İlk kısmı İran-Türkiye arasındaki altın trafiği ile nüfuz ticareti yapan bakanlar ve mahdumları üzerinden şekillenen 17 Aralık Operasyonu, sermayenin iktidarla olan ilişkisini ‘tapeler’ üzerinden göstermeye devam ederken, yaşam hakkı savunucularının karşı çıktığı kent ve çevre yatırımlarına hangi şartlarda karar verildiğini de gözler önüne seriyor
Doğu Eroğlu (Mart-Nisan 2014 Ayrıntı Dergi)
17 Aralık rüşvet ve yolsuzluk operasyonuyla gündeme gelen ilk isim, 29 yaşında olmasına rağmen başarılarıyla tanınan, ne iş yaptığı tam olarak bilinmediğinden kamuoyunda “Ebru Gündeş’in kocası” biçiminde anılan Reza Zarrab’dı. Yaklaşık 10 haftalık tutukluluğun ardından 28 Şubat’ta tahliye olan Zarrab’ın kendisiyle birlikte cezaevine düşürdüğü isimler arasında İçişleri Bakanı Muammer Güler’in oğlu Barış Güler ile Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan’ın oğlu Salih Kaan Çağlayan da vardı. Operasyonun ilk kısmını, yani yasadışı altın trafiğinin yasal yaptırımlardan vareste tutulması, Zarrab’ın yanında çalışan kişilerin Türkiye Cumhuriyet vatandaşı yapılması ve pek çok gümrük sorununun çözülmesi için kurulan rüşvet ve nüfuz ticareti şebekesini Türkiye’deki süregelen kent ve çevre hakkı mücadelesiyle kesiştiren, yani operasyonun ikinci cephesini daha ilk günden açansa Erdoğan’ın en eski yol arkadaşlarından biri oldu. İddianamede yer alan imar planı usulsüzlüklerinin altında imzası olduğu söylenen Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar, yaklaşık bir hafta direndikten sonra “Soruşturma dosyasında var olan ve onaylanan imar planlarının büyük bir bölümü Sayın Başbakan’ın talimatıyla yapıldı. Başbakan’ın istifa etmesi gerekir” diyerek bakanlıktan ve AKP’den istifa etti.[1] 1990’lardan itibaren Erdoğan’la beraber çalışan Bayraktar’ın istifası, soruşturmanın ilk iddianamedeki inşaatçılar ve belediyelerle sınırlı kalmayacağının da işaretini vermiş oldu.
Sermayeyle siyaseti buluşturan adam
1989’a kadar 21 yıl boyunca özel sektörde müteahhit olarak çalışan Bayraktar’ın yolu, 1989’da İstanbul Büyükşehir ve Eminönü Belediyelerinde Belediye Meclis Üyeliği yapmaya başlayınca Recep Tayyip Erdoğan’la kesişti. Erdoğan’ın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olmasıyla, Bayraktar da İstanbul Konut İmar Plan Sanayi ve Ticaret A.Ş.’nin, yani KİPTAŞ’ın başına geçti. 1999’a kadar görevini sürdüren Bayraktar, İstanbul’un yapı stokunu yenilerken 2001’de ortaya çıkacak AKP’nin inşaat sermayesiyle olan ilişkilerini de kurmuş oldu. Bir dönem Ankara Büyükşehir Belediyesi’nde de çalışan Bayraktar, 3 Kasım 2002 seçimlerinin hemen ardından Toplu Konut İdaresi’nin (TOKİ) başına getirildi. AKP yurtiçi piyasalara giren yabancı yatırımları ve cari açığı inşaat ve enerji yatırımlarına bağlı hızlı büyümeyle finanse ederken, TOKİ ve peşine takılan inşaat sermayesi bu büyümenin lokomotifliğini yaptı. Özel müteşebbislikten gelme Bayraktar’ın sermaye ile merkezi hükümet arasındaki köprü görevi de büyüyerek sürdü. Her türlü mevzuatın etrafından dolanarak inşaattaki büyümeyi yüksek tutmakla görevli Bayraktar TOKİ’nin başında mucizeler yaratınca, enerji yatırımlarını yetersiz bulan AKP onun kalibresine uygun yeni bir pozisyon yarattı. 12 Haziran 2011 genel seçimlerinden hemen önce çıkartılan kanun hükmünde kararnameler yoluyla Çevre ve Orman Bakanlığı ile Bayındırlık ve İskân Bakanlığı feshedildi; inşaat ve enerji yatırımlarının çoğu grotesk Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nda toplanırken, orman alanları ise Orman ve Su İşleri Bakanlığı’na bırakıldı.[2] TOKİ’de rüştünü bir defa daha ispat eden Bayraktar, görev alanı belirsiz yeni Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın ilk bakanı oldu.
