Doğu Eroğlu (24 Şubat 2013 BirGün Gazetesi)
Vicdani reddi tanımayan, zorunlu askerlikte direten, yüksek nüfusu militarist politikaların güvencesi olarak gören AKP iktidarı, “barış sürecini” yürütürken de gerçek yüzünü gizleyemiyor. Halkların Demokratik Kongresi heyetinin, barış sürecini anlatmak üzere çıktığı Karadeniz gezisinin ikinci durağında, Sinop’taki linç girişiminin ardından Samsun’da da saldırıya uğradığı sıralarda, Başbakan Erdoğan partisinin haftalık grup toplantısında konuşuyordu. Erdoğan, muhalefet partilerinin “gazeteci kılığı altındaki polis katilleri”ni savunmasından duyduğu rahatsızlığı ifade ettikten sonra, AKP’nin barış sürecindeki samimiyetinden bahsetmeye başladı. Lafa, “Derdimiz kanı durdurmak” diye başlayan Erdoğan çok geçmeden şunları söyledi: “Söz konusu olan vatansa, bayraksa, topraksa, bağımsızlıksa, 76 milyonun tamamı gözünü kırpmadan şehadete yürür, gözünü kırpmadan kanını bu topraklara feda eder.”
Aynı hafta, yeni anayasanın görüşüldüğü toplantılarda, Genelkurmay Başkanı’nın Başbakan yerine, doğrudan Milli Savunma Bakanı’na bağlanması konusunda mutabakata varıldığına ilişkin bilgiler gelirken, Erdoğan’ın çokça güvendiği bir isim ise Samsun’da TKP bürosuna yapılan saldırıyı önemsiz bulduğunu söylüyordu. Erdoğan’ın, iktidara gelir gelmez çok sevdiği İstanbul’unu emanet ettiği, eski İstanbul Valisi, yeni İçişleri Bakanı Muammer Güler, “Samsun’da büyük bir ihmal ya da hata görünmüyor” diyordu. Oysa linç girişimde bulunan güruhlara müdahalede bulunmayan, saldırganların panzerlere tırmanmasına aldırış etmeyen polis, HDK’nin yarıda kalan Karadeniz turundan akıllara kazınan en net görüntüydü. Yeri gelince Kürt gençlerini çiğneyip öldüren panzerler Sinop’ta durmuş, tüm muhalif kesimlere bolca nasiplendiği “kitle kontrol cihazları” merkezi yönetimden emir gelmediği için suskun kalmıştı. Linç girişimine karşı alınmış polis önlemleri o kadar zavallıydı ki sosyal medyada, “Bir sonraki Nevruz’u Sinop’ta kutlayalım; oradaki polisler çok kibar, elleri kalkmıyor!” yorumları bile yapıldı.
Başlattığı barış sürecini manipüle etmekten kendini alıkoyamayan, üçle başlayıp altıya uzanan “üç çocukizm” diskurunu devamlı tekrarlayan, kürtajı yasaklatmaya kalkarak doğum kontrolü yöntemlerine savaş açan, sezaryenle yapılan doğumların iki çocuktan fazlasına engel olduğu gerekçesiyle doğum yöntemlerine dahi karışan iktidarın eylem planı, 1960’lardan kalma ilkel kalkınmacı zihniyet kaynaklı olduğu kadar, Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihsel mirası, geleneksel devlet militarzminden de ileri geliyor. Erdoğan’ın “gerekirse şehadete yürünür” çıkışı da bu zihniyet en berrak dışa vurumlarından biri: Çözümü ancak, çok kültürlülüğü destekleyen bir toplumsal mutabakat oluşturmak, çok dilli, cinsiyetsiz, inançlara taraf olmayan, şiddet karşıtı bir kamusal uzlaşıya varmak olan bu süreçte dahi, “Türk, sünni ve eril” hedefler için tüm ülkenin ölüme gitmesi talep edilebiliyor.
