Türkiye ile Japonya arasında imzalanan anlaşmayla Sinop’a kurulacak nükleer santral için ilk adım atıldı. Ancak Japon araştırmacı ve gazetecilerin Türkiye kamuoyuna uyarıları var. BirGün’e konuşan gazeteci Matsumoto ve araştırmacı Suezawa, bilgi gizlemeyi alışkanlık haline getiren hükümet şirketlere güvenilmemesi, doğa dostu çözümler sunan enerji üretim biçimleri yerine nükleerin tercih edilmemesini gerektiği konusunda birleşiyorlar. 

Doğu Eroğlu (4 Kasım 2013 BirGün Gazetesi)

Japonya, 11 Mart 2011’de tarihinin en büyük felaketlerinden birini yaşarken, 9 şiddetindeki depremin ve sarsıntıyı takip eden tsunami dalgalarının ülkede büyük bir toplumsal-ekonomik tartışma başlatacağını kimse tahmin etmiyordu. Doğu Japonya kıyısında tsunami dalgalarının vurduğu Fukuşima Dai-içi Nükleer Enerji Santrali’ndeki hasarın, nükleer enerji tarihindeki en büyük serpinti ve sızıntılardan birine dönüştüğü kısa sürede anlaşıldı. Fukuşima eyaletinde yaşayan 100 binden fazla kişinin tahliye edilmesinin üzerinden geçen yaklaşık 2 buçuk senede, toplum güvenliği açısından neredeyse hiçbir olumlu adım atılamadı.

Gelmiş geçmiş en büyük nükleer felaketlerden biri sayılan Fukuşima Dai-içi’deki durumla baş edemeyen Japonya, kendi yurttaşlarını koruma konusundaki acizliğine karşın nükleer enerji ihracı için durmaksızın çabalıyor. Hindistan ve Vietnam’dan sonra Türkiye’yle de masaya oturan Japonya, Sinop’ta kurulacak bir santral için Erdoğan hükümetiyle anlaşmaya varmayı başardı. Fukuşima’dan sonra güvenilirliği sorgulanan Japonya’nın kozu, Türkiye içinse büyük bir tehdidi işaret ediyor. Japonya’nın önerdiği Atmea-1 tipi reaktör, şimdiye kadar hiç inşa edilmedi; çalışan bir örneği olmayan santralin Türkiye’ye kurulduktan sonra neler getireceği bilinmiyor. Bu konudaki en ciddi uyarı ise Japon gazeteci ve araştırmacılardan geliyor. BirGün’e açıklamalarda bulunan gazeteci Chie Matsumoto, güvenilmez olduğu Fukuşima’yla bir defa daha kanıtlanan nükleer enerjinin Japon hükümeti tarafından dünyaya pazarlanmasının tek sebebinin finans ve enerji çevrelerinin baskısı olduğunu belirtiyor. Araştırmacı Yasufumi Suezawa ise Türkiye kamuoyunu uyarıyor: “Fukuşima’daki kriz boyunca hükümet bilgi akışını bilinçli bir şekilde yavaşlattı, önemli bilgileri gizledi ve yanlış bilgiler servis etti. Kriz anında Türkiye hükümete ve şirketlere güvenmesin!”

Başbakana ‘ölüm taciri’ diyorlar

Fukuşima’daki felaketin ardından pek çok sivil toplum örgütüyle ve yerel inisiyatifle ortak çalışmalar yürüten gazeteci Chie Matsumoto’nun ifadeleri, Japon kamuoyunun nükleer teknoloji ihracına olan bakışını özetliyor: “Fukuşima’daki kazadan sonra Japon toplumunun yüzde 80’e yakın kısmı nükleer enerjiye karşı olduklarını belirtmeye başladılar. Hükümet ve Başbakan Şinzo Abe daha önce de nükleer enerji ihraç etmeyi denedi; güvence veremediği bir teknolojiyi şirketlerin baskısı yüzünden ihraç etmeye bu kadar hevesli oluşundan ötürü insanlar Abe’ye ‘Ölüm taciri’ ismini taktılar.” Ülkedeki ilk nükleer enerji hamlesinin gerçekleştiği 1960’larda bu enerji üretim biçimine karşı çıkanların olduğunu söyleyen Matsumoto, ekonomik kalkınma söylevlerinin o dönemde nükleer gerçeğini gölgelediğini, aynı tezlerin üçüncü dünya ülkelerinde hala nükleeri aklamak için kullanıldığını belirtiyor. Matsumoto, “Özellikle 1986’daki Çernobil Kazası ve Three Mile Adası olaylarından sonra nükleer karşıtlığı toplumda da yayılmaya başladı. Fukuşima’daki kaza meydana geldiğinde hâlihazırda nükleer karşıtı bir cephe vardı ve protestolar yapılıyordu. Ancak toplumun çok önemli bir kısmı bu gösterileri görmezden geliyor, önemsiz addediyordu. Şu anda iktidardaki LDP vekilleri arasında bile nükleer enerjiye karşı çıkanlar var” değerlendirmesini yapıyor.