Bakanı üzen yolsuzluk
AKP’nin inşaat ve enerji imparatorluğundaki en kritik görevi üstlenen Bayraktar’ın sermaye ile iktidar arasındaki bağı nasıl kurduğunu, her türlü mevzuata, yasadışılığa, basın-kamuoyu baskısına rağmen ve yalancı çıkmak pahasına inşaat büyümesini nasıl sürdürebilir kıldığını basit bir örnekle anlayabiliriz. 1 Kasım 2012 tarihinde TBMM Genel Kurulu’nda Bakan Bayraktar ile CHP Milletvekili Aykut Erdoğdu arasında ilginç bir diyalog geçti.[3] TOKİ ile KC Grup isimli inşaat şirketi hakkındaki yolsuzluk iddialarına Bayraktar sert yanıt verdi ve “Tek dava bile varsa istifa etmezsem şerefsizim” dedi. Ancak Bayraktar daha sonra basın mensuplarına bir itirafta bulundu ve KC’nin TOKİ’yi dolandırdığını göremediğini, bu hatasından ötürü çok pişman olduğunu dile getirdi.[4] TOKİ’nin dolandırıldığı Sayıştay’ın 2011 TOKİ Raporu’yla da ortaya kondu. Rapora göre, TOKİ idarecilerinin KC Grup’a verdiği usulsüz vekâletname yüzünden, inşaat şirketi TOKİ’yi 106 milyon 524 bin TL zarara uğratmıştı. Başka projeler için kaynak arayan KC Grup, TOKİ’den birlikte yürüttükleri Ankara 8 ve 9’ncu etap konut projeleri kapsamında vekâletname almış, tam yetkili vekâletnameye dayanarak TOKİ için inşa ettiği konutları kendi kurduğu iki şirkete satmıştı. Bu satışı teminat gösteren grup, Denizbank’tan kredi çekmiş ancak KC Grup krediyi anlaşılan şartlarla geri ödeyemeyince Denizbank’a bağlı şirketler TOKİ projelerine haciz koydurtmuştu. İşler işte tam da bu noktadan sonra garipleşmeye başladı. KC Grup’un sahipleri olan işadamları, Sarp Grup adında yeni bir şirket kurdular ve dolandırıcılığı itiraf eden Bayraktar’a bağlı TOKİ’den ihale almayı sürdürdüler. Bakanı üzen yolsuzluğa imza atan KC Grup sahiplerinin yeni şirketi Sarp Grup, Diyarbakır, İstanbul ve Samsun’da TOKİ ihaleleri almaya devam etti.
İnşaat ya Resulullah!
KC ve Sarp Grup şirketlerinin, AKP döneminde göze batan müteahhitlerin en aleladelerinden olduğunu söylesek ne bu şirketlerin sermaye birikimi yapma becerisine haksızlık etmiş oluruz, ne de diğerlerini gözümüzde büyütürüz. Dönemin karakteristik özelliklerinin tümü, Türkiye’deki siyasete belki bir daha silinmeyecek bir iz bırakan “tape” [Genel bir alışkanlık olarak, kelime yazıldığı gibi telaffuz ediliyor] furyasının da işaret ettiği Cengiz-Limak-Kolin üçlüsünde berraklaşıyor. Belki bizim kâğıt paralarımız bir şekilde döne dolaşa bu müteahhitlerin cebine girmeye AKP döneminde başlamadı ancak üç büyük şirketin de 2002 sonrasında imparatorluklara dönüştüğü yadsınamaz bir gerçek. Tüm bu imparatorlukların temelleri Turgut Özal’ın azgelişmiş serbest piyasa modeli egemenliğindeki dönemde atıldı; Demirel ile Tansu Çiller’in DYP’si, Rizeli Mesut Yılmaz’ın ANAP’ı ve Erbakan’ın Milli Görüş’üne, son 10 yıldaysa bir başka Rizeli Tayyip Erdoğan’ın AKP’sine sırtlarını yaslayarak bugünkü azametlerine ulaştılar. 