Doğu Eroğlu (26 Mayıs 2013 BirGün Gazetesi)
Kapitalizmin krizi mi derinleşiyor, yoksa derinleşen tüketim alışkanlıklarımızın tetiklediği ekolojik kriz mi?
Önceleri gülüp geçilen, pek dikkate alınmayan bir olgu, son yıllarda ciddiyetini iyiden iyiye hissettiriyor. Sindirim sistemi evrimsel olarak et tüketmeye elverişli bile olmayan insan ırkının beslenme alışkanlıklarının, gezegeni ekolojik felakete sürükleyen faktörlerden biri olduğu artık herkesçe kabul ediliyor. Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) 1990’da açıkladığı verilerde, sera gazı emisyonlarının yüzde 13’ünün hayvan yetiştiriciliği kaynaklı olduğunu belirtmişti. FAO 2006’da bu oranı yüzde 18’e çekerken, Worldwatch Enstitüsü 2009’da yayınladığı bir araştırmada hayvan yetiştiriciliği kaynaklı emisyonların payının yüzde 51 olduğunu iddia etti ve şöyle sordu: “Ya küresel iklim değişikliğinin müsebbibi inekler, domuzlar ve tavuklarsa?” İnekler, domuzlar ve tavukların yuvarlak bir masa etrafında oturup birbirlerine, “Kârlılığımızı nasıl artırabiliriz?” diye sorduklarını, ellerini (veya toynaklarını ve kanatlarını) ovuşturup kahkahalar attıklarını hayal edebiliyor musunuz? Ben bu hayali kuramıyorum, ancak kimin, hangi masalara oturduğunu da tahmin edebiliyorum!
Malthus geometrik nüfus artışının dünya kaynakları üzerinde baskı kuracağını söylerken, elbette aklından geçenler bunlar değildi. Sera gazlarından habersiz, tüm dünyaya et arzı yapabilecek tedarik zincirlerinin oluşturulabileceğini aklına bile getirmeyen Malthus’un tek söylediği, nüfus artış hızına yetişemeyen kaynak artış hızının, insan nüfusu üzerinde başka bir kontrol mekanizması ortaya çıkmadığı takdirde, felaketimize sebep olacağıydı. Doğaya olan maliyeti, getirilerinin çok üzerinde olan verimsiz bir diyetin, insan türünün yok oluşuna bu denli katkı yapacağını nereden bilebilirdi ki?
Et sadece hanehalkına lüks değil
Etobur insan beslenmesinin güncel verimsizliğini şöyle örneklemek mümkün: 1 kilo sığır eti üretmek için 16 kiloluk karbondioksit eşdeğeri salım yapılırken, aynı miktarda buğdayı üretmek için 0,8 kiloluk salım yeterli oluyor. Sığır eti üretimi sırasında ortaya çıkan sera gazı salımının, benzinli bir aracın 160 kilometre gitmesiyle oluşturduğu emisyona eşit olduğunu belirtmekte yarar var. Bu hesapla, bir sığırın üretilmesi için ortaya çıkan salım, benzinli bir aracın 12 bin 500 kilometre yol almasına denk düşüyor. (Karbondioksit eşdeğeri maliyet hesabı yalnızca canlıların doğal yoldan yarattığı salımlarından oluşmuyor. Hesaba, hayvanlar için kullanılan yemlerin üretimi, gübre ve zirai ilaçlardan doğan salımlar ile tedarik zincirlerinin karbon maliyetleri de ekleniyor.)
İnsan beslenmesi için gerekli proteinin bitkisel besinler yerine hayvansal gıdalardan alınması, gezegene büyük bir yük bindiriyor. Buna rağmen et arzı nüfus artışından daha yüksek bir oranda büyümeye devam ediyor. Üstelik bu büyüme, kapitalist dünya ekonomisinin aşina olduğu eğilimlerle de örtüşüyor; Kuzey Amerika ve Avrupa kişi başına düşen yıllık et tüketiminde listenin en tepesinde yer alırken, bu tüketimin ceremesini üçüncü dünyanın ve güney yarım kürenin emekçileri, yerel halkları ve sömürülmeye hazır doğası çekiyor. Anlayacağınız, beslenmenin doğaya maliyeti de eşitsiz bölüşülüyor.