Matsumoto, Fukuşima felaketi üzerine nükleer reaktörlerini kapatmak zorunda kalan Japonya’nın ekonomik olarak da bir şey kaybetmediği görüşünde. 54 nükleer reaktörün kapatılmasına karşın, Japonya’nın elektrik enerjisi ihtiyacının büyük oranda fosil yakıtlardan karşılanabildiğini ifade eden Matsumoto, bu durumun yenilenebilir enerji kaynaklarına daha büyük yatırımlar yapılması için de bir fırsat haline geldiğinin altını çiziyor: “ Şu anda yenilenebilir enerji kaynaklarından Japonya’nın enerji ihtiyacının yalnızca yüzde 2’lik bölümü karşılanıyor. Fakat ülkenin en zengin işadamlarından biri olan Masayoşi San’ın sahibi olduğu SoftBank’ın bu alanda çok ciddi yatırımlar yapması yenilenebilir enerji piyasasının gelişim kaydedeceğini gösteriyor. Dolayıyla, piyasa sistemi içinde kalıp karlılık arandığı takdirde bile çevre dostu enerji çözümleri yaratılabileceğini en iyi bu yatırımlar gösteriyor.” 

‘Devlete-şirkete güvenmeyin’

Fukuşima Dai-içi’deki kazadan altı ay sonra bölgeye giden ve radyoaktif sızıntı yüzünden evlerinden zorla tahliye edilenlerle aylar süren görüşmelerini “@Fukushima” isimli kitapta toplayan gazeteci Suezawa ise felaketin üzerinden geçen 2 yıldan fazla zamana karşın hükümet ve TEPCO’nun kamuoyundan bilgi saklamayı sürdürdüğünü belirtiyor. Enerji ve finans lobilerinin, toplumsal kaygılardan bağımsız hareket ederek Japon hükümetlerine nükleer teknolojinin ihracı için baskı yaptığını söyleyen Suezawa, Türkiye kamuoyunu da uyarıyor: “Eğer Türkiye’de nükleer reaktörler kurulursa, toplum en ufak bir sorunda bile yetkililere güvenmeyip alarm durumuna geçmeli.”

Japonya kamuoyunun nükleer enerjiye güncel bakış açısı nasıl?

Artık Japonya kamuoyu nükleer enerji politikalarına destek vermiyor ama sanayiciler ve finans lobileri “ekonomik gelişme” adı altında nükleer politikalara olan desteklerini sürdürüyorlar. 

Fukuşima’daki felaketin ardından dönemin başbakanı Naoto Kan, “Enerji politikamızı gözden geçirmeliyiz. Nükleer enerjiyi daha güvenli hale getirime, yenilenebilir enerji kaynaklarına daha fazla yatırım yapmalıyız” deyip, nükleer teknoloji ihracının yeniden düşünülmesi gerektiğini belirtmişti. Bu açıklamanın birkaç ay sonrasında görevi devreden Başbakan Kan’ın istifasında enerji devlerinin baskılarının etkili olduğu konuşulmuştu. Hâlihazırdaki siyasiler de enerji şirketlerden baskı görüyorlar mı?

Elbette baskı altındalar. Kan başbakanlığı döneminde yabancı ülkelere nükleer santral kurulmasına açıkça karşı çıkamamıştı ama nükleer enerjiye karşı getirdiği küçük eleştiriler bile Japon sermayesinden büyük tepki almıştı.

Enerji şirketleri ve devlet yetkilileri Fukuşima’daki sorunların üstesinden gelememişken, hükümete dış ülkelerle nükleer pazarlığa girişme güvenini sağlayan ne?

Bu bir güven meselesi değil. İhracat yapmaktan imtina etmemelerinin sebebi ürünlerinin güvenilirliğine emin olmaları değil. Nükleer bir din gibi; “Nükleer güvenilirdir” diyorlar ve tüm riskleri görmezden geliyorlar. Diğer ülkelerdeki muhatapları da bu işin güvenliğini değil, ekonomik getirisini düşündüğü için toplum sağlığı ve güvenlik meseleleri göz ardı ediliyor. Ekonomik büyümenin sürmesi için nükleer santrallerin güvenli olduğunu iddia etmekten ve üçüncü şahısları da buna inandırmaktan başka çareleri yok. Fukuşima’dan sonra ellerinde kalan tek argüman ise “yeni teknoloji” iddiası. “Fukuşima’daki eskiydi, bu ise yeni teknoloji. Yani çok daha güvenli” diyorlar.

Japon hükümeti ve Fukuşima Dai-içi nükleer reaktöründen sorumlu TEPCO şirketi felaketten sonraki her aşamada kamuoyundan bilgi gizlediler. Kriz hala sürüyor ve sorumlular iki yıl önce yapmaları gereken açıklamaları yeni yeni yapıyorlar. Hükümete ve şirketlere şeffaflık konusunda güveniyor musunuz?

Fukuşima’daki felaketten bu yana 3 hükümet görev yaptı ve hiçbiri felaketin boyutları ve etki alanı konusunda samimi davranmadı. Önemli bilgileri ve gelişmeleri tepki çekmeden kamuoyuna sunmak için hep uygun anları kolladılar. Yani iş nükleer enerji ve kamu sağlığı ve ekolojik hassasiyetler olunca hükümetlere ve şirketlere güvenmek imkansız. Bilgi akışı bilinçli bir şekilde yavaşlatılıyor, önemli bilgiler gizleniyor ve kamuoyunu oyalamak için yanlış bilgiler servis ediliyor.