17 Aralık Savaşı başlayıncaya kadar zaman zaman başarılarına kuşkuyla bakılsa da, egemen basın, sivil toplum ve kitle partilerinden korkuyla karışık bir aldırmazlıktan başka karşılık görmediler. Ta ki, Cemaatin ortaya döktüğü dinleme kayıtları sayesinde, bu ülkede iş bitirmeye muktedir tek lobinin müteahhitler lobisi olduğu bir defa daha anlaşılana dek. Her üç holding de kuruluşlarının ardından ufak çaplı devlet ihaleleriyle yola çıktılar. Okullar, lojmanlar ve diğer devlet binalarını karayolları, oteller, turizm tesisleri otoyollar, köprüler, tüneller, arıtma tesisleri, sulama projeleri, barajlar, HES’ler, boru hatları, enerji iletim hatları, limanlar, havaalanları, madenler ve termik santraller izledi. Bir süredir güçlerini birleştiren bu üç firmanın kamuoyunun dikkatini çekmesi ise önce İstanbul’a yapılması planlanan Üçüncü Havalimanı ihalesi ve takip eden süreçte dev medya gruplarının satın alınacağı söylentileri ile 17 Aralık Operasyonu ardından basına verilen tapelerle oldu.[5]
Rant havayolları
17 Aralık sonrasında servis edilen tapeler Başbakan Erdoğan ve ailesinin en ufak ihale kararlarında bile söz sahibi olduğunu gösterip bizi şaşırttığı kadar, Konsorsiyumun gücü karşısında da hayrete düşmemizi sağladı. Cengiz-Limak-Kolin üçlüsü tren yolları, garlar, enerji yatırımları ve dev havaalanı gibi yatırımlar söz konusu olduğunda Erdoğan ve alt seviye bürokratlarıyla bitmeyen bir pazarlık halindeydiler. 47 milyar dolarlık bedeliyle Türkiye’nin gelmiş geçmiş en büyük ihalesi niteliğinde olan ve yılda 150 milyon yolcuya ev sahipliği yapacağı iddia edilen Üçüncü Havaalanı’nın bürleskliği, gazete sayfalarına sığmayacak cinstendi. İstanbul’a yapılacak üçüncü havaalanı projesiyle ilgili en büyük soru, 7 bin 650 hektarlık acele kamulaştırma yapılan havaalanının hizmet vereceği iddia edilen 150 milyon yolcunun nereden bulunacağı. Dünyanın en yoğun trafiğe sahip havalimanlarını olan ABD’deki Atlanta Hartsfield-Jackson Havalimanı’nın yıllık 95 milyon yolcuya hizmet verdiği gerçeği, Avrupa ve Asya havaalanlarınınsa bu kapasitenin hayli altında oluşu, yıllık 150 milyon yolcu trafiği iddiasını tekrar tekrar sorgulamamıza yol açıyor.[6]
İstanbul’a yapılacak üçüncü havalimanı, 17 Ocak tarihinde Resmi Gazete’de yayınlanan Bakanlar Kurulu kararına göre, yapılması halinde sahip olacağı 7 bin 650 hektarlık araziyle dünyanın en büyük havaalanı unvanını da ele geçirecek. Kesinleşmiş 2012 yılı verilerine göre, 44 milyonu Atatürk Havalimanı, 18 milyonu ise Sabiha Gökçen Havalimanı’na ait olmak üzere, toplamda 62 milyon yolcunun kullandığı İstanbul’a yapılacak dünyanın en büyük havalimanı, dünyanın en yoğun havalimanı olan ABD Atlanta Hartsfield-Jackson Havalimanı’nın 5 katı büyüklüğünde olacak.[7] Elbette, kamulaştırılan 7 bin 650 hektarlık alanın yalnızca havalimanı için kullanılacağına inanacak kadar safsanız. İstanbul’a kurulacak üçüncü havalimanının, dünyanın en yoğun trafiğe sahip havalimanlarından katbekat büyük oluşu, kamulaştırılan alanın kentsel rant kaygısıyla büyük tutulduğu iddialarını destekler nitelikte. Üçüncü havaalanı beraberinde organize sanayi bölgeleri, oteller, çılgın projeler, lüks konut projeleri ve ticaret merkezleriyle gelecek ve Kuzey İstanbul’un göbeğine oturacak. Hâlihazırda Kuzey İstanbul’da kamulaştırmaya uğrayan köy ve beldelerde yaşayanlar arazilerini TOKİ’ye satma baskısı altındalar; TOKİ’nin ilk tekliflerini kabul etmemeleri halinde çok daha düşük bedellere razı olmaları gerekeceğini hissetmekte haksız değiller. Ağaçlı, Yeniköy ve Akpınar sakinlerinin bir takım karanlık kimseler tarafından da zaman zaman ziyaret edildiği, alınan bilgiler arasında.
