Tutuklu yargılanan Halis Bayancuk’un (Ebu Hanzala) başını çektiği Tevhid Dergisi çevresinin oluşturduğu Tevhid ve Sünnet Cemaati’nin önde gelen isimlerinden Enes Yelgün, grubun karşılaştığı soruşturmaları, devletin Ebu Hanzala ve kadrosuna yönelik tavrını Diken’e anlattı.
Doğu Eroğlu (24 Nisan 2018 Diken)
İslam Devleti’nin Irak ve Suriye’deki etkinliğinin tepe noktasına ulaştığı 2014-2015 döneminde, Türkiye’den binlerce kişi ‘cihad sorumluluğunu’ yerine getirmek üzere evlerinden ayrıldı. Bu yoğun akışın Türkiye’ye özgü sebeplerinden biri, 2000’li yıllarla birlikte etkinliklerini artıran Selefi cemaatlerin ülkedeki varlıklarıydı. İslam Devleti’nin köken aldığı küresel cihat hareketiyle ideolojik bağlarını pek de saklamayan bu cemaatler, Suriye İç Savaşı sürecinde önce Cephetül Nusra, sonrasındaysa İslam Devletine katılımlarda dolaylı rol oynadı. Bu grupların en etkin ve görünür olanlarından biri, Türkçe konuşan Selefi ideologların en tanınmışı olan Halis Bayancuk, yani kamuoyunda daha çok bilindiği şer’i ismiyle Ebu Hanzala etrafında örgütlenmiş olan Tevhid Dergisi ile Tevhid ve Sünnet Cemaati.
Hem derginin hem de cemaatin kurucusu Bayancuk, Sakarya’da görülen, İslam Devleti bağlantılı faaliyet iddialarının yargılandığı bir davadan ötürü tutuklu. Ancak onun yokluğunda cemaatin önemli isimlerinden, 2007’den beri Bayancuk’la birlikte hareket eden Tevhid Dergisi yazarı Enes Yelgün sorularımı yanıtlamayı kabul etti ve Tevhid Dergisi’nin İstanbul-Bağcılar’daki merkezinde bir görüşme gerçekleştirdik. Aslında İslami eğilimli olmayan basın için çalışan muhabirlere mülakat vermeyen Tevhid ve Sünnet Cemaati temsilcileri, Kasım 2017’de Diken’de yayınlanan Bayancuk’la ilgili makalemi ‘beklenmedik derecede objektif’ bulunca bu görüşme mümkün oldu.
Üç parçaya bölünen uzun söyleşinin ilk kısmında Tevhid ve Sünnet Cemaati’nin devletle olan ilişkilerine, ikinci kısmında İslam Devleti’yle bağlantı iddialarına cemaatin verdiği yanıtlara, son kısmındaysa Türkiye’deki radikalleşmeye ilişkin cemaatin görüşlerine ve diğer toplumsal kesimlere bakışına yer verildi.
Bugün Tevhid Dergisi olarak bilinen grubun yayıncılık faaliyetleri nasıl başladı?
Haziran 2007 gibi (Bayancuk) inançlarını anlatmaya başlamıştı. 2007 sonunda internet sitesi de vardı. Faaliyetler açıkça yürütülüyordu; ilk önce ‘dükkan’ diye adlandırabileceğimiz yerlerde küçük mescitler kuruldu. Tabii bunun bir resmiyeti yoktu. İlki Bağcılar’daydı. 2008’de ilk operasyon gerçekleşti. Bir buçuk sene birlikte cezaevinde yattık. “Bu işin resmi olarak yapılmasının faydası olur mu?” diye düşündük. 2011’de derginin (Tevhid Dergisi) başlamasıyla resmiyet kazanmış oldu. Burası dergi binasıdır mesela. Dergi-ofis çalışanları bellidir. YouTube kanalıyla, internet sitesiyle ilgili çalışmaları bu katta yaparlar. Aşağı kat okuma salonudur, aynı zamanda mescit olarak da kullanılır. Giriş katta Tevhid Kitabevi… İstanbul’da şu anda üç ayrı yerde (bürolar bulunuyor). Van, Diyarbakır, Konya, Bursa, İstanbul, Ankara’da da temsilcilikler var.
Van’da İHH üzerinden başlatılan ve daha sonra kendisinin de tutuklandığı operasyonlar hakkındaki bir mülakatında Bayancuk, operasyonların FETÖ tarafından kurgulandığını açıklıyordu. Gülen Cemaatinin başka dini organizasyonlara tolerans gösterirken size karşı harekete geçtiği iddiasını neye dayandırıyorsunuz?