Japon hükümetinin felaketin ardından açıkladığı radyoaktif sızıntı ve serpinti verilerinin doğru olmadığı, okyanusun da büyük miktarda radyoaktif kirlenmeye maruz kaldığı anlaşıldı. Hükümetin yalanlarına toplum nasıl tepki verdi? 

Fukuşima’daki krizin ilk safhası atlatıldıktan sonra ülkedeki enerji politikalarına ciddi eleştiriler getirilmiş ve çok geniş katılımlı eylemler düzenlenmişti. Aradan geçen iki yıldan fazla süreye karşın Fukuşima’daki durum hala kontrol altına alınabilmiş değil ancak kamuoyu bu tehditle yaşamaya alıştı galiba. Her geçen gün sorumluların yeni yalanları ortaya çıkıyor fakat bu yerleşik tutumu değiştirebilecek güçte toplumsal bir tepki oluşmuyor. İnsanlar yaşananları unutmaya başladı; zaman geçtikçe ilgisizlik öfkeye baskın geliyor. Raflardaki Fukuşima kitaplarının sayısında bile ciddi bir düşüş var.

Nükleer reaktörler faaliyete geçtiği takdirde Türkiye kamuoyu da hükümet ve şirketlerin benzer yalanlarıyla, yanlış yönlendirmeleriyle karşılaşmaya aday mı?

Elbette. Eğer Türkiye’de nükleer reaktörler kurulursa, toplum en ufak bir sorunda bile yetkililere güvenmeyip alarm durumuna geçmeli. Türkiye kamuoyu, “Diğer ülkelerin gelişmişlik seviyesine ulaşmak için nükleer enerjiye ihtiyacımız var” masalına inanmamalı. Japonya’da nükleer reaktörlerin kapatılmasının ardından küçük ve yerel enerji sistemleri yaygınlaşmaya başladı. Bu sistemin büyük merkezi enerji yapılanmalarına göre avantajları olduğu görüldü. Ekonomik gelişmenin tek yolu daha öncekilerin ayak izlerini takip etmek değil.

Japonya hükümeti ve TEPCO hangi bilgileri gizledi?

11 Mart 2011’de meydana gelen 9 büyüklüğündeki depremin ve Japonya’nın doğu sahiline vuran tsunami dalgalarının ardından Fukuşima Dai-içi Nükleer Santrali’nin tüm güç üniteleri devre dışı kaldı. Soğutma sistemi çalışmayınca nükleer çekirdek erimelerini, reaktör binalarındaki hidrojen patlamaları izledi. Japon hükümeti ve santrali işleten TEPCO, kazanın ilk gününden itibaren kamuoyunun bilmesi gereke pek çok kritik bilgiyi gizledi:

– Kazanın kapsamı ve boyutu hakkında kamuoyu deprem günü bilgilendirilmedi.

– Kazanın ardından santralin 20 kilometrekare yarıçapındaki yerleşim bölgelerinin tahliyesine karar verildi. Ancak tahliye alanının, Fukuşima boyutundaki bir serpintiye göre dar tutulduğu, hükümetçe gizlenen verilerin ortaya çıkmasıyla anlaşıldı.

– Tahliye alanının dar tutulmasıyla, gerçekte tahliye edilmesi gereken yurttaş sayısından daha az bir kısmının bölgeden uzaklaştırıldığı anlaşıldı.

– Bağımsız ölçümler, kazayla birlikte ortaya çıkan radyoaktivite seviyesini Uluslararası Nükleer Olay Ölçeği’ne (INES) göre en yüksek seviye olan 7 olarak tespit ederken, TEPCO olayın 5 seviyesinde olduğunda ısrar etti. Tüm ölçümler TEPCO’yu yalanladı.

– Kazadan aylar sonra bile, reaktör çubuklarının durumunun kritik olduğu TEPCO ve hükümet tarafından gizlendi. Nükleer yakıt çubuklarının durumu hala tehlike arz etmeyi sürdürüyor. Eski yakıt çubuklarının muhafaza edildiği havuzlarda meydana gelen çatlaklar ise onarılamıyor ve havuzlara hasar verebilecek kuvvetli bir deprem olması halinde toprağın çok ağır seviyede radyoaktif kirlenmeye maruz kalma riski devam ediyor.

– Radyoaktif kirlenmenin okyanusa yaptığı etki iki yıl boyunca gizlendi. Bölgede yetişen tarım ürünleri ve okyanustan elde edilen deniz ürünleri kısa bir süre ülke pazarına sokulmadıktan sonra yaşam normale döndü. Kamuoyu tepkisi üzerine Fukuşima bölgesinde elde edilen deniz ürünlerinin tüketimi Eylül 2013’te yasaklandı. Başbakan Abe, yasaklı dönemin sonunda balıkların güvenli olduğunu ispat etmek için basın karşısına geçip balık yedi.