Başbakan ‘reddedemeyecekleri bir teklif’ yaptı
Nereden geleceği meçhul 150 milyon yolcuya hizmet verecek 7 bin 650 hektarlık Üçüncü Havaalanı’nın Konsorsiyuma maliyetinin yalnızca ihale bedeli olmadığı tapeler ortaya çıkınca anlaşıldı. Erdoğan Konsorsiyuma dev ihaleyi vermiş ancak tüm muhataplarını kendine borçlu hale getirmişti. Bu yüzdendir ki Cengiz Holding’in sahibi Mehmet Cengiz, Skytürk ve Akşam’ın satın alınması talimatına direnemedi. Tapelere göre, medya grubunu Kolin ve Limak’la birlikte satın almak isteyince Cengiz Başbakan’dan azar işitti.[8] Anlaşmazlık üzerine Skytürk ve Akşam’ın kendisine en yakın işadamlarından biri olan Ethem Sancak tarafından satın alınmasını sağlayan Başbakan, Cengiz’e verdiği görevi değiştirdi. Havaalanı ihalesinden ötürü Başbakan’a borçlanan üçlü, Skytürk ve Akşam’dan daha büyük bir görevi, içerisinde ATV ve Sabah’ın da olduğu Turkuvaz Medya Grubu’nun satın alınması talimatını patlamaya hazır bomba gibi kucaklarında buldular. Özellikle Mehmet Cengiz’in ayak dirediğini fark eden Başbakan, Nihat Özdemir’le yaptığı bir toplantıda, “Mehmet’e söyle, bu işi halledeceksiniz” ifadelerini kullanarak kararlılığını ortaya koydu. Cengiz de görevi kabul edip 630 milyon dolar karşılığında alınacak olan medya grubu için ortaklar havuzunu kurma hazırlıklarına başladı.[9] Cengiz, Koloğlu ve Özdemir eşit düzeyde ortak olduklarından 100’er milyon dolarla havuza katkı yaparken, üçüncü havaalanı konsorsiyumuna dâhil olmak isteyen işadamı İbrahim Çeçen 100, Adnan Çebi 30, Hayrettin Özaltın 20 milyon dolarla havuza katıldılar. Emri yerine getiriyor olmanın verdiği huzurla, Cengiz ve Özdemir ulaştırma projeleri için iktidarla pazarlık etmeyi de ihmal etmediler.[10] Nihayetinde Konsorsiyum Turkuvaz Medya Grubu’nu almadı fakat satın alma görüşmelerinden geriye kalan ses kayıtları iktidar-basın-sermaye ilişkisine dair hep bilinen ancak belgelenemeyen verileri karşımıza getirdi. Yine de Türkiye’deki tüm ihaleler medya gruplarının satın alınması yoluyla kazanılmıyor; bazı iş kollarındaki köklü alışkanlıklar ve eski dünya kalkınmacılığı anlayışı hâlâ değişmiyor.
Dünya ısınıyor, seçkinler kömür yakıyor
Dünya gezegeni tarihi boyunca buzul çağları arasında gidip gelir; bir buzul çağı gerilerken ormanlar tropik kuşakların ötesine kadar ilerler. Bu dönemde dünyadaki karbondioksit gazı artar ve buzul kütlelerinde azalmalar meydana gelir fakat buzullar bir sonraki döngü yaklaştıkça yeniden eski kuvvetlerini kazanırlar. Gel gör ki, bu döngü daha önce hiçbir zaman bir canlı türünün teknoloji üretip endüstriyelleşmesini deneyimlememişti. En iyimser tahminlere göre gezegen 2100 yılına dek şimdikinden 1,4 ila 5,8 santigrat derece daha sıcak olacak. Birkaç binyıl sonra yeniden başlayacak buzul döngüsü öncesindeki güzel iklimin keyfini çıkarmak varken, yükselen bir ivmeyle karbon salınımını artırıyoruz. Karbon emisyonundaki artışın en önemli sebeplerinden birisi de fosil yakıt kaynakları üzerinden enerji elde edilmesi. Bu küresel gerçeğe karşın Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanlığı’yla eşgüdümlü çalışan Elektrik Üretim A.Ş. (EÜAŞ) özellikle kömüre dayalı termik santral yatırımlarını çoğaltıyor, kamu elindeki termik santralleriyse daha fazla enerji üretimi yapılmak üzere özel sektöre devrediyor.[11] EÜAŞ’ın kömüre dayalı termik santral yatırımlarına sıcak bakması, Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu’nunsa çarçabuk verdiği üretim lisansları, inşaatçı iş çevrelerinin de gözlerini bu yatırımlara dikmelerini sağlıyor. Kömüre dayalı termik santrallerin deniz kıyılarına kurularak enerji ve hammadde taşınması için kullanılabilecek limanların yapımına izin vermesi, enerji üretiminden geriye kalan kömür tozunun çimento yapımında hammadde olarak kullanılması da inşaat baronlarının termik santrallere olan iştahını kabartan etkenler arasında.