‘Tüm ormanı yakma, bir kısmını feda et’
Terör yaftasıyla iktidarların önemsizleştirdiği süregelen savaşa, bugün AKP’nin sürdürdüğü militarist geleneğe başkaldırı, 1989’dan beri “vicdani ret” şeklinde ifadesini buluyor. “Söylendiği zaman makineli tüfekli adamların silahsız erkek ve kadınları kolayca ve toplu halde imha edebilmeleri”nin (Le Guin, Mülksüzler) arkasındaki motivasyonu kabul edemeyen, bu örgütlenme biçimine anlam veremeyen, savaşın cesaret ve erkeklikle olan ilişkisini kavrayamayanların, öldürmeyi reddedenlerin devlete resti vicdani ret, Türkiye’de hala yasalaşabilmiş değil.
Devletin vicdani redde karşı tutumu, orman yangınlarına müdahale eden itfaiye ekiplerinin “kontrollü yangınlar” başlatma pratiğine, yani yangını lokalize ederek ormanın kalanını güvenceye alma çabasını anımsatıyor: Vicdani reddini açıklayanlar veya vicdani redde destek verenler, toplumun kalanından ayrıştırılıyor. Bu kişilere uygulanan keyfi yaptırımların peşi sıra başlayan takipsizlik dönemleri ise propagandayı kırmayı amaçlıyor. Vicdani reddi ilgilendiren bir yasa yapılmaması da bundan; savaş karşıtlarının lehine veya aleyhine bir düzenlemenin mücadeleyi radikalleştireceği bilindiğinden, devlet “neo-liberal piyasa belirsizliğine” benzeyen bir yasasızlığın keyfini sürüyor. Bu eğilimin AKP hükümeti nezdindeki karşılığı, Avrupa Konseyi’nin ısrarlı uyarılarına verilen yanıtta görülebilir. 2012 başında Konsey’den gelen “Türkiye’de vicdani ret hakkında yasal düzenleme yok” ihtarı üzerine hükümet meselenin etrafından dolaşmaya kalkmış, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin “kötü muamele” ve “adil yargılamanın ihlali” gerekçeli mahkumiyetlerini engelleyebilmek adına, vicdani reddi bir “suç” olarak tanımlayıp belirli bir hapis cezası öngörülmesine ilişkin niyeti kamuoyuyla paylaşmıştı. Tüm söylentilere karşın somut adım atılmaması, devletin “belirsizlik stratejisi”nin kanıtı gibi.
Bir kısım vicdani retçi hapis tehdidiyle yaşamaya devam ederken, bazılarının askerlikle ilişkisi tamamen kesiliyor; devlet baskısından kurtulmanın tek yolunun, vicdani ret hakkında kamuoyu oluşturmaktan vazgeçmek olduğu anlatılan retçiler sessiz hayatlara zorlanırken, bu konuda adım atan üçüncü şahıslar (Devletçe zorunlu askerliğe elverişli bulunmayanlar, askerlik yapmış olanlar vb.) ise “halkı askerlikten soğuttukları” iddiasıyla TCK 318’in kıskacına takılıyorlar.
‘Savaş onursuzdur’
Amerikalı feminist-pasifist siyasetçi Jeanette Rankin, Japonya’ya karşı İkinci Dünya Savaşı’nda pasifik cephesini oluşturmaya ahdetmiş, tıpkı Erdoğan ve Türkiye’deki öncülleri gibi, savaşı iyi emeller için başvurulabilecek bir yöntem olarak gören çağdaşlarını, “Barışa yönelmiş en büyük tehdit, savaşı makul, onurlu ve vatansever bir eylemmiş gibi betimleyen sağcı propagandadır” diye eleştiriyordu. Gerçekten de savaş mefhumunun, altruizmle hiçbir alakası yoktur; savaş eylemine başvuranlar, başkalarının esenliği namına çeşitli fedakarlıklarda bulunma amacı gütmezler. Diğer bir deyişle savaş, halklar kazansın diye orduların, devletlerin elini taşın altına soktuğu bir olgu değildir. Türkiye’nin yapısallaşan militarizminin ve savaş kültürünün çözülmesinde ise tek gerçekçi yol, toplumsal bir sivil itaatsizlik modeli olarak vicdani reddin benimsenmesidir.