-piyasa ilişkisi ve sanatın sorumluluğu meselesine. Dostoyevski varoluşçuluğunu basitçe, sanatçı kimliğinden ziyade insani duyarlılığıyla “Her insan herkes karşısında her şeyden sorumludur”biçiminde ifade eder. Sartre ise sanatçının sorumluluğunu anlatır; sanatçının bir nesneyi tanımlamasıyla işlerin tamamen farklılaşabileceğine işaret eder:

“İşte, masanın üstünde bir bardak. Bu bir bardaktır, diyorum. Adını söylüyorum size . . . Ona verdiğim ad değiştirmez onu, neyse yine odur, benim sesimin soluğu onun durumunda hiç bir değişiklik yapmamıştır . . . Madem, edebiyat sözle bardağı değiştiremiyor, yapacak bir işi kalıyor: o da, kelimelerle bardağı kopya etmeye çalışmak, gerçekçi ressamın renkleri kopya ettiği gibi. Bu da ne olacak; bardağın bendeki türlü izlenimlerini anlatmak.

…Bardak dediğim zaman, görünüşte bir şey değiştirmiş olmuyorum, doğru. Aslında bardak dediğim zaman, onu kendim için de, başkası için de karanlıktan çıkarmış oluyorum. Onu belki görmemiştiniz, ya da toplu bir algı içinde bardak kaybolmuştu. Bundan ötürü, ben bardak der demez, bu sözümle, ne kadar küçükten de olsa, dünyanız değişmiş oluyor. O anda sizin için, biraz önce yok olan bir şey var oluyor. Adını söylememle birlikte, bardak, dünyanıza katılıyor ve şimdi onunla bir alışverişe girmiş oluyorsunuz.”

İnsan ne olduğundan sorumludur. Varoluşçuluğun gerçekleştirmeyi hedeflediği ilk ödev, her insanı kendi varlığına kavuşturmak, varlığının sorumluluğunu omuzlarına yüklemektir. Dostoyevski’nin ifade ettiği gibi, insan yalnızca kendinden değil, bütün insanlardan sorumludur.

Küreselleşme denen durumun bu denli güçlü olduğu günümüzde, sanatçı kendi yaşayışındaki aksaklıkların etrafına aktarılmasından sorumlu olduğundan daha da fazla, çevresinin ve tüm dünyanın içinde bulunduğu durumu topluma duyurmaktan sorumludur. Dünyadakinin yanı sıra, Anadolu’daki yaşam hakkı ihlallerinin ve suyun kişisel mülkiyete evriltilmesinin sorumluluğu da bütün sanatçıların omuzlarındadır.

“Su Boşa Akar Mı?” Sergisi, bu sorumluluğu varlığında duyumsayan bireylerin bir araya gelerek attığı anlamlı bir adımdır.

16–24 Temmuz tarihleri arasında İstanbul Asmalımescit’te ziyarete açılacak olan sergi hakkında, resmi internet adresinden daha detaylı bilgi alınabilir.

***

11. Uluslararası İstanbul Bienali’ne ait afiş

Brecht’in orijinal dizesini ufak bir modifikasyona uğratarak bitireyim; “İnsan Neyle Yaşar?”dan ziyade, “İnsan Neyle Birlikte Yaşar?” söyleyişi kimilerince çok daha ivedi bir biçimde cevaplanmalı.

“Denn womit lebt der Mensch?” Sahi, “İnsan Neyle Birlikte Yaşar?”