Hukukta ‘seçici geçirgenlik’
Kamusal olması gereken bilginin özelleşmesi ve özel kanallardan servisinin basında yarattığı tahribatın bir benzerini, kamu kurumlarının bilgi edinme hakkına aykırı davranarak toplumdan bilgi saklaması yaratıyor. Yatırımların hangi şekillerde, hangi kanunlar yok sayılarak, yurttaşlara ve kamu adına denetim görevi yapan meslek odaları, basın ve sivil toplum örgütlerine nasıl yalanlar söylendiğini ortaya koyması bakımından Konsorsiyumun küfürbaz ortağı Mehmet Cengiz’in Çanakkale’nin Karabiga beldesine planladığı termik santrali incelemekte fayda var. Bu aynı zamanda çevre mevzuatının en önemli parçalarından Çevresel Etki Yönetmeliği Yönetmeliği’nde her sene yapılan değişikliklerin, deregülasyon yoluyla yaratılan yetki alanları karmaşasının toplum aleyhine çalışmasının, yamalı bohçaya dönüşen Kamu İhale Mevzuatı ve temsili demokrasinin bile görmezden gelemediği kamu denetimi geleneğine taban tabana zıt torba yasa geleneğinin de hikâyesi.
Mehmet Cengiz’in şirketi Cengiz Holding ile Alarko ortaklığının çevre hareketinin gündemine gelmesi, şirketlerin ortaklaşa kurduğu Cenal (Cengiz ve Alarko’nun ilk hecelerinde oluşuyor) Elektrik A.Ş.’nin Çanakkale’nin Karabiga beldesine yatırım kararı almasıyla oldu. Karabiga’da ithal kömüre dayalı bir termik santral kurmak isteyen ortaklar, ilk Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) raporlarını 2012’de sundular ve rapor Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından kabul edildi. Ancak raporda çevre korunumuna ilişkin pek çok detayın atlanması, raporun iptaline yol açtı. Ziraat Mühendisleri Odası ve yerel derneklerin başvurusu sonrasında 19 Temmuz 2013’te ÇED Olumlu kararının yürütmesi durduruldu. Yürütmeyi durdurma kararı üzerine Cenal Elektrik farklı bir yola saptı; yönetmelikte kesin olarak belirtilmesine karşın, tek bir projeyi 4 farklı projeymiş gibi idarenin önüne getirdi. Projeler 4’e bölünüp her bir kısmın doğaya yaptığı etki azalınca, ÇED raporlarının kabul görme şansı da artmış oldu. 4’e bölünen projelerin 3’tanesi ÇED Olumlu veya ÇED gerekli değildir kararlarıyla idare tarafından onay gördüler. Cengiz Holding’le ters düşmeyen Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, ÇED raporunun 4’e bölünmesiyle ilgili açılan davada yaptığı savunmasında kendi yönetmeliklerini bile dikkate almadığını gösterdi. Bakanlık, 17 Aralık sarsıntısına karşın ortağını yalnız bırakmadı.