Diğer cemaatler operasyon aşamasına gelinmeden seslerini kesip FETÖ’yle uzlaştılar. Menzil’dir diğerleridir… Ama sıkıntı çıkaran yapılara karşı da gereğini yaptılar. Taşhiyeciler davasını biliyorsunuz. Onlara operasyon yapılmasının temel sebebi, “Öğrencilere zekat verilmez” diye fetva yayınlamalarıydı. Bu FETÖ maliyesine ciddi bir darbe demekti çünkü en fazla para topladıkları kaynak buydu. Taşhiyecilerin liderinin Nurcular arasında yeri vardı. Fetvayı geri çekmesi istendi, o da fetvasını geri çekmeyince bir kumpasla el-Kaide içerisine oturtuldu. Hocamızın Emniyette karşılaştığı soruların da hemen hemen hiçbirinin IŞİD’le el-Kaide’yle ilgisi yoktur. İnançlarımızla ilgilidir.
FETÖ’nün en belirgin düşüncesi dinlerarası diyalogdu. “İbrahimî üç dinin mensupları da cennete gidecektir” deniyor. Bunu Batıda tutunabilmek için yapıyorlar. Biz bunu açıktan reddeden bir topluluğuz. Medyanın İslami hassasiyeti olan yazarları FETÖ süreci sonrasında dinlerarası diyalogla ilgili, “Aslında bu Kuran a aykırıdır” diye yazılar yazmaya başladı. Madem aykırıydı da, yıllardır bu düşünceleri savunuyorlardı, neden bunlara bir tepki göstermediniz? İlk basılan kitaplarımızdan bir tanesi, Hocamızın ‘Tüm Rasûllerin Ortak Daveti’ kitabıdır. Yaptığı ilk dersler “La ilahe illallah”la ilgilidir. Sürekli buna vurgu vardır.
1997’de Gaziantep Kitap Fuarındaki bir saldırı sonrasında hapsedilmesini Şahımerdan Sarı da benzer gerekçelerle açıklamıştı.
Evet, o da aynı şekilde tepki gösteriyor. Aynı kulvarda olduğuna inandığımız bir hocamızdır. O da şu an zulüm altında, Burada aldığı cezalar nedeniyle Irak’ta cezaevinde (Şubat 2018’de Türkiye’ye getirildi ve tutuklandı). Yüzlerce insana bu şekilde zulmedildi. Hizb-ut Tahrir diye bir yapı var; açıkça silahı reddetmiş bir topluluk. Buna rağmen silahlı terörden ceza aldılar. 2007-2008 sürecinde oluşturulmuş dosyalar şimdi yavaş yavaş onanmaya başladı. İnsanlar, “FETÖ’den kurtulduk” diyorlar ama FETÖ’den devlet kurtuldu. Mazlumlar kurtulmadı, hâlâ içerdeler. Çok da bir umudumuz yok açıkçası.
Size yönelik güncel davalarda benzer iddialar kullanıldığını ve FETÖ’nün çizdiği yolun devam ettirildiğini mi düşünüyorsunuz?
Hiçbir farklılık yok, hep aynı şeyler. Şunu diyebilirsiniz, “Madem devlet FETÖ’den temizlendi, neden aynı şekilde sizi almaya devam ediyor?” Osmanlı’da kara defter olur, o deftere giren bir daha çıkmaz. Bizimki biraz bununla ilgili. Diyor ki, “Devlet olarak, IŞİD’e, El-Kaide’ye operasyon yapıp toplum içerisinde bir rahatlama yaratmam lazım.” Suruç Saldırısı oldu, ertesi gün 254 kişi alındı. Ben de o zaman gözaltına alınıp bir sene yattım. Suruç’tan sonra bizleri “IŞİD’in lider kadrosu” diye aldılar.
24 Temmuz 2015’te Türkiye ile IŞİD karşıtı uluslararası koalisyon arasındaki işbirliğinin genişletilmesi üzerine uzlaşma sağlandı. Sizlerin de dahil olduğunuz gözaltı dalgasının 20 Temmuz 2015 Suruç saldırısıyla değil, o mutabakatla ilgili olduğunu düşünüyorum (24 Temmuz 2015’te İstanbul’da gözaltına alınan Bayancuk ve diğerlerinin yargılandığı davada Suruç Saldırısıyla ilgili herhangi bir iddia bulunmuyordu). Ama bugün durum daha farklı. İslam Devleti bağlantılı şahıslar,‘Türkiye’de uluslararası bir zirve veya yabancıların geldiği bir etkinlik olduğunda hemen bizi hedef alıyorlar, gözaltına gidiyoruz’ diyor.
