Doğu Eroğlu (22 Ağustos 2013 BirGün Gazetesi)

Gezi Parkı protestoları boyunca emniyet birimlerinin müdahale ve gözaltı usulleri, otobüslerin AKP iktidarı süresince bir alıkonma ve işkence mekânı olarak kullanılması yönteminin yerleşik bir kural haline geldiğini ortaya koydu. Özellikle Ankara ve İstanbul’da polisin yürüttüğü hukuksuz alıkoymalar sırasında kullanılan otobüsler, saatlerce süren polis işkencelerine sahne oldu. Ancak Gezi Direnişi, AKP iktidarı boyunca polisin otobüs işkencelerine başvurduğu ilk eylemlilik değil. 31 Mayıs 2011’de Metin Lokumcu’nun yaşamını yitirdiği Hopa olaylarının ardından Ankara’da yapılan protestolarda da şiddetli polis saldırıları yaşanmış, gözaltına alınan eylemciler Kızılay’a getirilen otobüslere konularak saatler süren işkencelere maruz bırakılmışlardı.

Gezi Direnişi’nin ‘gezici’ işkencehaneleri

Avrupa Birliği uyum sürecinde, soruşturma, gözaltı ve tutuklama usullerinin daha şeffaf hale getirilmesi ve bu süreçlerin kamuoyu ile yargı denetimine açılması hedefiyle karakollara ve polis merkezlerine yerleştirilen kameralar, yeni polis yöntemlerinin devreye girmesini sağladı. Karakollardaki işkenceler kameraların çekmediği kör noktalara kayarken ve sıklıkla kameraların çalışmadığı veya bakımda olduğu anlara tesadüf ederken, özellikle toplumsal olaylar sonrası yapılan işkenceler karakol dışına, yani kamuoyu denetiminin bulunmadığı mekânlara kaydı. Halkın bulunmadığı, basın erişiminin sınırlı olduğu noktalar polis işkencelerine ev sahipliği yapmaya başladı. Gezi Direnişi boyunca ve öncesinde en dikkat çeken işkence mekânı ise otobüslerdi. Gezi Parkı olayları boyunca çevik kuvvet birimlerinin gözaltı araçlarında, çevik kuvvete ait otobüslerde ve kullanımlarına tahsis edilen belediye otobüslerinde eylemcilere yaşattıkları, AKP döneminde otobüs işkencelerinin gelenekselleştiğini gösterdi.

Ankara’da otobüslerde kimyasal işkence

Gezi olaylarının ilk günlerinde Ankara’da pek çok eylemci çevik kuvvet birimlerince otobüslere götürülerek alıkonulmuş, otobüslere götürülenler saatler süren darp, biber gazı ve kimyasal içerikli sularla yapılan işkencelerin ardından herhangi bir işlem yapılmadan bırakılmışlardı. 3 Haziran’da Kurtuluş’taki yürüyüşe katılan ve polis tarafından alıkonularak yaklaşık 10 saat otobüste işkence gören yurttaşlardan biri, o geceyi BirGün’e anlattı. Herhangi bir yasadışı eylem olmamasına rağmen polislerce darp edilerek otobüse götürülen vatandaş, o geceyi şöyle aktarıyor: “Belediye otobüsü gibi bir araca götürüldüm. Beni bir başka eylemciyle kelepçelediler ve kelepçeyi de koltuk demirlerine bağladılar. Otobüs bir süre gidip durdu. Otobüstekiler her slogan atışlarında, kaba dayak, cop ve yüzlerine sıkılan biber gazıyla susturuluyorlardı. Arabanın içine hortumlarla basınçlı olmayan, suya benzer kokusuz bir sıvı sıkıyorlardı. Akşam 21.00 sularında götürüldüğümüz otobüsteki işkence, sabahın ilk ışıklarına kadar sürdü. Bir süre sonra beni ve araçtaki birkaç kişiyi daha otobüsten atıverdiler. Otobüs bizi attıktan sonra tekrar hareket edip gözden kayboldu. Darptan her tarafım mosmordu, sıkılan kimyasal içerikli su yüzündense ayaklarım şişmişti ve yürüyemiyordum. Bir araca binip evime bile gidemedim; ricam üzerine yakınlarım gelip beni aldılar.”

“Burada da konuşsana!”

Gezi Direnişi’nin İstanbul ayağında ise, otobüs işkenceleri özellikle 15 Haziran’da Gezi Parkı’nın tamamen boşaltılması sonrasında yaygınlaştı. İMC TV ve başka yayın organları için eylemleri takip eden gazeteci Gökhan Biçici, Gezi Parkı’nın boşaltılmasının ertesi günü Pangaltı semtinde konuşlandırılmış işkence otobüslerine götürülenlerden biriydi. Gazeteci olduğunu ifade etmesine karşın emniyet amirlerinin küfürleri eşliğinde, sebep belirtilmeksizin gözaltına alınan Biçici yaşadığı anları BirGün’e anlattı. Biçici, “Çektiğim fotoğrafları silmek istemeleri üzerine polislere tepki gösterdiğimde şiddetle karşılık verdiler. Amirlerden biri, ‘Alın bunu götürün bir apartman boşluğuna işini bitirin’ diye emir verdi. Beni sürükleyen polisler vurmaya başlamışlardı ve ‘Ben gazeteciyim, bana işkence yapıyorlar, yardım edin’ diye bağırdım. İyice sinirlenen polisler tarafından uzun süre darp edildim. Daha sonra kelepçelenip gözaltı otobüsüne bindirildim. Beni götüren polis, beni otobüse bindirir bindirmez kafama yumruk attı ve ‘Burada da konuşsana … yaptığımın herifi!’ diye bağırdı. Saatlerce süren şiddetin ardından otobüs harekete geçti. Otobüs İstanbul Radyosu önünde durunca dışarıdan bir polis otobüste kaç kişi olduğunu sordu. Gelen cevap üzerine, “Arabadan in, içeriye gaz bombasını atalım, geberip gitsinler” dedi. Bunun da bir psikolojik işkence yöntemi olduğunu sonradan anladık” ifadelerini kullandı. 1999’dan beri sokak eylemlerini takip ettiğini ancak ilk defa polisle böyle bir olay yaşadığını belirten Biçici, “Gazetecinin oradaki varlığı polisleri hep rahatsız eder ama son yıllarda sokaklarda böyle bir şiddet yoktu. 90’ların başındaki sert dönemden sonra polis gazeteciye mesafeli durma konusunda eğitilmişti ama artık merkezi olarak tersi öğütleniyor ve polisler gazeteciye şiddete meyilli hale geliyorlar. Polis merkezlerinin işkence ve kötü muamele iddiaları karşısında ciddi biçimde denetlenmesinden ötürü, polis işkenceyi dışarıya, sokaklara, otobüslere taşıyor. Gezi sürecinde de böyle oldu” diye konuştu.