Kamusallık sorunu ve Karabiga
Cengiz Holding’le devlet arasındaki bağlar, ikinci bir olayla reddedilemez hale geldi. Orman ve Su İşleri Bakanlığı’na bağlı Orman Genel Müdürlüğü (OGM) İzin ve İrtifak Dairesi Başkanlığı, 11 Haziran 2013’te ithal kömürlü termik santraller hakkında bir karar aldı. OGM, Orman Bölge Müdürlüklerine gönderdiği yazıda, devlete ait ormanlar içerisine kurulmak istenen ithal kömüre dayalı termik santraller hakkında olumlu görüş bildirilmemesi yönünde kesin talimat verdi. “Kaynağı orman alanı içinde bulunmayan ithal kömüre dayalı termik santrallerin orman sayılan alan içinde yapılmasında kamu yararı ve zaruret olmadığından olumlu görüş bildirilmemesi, izin taleplerinin değerlendirmeye alınmadan talebin geri çevrilmesi ve izin raporu düzenlenmemesi” yönünde kesin karar belirten OGM, ithal kömüre dayalı termik santrallerin ormanlık alanlara kurulmasının önünü kesti. Ancak Müdürlük bu kararının arkasında uzun süre duramadı. OGM, 23 Eylül 2013 tarihinde Orman Bölge Müdürlüklerine gönderdiği yazıyla, 11 Haziran tarihli kararını iptal etti ve orman alanına kurulacak termik ve nükleer santrallerde, kamu yararı ve zaruret olup olmadığının tespiti yetkisini Orman ve Su İşleri Bakanlığı’na devretti. OGM kararına karşın, Karabiga’daki orman arazileri bu iki kararname arasında Cenal Enerji Santrali için tahsis edildi. Kesin yasak kararına karşın 133 buçuk hektarlık araziyi termik santral için Cenal Enerji’ye veren Balıkesir Orman Bölge Müdürlüğü, en büyük skandala ise yurttaşlardan bilgi saklayarak imza attı. Karabiga Temiz Doğa Derneği Başkanı Aslı Badem termik santrale tahsis edilen orman arazilerini sorunca, OGM kararlarına aykırı hareket ettiğinin farkında olan Balıkesir Orman Bölge Müdürlüğü orman arazilerinin Cenal Enerji’ye tahsisini gizledi. Balıkesir Orman Bölge Müdürlüğü orman alanının Cenal Enerji Santrali’ne 28 Ağustos’ta devrini gösterir belgeleri, “ticari sır” ve “ülkenin ekonomik çıkarlarına ilişkin bilgi ve belgeler” olduğu gerekçesiyle sakladı. Tapeleri ortaya çıkmadıysa da, Cengiz Holding ve diğer inşaat devlerinin yereldeki işlerini nasıl yoluna koyduklarını Karabiga örneği açıkça gösterdi.
Yargı yeni Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu Yasası gibi düzenlemelerle iktidara bir seviye daha yakınsarken, erkin basın ile arasındaki bağ da kopma noktasına doğru ilerliyor. Konsorsiyumun niçin önce Çukurova Medya Grubu bünyesindeki Akşam ve Skytürk, sonrasındaysa Turkuvaz Medya Grubu’na ait ATV ve Sabah’ı satın alma girişimlerinde bulunduğunu açıklar biçimde, dev inşaat-enerji kartelleri tarafından yönetilen medya gruplarında kamu adına denetimin düsturuyla kaleme alınan haberlere yer verilmiyor; anaakım dışındaki medyanın bu yöndeki çabaları ise yargı erki tarafından maksatlı biçimde görmezden geliniyor. Dolayısıyla tüm bu olgulara ilişkin pek çok haber yayınlanmasına, holdinglerin medya, iktidar ve toprakla kurduğu çarpık ilişkilerin tapelerle ortaya çıkmasına karşın Cengiz Holding Karabiga için yeni termik santral kazanlarının siparişini gönül rahatlığıyla verebiliyor.
Gezi’den kalma yalancı yaşam hakkı baharı
Gezi’ye kadar yıllarca kulakların tıkandığı, post-modern bir siyaset unsuru olarak değerlendirilegelen ekoloji ve kent hakkı hattı ilk defa geniş kitlelerce tartışılıyormuş gibi gözüküyor. Fakat bu aldatıcı görüngüye kanmamak lazım; dünya toplumlarından bu özelliğiyle hiç de farkı olmayan Türkiye halkları insan türü merkezci düşünüş biçimleri gereği kent ve çevre talanını yalnızca reel politikaya etki edebildiği ölçüde dikkate almayı sürdürüyor. Cengiz Holding’in hazırlıklarını yaptığı bir ithal kömüre dayalı termik santral yatırımı diğer zamanlarda karşılaşabileceğinin katbekat fazlası toplumsal muhalefetle karşı karşıya kalabiliyor fakat aynı sırada ismi tapelerde geçmeyen fakat en az Cengiz, Limak veya Kolin Holding kadar icazet alma zorunluluğu bulunan bir şirket Rize’nin Andon Vadisi’nde merkezi enerji anlayışı için içme suyuna Rize Belediyesi ile birlikte HES inşa ediyor ve karşısına oranın köylüleri dışında kimsecikler çıkmıyor. Ayrı dünyaların çakıştığı, galaksilerin birbirine girdiği şu dönemi farklı seviyelerdeki yerel yaşam savunucuları çok verimli kullanmalı; yatay örgütlenmiş ve toplumla paylaşılmış bir iktidar değil, yalnızca iktidarın el değiştirmesi hedefiyle servis edilen, reel siyasetin nükleer silahlanma yarışı haline dönüşen tapelerin tozu dağılınca geriye merkezi enerji politikalarını, beton baronlarına ilişikli basını ve 77 milyonluk belediye anlayışlı iktidarı reddeden, öz yönetişimci bir örgütlenme kalmalı.