Dışsallaştırılan doğa maliyeti
Doğal kaynaklara yönelik hücumları çoğunlukla, “Demek ki kapitalist dünya ekonomisinin krizi derinleşiyor; kapitalizm yeni bir çıkış arıyor” biçiminde değerlendirsek de, kapitalizm kendi yarattığı ekolojik krizlerden –doğanın mahvı pahasına– hep güçlenerek çıkıyor. Biraz önce bahsettiğimiz eşitsiz bölüşüm, yalnızca kırmızı et üretiminde değil, balıkçılık söz konusu olduğunda da önce yoksul halkları vuruyor. Hem bilimsel, hem ekolojik, hem de toplumsal bakımdan bu meseleye ilişkin en acıklı örneklerden biri, dünyanın ikinci büyük tatlısu kaynağı olan Viktorya Gölü’nün yirminci yüzyılda başına gelenlerdir. Hikâye, ihracat değeri yüksek Nil levreğinin göle getirilmesiyle başladı. Yırtıcı ve oldukça yayılmacı bir tür olan Nil levreği, kısa zamanda ekosistemin baskın türü oldu; Viktorya Gölü’ne özgü yüzlerce türü yok etmesi yetmezmiş gibi, ekosistemde geri dönüşü olmayan hasarlara yol açtı.
Göl etrafında yaşayan insanların hayatları da değişti. Yerel balık türlerinin ortadan kaybolması, bu türlerin avlanmasına dayanan yerel ekonomiyi çökme noktasına getirdi. Ekonomik daralmayla birlikte yerel halkın geleneksel diyetindeki protein oranı da azaldı. Nil levreği dünya piyasalarına pazarlanıyor ancak bölgedeki insanların alım gücü yalnızca ihraç edilecek levreklerin temizlenmesinden sonra geriye kalan kafa ve kuyruk kısımlarına yetebiliyor. 2001’de yazdığı makale ile yaşananları gündeme getiren Kent MacDougall, Viktorya Gölü’nün kapitalizmle imtihanını şöyle açıklıyor: “Burada, diğer her yerde de olduğu gibi, kapitalizm mütecaviz Nil levreği kadar yırtıcı, açgözlü ve nihayetinde kendini yok eden bir mekanizma olduğunu ispatladı.” Belki de Doğu Afrika’nın en önemli ekolojik varlığı olan gölün, kapitalist eşitsiz gelişim ve doğanın maliyetini dikkate almayan dışsallık prensibi ile küresel piyasaların müdahaleciliği sayesinde, 2050 yılı itibarıyla içinde yaşam olmayan bir su parçasına dönüşmesi bekleniyor.
Daha güncel bir örnek de Brezilya’dan. Amazon Ormanları’nın Brezilya sınırları içerisinde kalan kısmı için planlanan ve binlerce kişiyi yaşam alanlarından edecek, 400 bin hektarlık alanı su altında bırakacak olan Belo Monte Barajı gibi projelerin altında da yalnızca enerji arzının artırılması amacı yatmıyor. Bölgede ormansızlaştırma ile elde edilecek araziler, hayvan yetiştiriciliğinin ihtiyaç duyduğu otlaklar ve hayvanlara yem yapılacak tahılların üretileceği alanın elde edilmesi için kullanılacak. Brezilya’daki hükümetler elbette ki Amazon sakinlerinin yaşamlarına vurulacak sekteyi ve doğanın maliyetlerini hesap edebiliyorlar; ancak küresel tarım ve hayvancılık lobilerinin ısrarları bu endişelere baskın geliyor. Belo Monte projesinin inşası sürüyor.
Çözüm: Vejetaryenizm
Kapitalizmin kalbi belki New York’ta, Londra’da, Berlin’de atıyor ama sistemin kirli kanı Afrika’nın göllerinde, Güney Amerika’nın yağmur ormanlarında ve ovalarında, Türkiye’nin derelerinde ve madenlerinde birikiyor. Peki, tüm bu üretim ve tüketim alışkanlıklarının içinde, tüketici kimlikli bizler nerede duruyoruz? Küçük de olsa bir fark yaratmamız mümkün mü? Evrimsel süreçte, sağladığı zengin yağ ve proteinlerle insan beyninin gelişimini hızlandırıldığı iddia edilen hayvansal besinler, artık çok daha ekolojik üretim biçimlerine sahip sebzelerle ikame edilebilecek, maliyetli gıdalar haline gelmişlerdir. Hayvansal gıdaların tüketilmesinin etik açmazları bir yana, vejetaryenizm –ve protein değeri en yüksek sebzelerden biri olan fasulye– belki dünyayı kurtarmaya yeterli olmayacaktır ancak gezegendeki insan varlığını birkaç yüzyıl uzatacağı kesindir!