O gün, evinin etrafındaki çatışmalar sırasında yaralananlara yardımcı olurken alıkonan ve daha sonra Gökhan Biçici’nin de götürüldüğü otobüse konan bir vatandaş ise olayları şöyle özetledi:  “Saat 15.00 civarı götürüldüğüm otobüsten indiğimde gece yarısı olmuştu. Ellerim tersten, plastik kelepçelerle bağlanarak otobüse konuldum. Her yeni gelenle beraber tekrar tekrar dayak yedim. Konuştukça, ses çıkardıkça daha şiddetli dövdükleri için hiç ses çıkaramadım. Hayatımda kendimi hiç bu kadar aciz, savunmasız, sanki bir hiçmişim gibi hissetmemiştim. İnsanlara yardım ettiğim için terörist ilan edildim. Birini ‘Sen alkol mü aldın?’ diye dövdüler, imam hatip mezunu olduğunu söyleyen bir başkasını ise ‘Bu teröristlerin arasında ne işin var?’ deyip canını daha çok yaktılar. Zaman zaman polislerin içeri aldığı sivil kişilerce de darp edildik. Parmaklarım uyuştu dediğimde önce önemsemediler sonra baktıklarında telaşla kelepçelerimi söktüler. Bileklerimdeki şişliklerin inmesi günler aldı. Başparmağımdaki uyuşukluk ise hâlâ geçmedi.”

Grup Yorum solistinin kulağına yumruk

14 Eylül 2012’deki bir basın açıklaması sırasında, aralarında Grup Yorum üyelerinin de olduğu 27 kişi gözaltına alınmış, 14 saat boyunca gözaltı otobüsünde tutulan grup burada yoğun bir işkenceye maruz kalmıştı. Polislerin kulağına vurduğu darbeler sonucunda Grup Yorum solistlerinden Selma Altın’ın kulak zarı yırtılmış, İdil Tiyatro Atölyesi oyuncularından Bahar Ertürk’ünse, polis şiddeti yüzünden kolu çıkmıştı. Selma Altın daha sonra yaptığı açıklamalarda olayı şöyle anlatmıştı: “Minibüste ters kelepçeli ellerimizle otururken, arka koltuğa gelen bir polis, avuçlarıyla bir anda kulaklarıma vurdu. O an, sol kulağımda çınlama başladı, sağ kulağımın da zarı yırtıldı. Uzun süre uğultudan başka şey duyamadım.”

 Ankara’da polisten Hopa cevabı: Otobüste 4 buçuk saat işkence

Otobüs işkencelerinin en bilinenlerinden biri, 31 Mayıs’ta Ankara’daki Hopa olayları protestosu sonrasında yaşandı. Polis, gözaltına aldığı kişileri Kızılay Meydanı’nda beklettiği otobüslere doldurup şiddet uygulamaya başladı. Uygulamaya tepki gösteren vatandaşlar ve avukatlar da otobüslere sokulup darp edildiler. Olay günü başından yaralanması üzerine gittiği hastanede, doktorların itirazlarına rağmen gözaltına alınıp 4 buçuk saat boyunca işkence gören Ozan Gündoğdu, o geceyi şöyle anlatıyor:  “Her çevik kuvvet her eylemciye vurmak istiyor, dolayısıyla bir nöbet değişimi yaşanıyordu. Aşağıda bekleyen yığın, dayak atanlar 10 dakikayı geçirdiği zaman, “Aşağı inin artık, sıra bizde” diye bağırmaya başlıyordu. Dayaktan bayılanları ayıltıp tekrar dövdüler. Gözaltındakilerden biri, “Ben avukatım” dedikçe polis, “Ben de devletim” deyip dövüyordu. Saat 23.30’da Ankara Barosu Başkanı Metin Feyzioğlu olay yerine geldi. Dikişlerim patlamıştı ve yüzüm kan içindeydi. Kendisinden yardım istedim ve polisler beni otobüsten indirmek zorunda kaldılar. Durumumun ne kadar kötü olduğunu, beni gören Metin Feyzioğlu mide bulantısından öğürünce anladım.”

Büro Emekçileri Sendikası Danıştay Temsilcisi Hacı Özkan ise 31 Mayıs 2011′de yaşanan olayları, “Orada insanlara yapılan işkenceleri hiçbir din, hiçbir ideoloji, hiçbir düşünce açıklayamaz. Ben orada yaşadıklarımı hâlâ anama anlatamadım” diye açıklıyordu.