[1] Bayraktar 3 Şubat’ta yaptığı bir açıklamayla AKP’den istifa kararından geri adım attı.
[2] 12 Haziran 2011 genel seçimlerine girilirken oluşturulan bakanlıklar arası işbölümü, ortaya çıkan kaos ve görev karmaşası bakımından, bir anlamda neoliberal çevre ve enerji politikalarının Türkiye’ye ne kadar da geç geldiğini işaret ediyor. Seçime giderken ardı sıra yayınlanan kanun hükmünde kararnamelerle Çevre ve Orman Bakanlığı, Tarım ve Köyişleri Bakanlığı ile Bayındırlık ve İskân Bakanlığı ortadan kalktı. Bu bakanlıkların yerlerine Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı, Orman ve Su İşleri Bakanlığı ve görev alanı muğlak bir başka birim olan Kalkınma Bakanlığı kuruldu. Bunlara bir de Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı eklenince çevre ve enerji yatırımlarının karar verme mekanizması konusundaki karmaşa inanılmaz bir boyuta ulaştı. Yeni regülasyonlar kılığındaki neoliberal deregülasyon işlevini başarıyla yerine getirdi ve çevresel yıkımı artırdı. Deregülasyon o kadar kapsamlı ve belirsizdi ki, AKP bakanlığın ismine bile karar verememiş, 636 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile kurulan Çevre, Orman ve Şehircilik Bakanlığı sonradan gelen bir başka KHK ile feshedilmişti.
[3] Bayraktar 1 Kasım 2012 tarihinde TBMM Genel Kurulu’ndaki birleşimde “TOKİ hakkında beş senede ihaleden dolayı bırakın davayı, bir araştırma, soruşturma yoktur” dedi. Erdoğdu Sayıştay’ın TOKİ’de 770 trilyon lira zarar tespit ettiğini söyledi. Bayraktar, “TOKİ’deki 35 bin ihaleden bir soruşturma bir dava varsa, Yüce Meclis önünde söz veriyorum, bu dakika bakanlıktan da vekillikten de istifa edeceğim. İstifa etmezsem şerefsizim” yanıtını verdi. Erdoğdu KC Grup’la ilgili iddiaları dile getirdi ancak Bayraktar bu iddiaları yanıtlamadı.
[4] Bayraktar basın mensuplarına konuyla ilgili şunları söyledi: “KC’nin, TOKİ’nin malını vekâletname alıp satmasını görememek… Hâlâ hatırladıkça cinlerim tepeme çıkıyor. O olay bizi çok üzdü. 55 milyon lira dolandırmışlar, TOKİ zarara uğratılmış. Burada dolandırıcılık, hırsızlık var. Bir idareci olarak orada yapılan yanlışlığı görebilmeliydik”
[5] Cengiz-Liman-Kolin ortaklığının Üçüncü Havaalanı’ndan önce ortaya çıktığı örnek, Türkiye genelindeki özelleştirilen elektrik dağıtım şirketleriydi. Boğaziçi, Akdeniz, Uludağ ve Çamlıbel Dağıtım şirketlerinin sahibi olan Konsorsiyum, şirketlerin yönetimlerini de kendi içinde bölüştü. 4,3 milyon aboneye hizmet veren Boğaziçi’nin yönetim kurulu başkanlığını Mehmet Cengiz, 2 buçuk milyon aboneli Uludağ’ın yönetim kurulu başkanlığını Nihat Özdemir, 750 bin aboneye elektrik sağlayan Akdeniz’in yönetim kurulu başkanlığını ise Naci Koloğlu yapıyor. Tüm şirketlerde Konsorsiyumun diğer ortakları yönetim kurullarındaki öteki pozisyonları dolduruyorlar.
[6] Atlanta Hartsfield-Jackson Havalimanı kesinleşmiş 2012 verilerine göre, 95 milyon 462 bin 867 kişiye hizmet verdi. 2013’ün ilk 10 aylık dönemindeyse havalimanı 79 milyon 196 bin yolcu tarafından kullanıldı. Avrupa ve Asya’daki havalimanları ise Atlanta’nın oldukça gerisinde kaldı. Çin’in başkenti Pekin 2012’de 81 milyon 929 bin yolcuyu ağırlarken, Asya’daki bir diğer havalimanı olan Japonya’daki Tokyo Uluslararası Havalimanı 67 milyon 788 bin yolcuya hizmet verdi. Avrupa ile Kuzey ve Güney Amerika arasındaki uçuşların sıklıkla gerçekleştiği Londra ve Paris havaalanları da yıllık 70 milyon yolcunun üzerine çıkamadılar. Lonrda’daki Heathrow Havaalanı 2012’de 70 milyon 38 bin yolcu tarafından kullanılırken, Paris Charles de Gaulle Havalimanı’nın yolcu sayısı 61 milyon 687 bin olarak ölçüldü. Türkiye’nin rekabet etme iddiasında olduğu Dubai ve Frankfurt havalimanları da 2012’yi 50 milyon yolcu sayısının üzerinde tamamladı. Dubai Uluslararası Havalimanı 57 milyon 684 bin yolcu tarafından tercih edilirken, 57 milyon 520 bin yolcu ise Frankfurt Havalimanı’nı kullandı. İstanbul Atatürk Havalimanı ise 2012’de 44 milyon 992 bin yolcuya ev sahipliği yaptı.
[7] 1625 hektarlık alana kurulu Atlanta’daki Hartsfield Havalimanı, yıllık 95 milyon yolcuya ev sahipliği yapıyor. Dünyanın en yoğun trafiğe sahip diğer havaalanlarından Pekin Havalimanı 2330 hektar, Londra Heathrow Havalimanı 1216 hektar, Tokyo Havalimanı 1445 hektar, Chicago Havalimanı 2610 hektar, Paris Charles de Gaulle Havalimanı 3100 hektar, Dubai Havalimanı ise 1445 hektarlık alan üzerine kurulu.
[8] Görüşme kayıtlarına göre, 17 Ağustos’ta Aksa Enerji’nin patronu Şaban Cemil Kazancı ile görüşen Mehmet Cengiz, “Ağzıma s.çtı. Bu yaşıma geldim, bu kadar iyilik yapıp da böyle fırça yediğim tek iş oldu, tek!” ifadesini kullandı.
[9] Kayıtlara göre Cengiz, kendisi yerine Skytürk ve Akşam’ı alan Ethem Sancak’la 5 Ekim’de telefonla görüştü. Sancak, “zor görevi” kendisine bıraktığı için Cengiz’e sitem ederken, Cengiz ise SkyTürk ve Akşam’ın alımı için çalışma yaptıklarını ama başka bir “görev alındığı için” vazgeçtiklerini anlattı. Sancak’ın, “El sıkıştık. Sen zor işleri sevmiyorsun, bana bırakmıyorsun hiç kolay işleri” sözlerine Cengiz, “Ben daha zorlarındayım, merak etme, son anda başka görev aldık oradan vazgeçtik” cevabını verdi.
[10] Mehmet Cengiz, Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım’la yaptığı bir görüşmeden sonra Nihat Özdemir’i aradı. Cengiz, “Şimdi 4 milyar dolar civarında bir işler var, onları beraber çalışacağız. Karayolu falan filan… Ben akşam bitirdim işi ama yüzde 10” dedi. Özdemir bu teklifi kabul etti. Cengiz, tüm bu ihalelerin Sabah-ATV grubu konusunda verilen göreve bağlı olduğunu şu sözlerle ifade etti: “Öbür işleri de biz bir çalışalım da, biz onların işinden talip olalım. Üçümüz, 1-2 milyar birimiz ne alabilirsek alalım işte…”
[11] Avrupa Birliği’ne üyelik sürecinde Türkiye pek çok alanda düzenlemeleri içeren AB Müktesebatı’nı kabul etmekle ve kendi yasa ve yönetmeliklerini AB’ye uydurmakla mükellef. Uyum yasalarının en kabarık alanlarından birisi çevre ve iklim değişikliği ile çalışma güvenliği ve kamu sağlığını ilgilendiren fasıllar. EÜAŞ, AB’nin bu alandaki kriterlerinin Türkiye yasalarına adapte edilmesinden önce davranarak elindeki tüm termik santralleri bir an önce özelleştirmeye çalışıyor; bu bağlamda katılım öncesi finansal yardım enstrümanı aracılığıyla Türkiye’ye aktarılan fonlarla oluşturulan yeni yönetmelikler ve teknik şartnamelerin yürürlüğe giriş tarihleri Bakanlar Kurulu kararlarıyla erteleniyor.