Doğru. WikiLeaks belgeleri içinde, Türkiye’deki el-Kaide operasyonlarıyla ilgili bir yazışma var. Diyor ki, “Türkiye’deki el-Kaide operasyonlarının çoğu göstermelik olarak yapılan ve çoğu şüphelinin sonrasında serbest bırakıldığı operasyonlardır”diyor. ABD’li yetkililer incelemiş, “el-Kaide’yle ilgisi yok, toplumun gözünü boyamak için yapılan şeylerdir” diyorlar.
Doğu Eroğlu’nun notu: Yelgün’ün WikiLeaks iddiasıyla ilgili bir şerh düşmek gerekiyor zira Yelgün’ün iddiası bir çeviri hatasından kaynaklanıyor olabilir. Yelgün’ün bahsettiği belge gerçekten de mevcut ancak Türkiye’de görev yapan ABD’li diplomatlar tarafından yazılan notta el-Kaide operasyonlarının göstermelik olduğundan değil, Türkiye basının polis tarafından gözaltına alınan her radikal İslamcıya “El-Kaide’ci” etiketi yapıştırdığından söz ediliyor.
27 Ocak 2010 tarihli dokumanda, o tarihteki operasyonlarda gözaltına alınan kişilerin basın tarafından “el-Kaide’ci” olarak anılmasının, bu kişilerin gerçekten küresel El-Kaide ağlarıyla eşgüdümlü çalışan kişiler olduğu anlamına gelmeyebileceği, “el-Kaide’ci” ifadesinin tüm radikal İslamcıları kapsayan ‘şemsiye bir tabir’ olduğundan bahsediliyor. Ancak dokümanda yakalanan sanıkların suçsuz, operasyonların göstermelik olduğuna dair bir değerlendirme de bulunmuyor. Notu kaleme alan ABD’li diplomatlara göre, Türkiyeli emniyet birimlerinin asıl amacı İslamcı örgütlere önleyici müdahalede bulunmaktı: “Bize göre, gözaltı ve tutuklumalar önleyici nitelikte. Türkiye emniyetinin amacı, İslamcı hücrelerin oluşumunu engellemek ve bu kişilere gözetim altında olduklarını göstermek olabilir. Anlayabildiğimiz kadarıyla gözaltına alınan kişilerin çoğu hakkındaki iddiaların ispatlanması zor. Gözaltına alınanların çoğunun serbest bırakıldığını, hala tutuklu olanlar hakkındaysa resmen suçlamada bulunulacağını düşünüyoruz.”
Bu ifadeler Yelgün’ün tepki gösterdiği uygulamalara kısmen de olsa değiniyor. ABD’li yetkililer operasyonların göstermelik olduğunu düşünmese de, İslamcı örgütlere yönelik güvenlik tedbirlerinin maddi bulgulara dayanmadığını, bu gruplara mesaj vermek isteyen devletin somut eylem ve suç aramadığını kabul ediyor. 2010’daki bu değerlendirmeler güncel durumun karmaşıklığındansa uzak kalıyor. Bugün hem Suriye ve Irak’ta savaştığı bilinen eski savaşçılara suç isnat etmenin zorlukları yaşanıyor hem de İslam Devleti’yle mücadele performansını iyi göstermek adına, aynı kişiler haklarında somut bulgular veya yeni iddialar olmaksızın sürekli gözaltına altına alınıyor.
Son yıllardaki gözaltı ve tutuklamaları da buna mı benzetiyorsunuz? İslam Devleti bağlantılı pek çok kişinin defalarca gözaltına alınıp, somut iddialarla karşılaşmaksızın serbest bırakıldığını biliyorum. Sizin çevrenizde buna benzer durumlar oluyor mu?
Tabii var. İstanbul’da, Diyarbakır’da… Van’da Tevhid Dergisi’ne operasyon yapıldı mesela 10 güne yakın süredir sorgulanmadan bekliyorlar. “Ne zaman ifade almaya başlayacaksınız?” diyoruz. “Bilgisayarları inceliyoruz, inceledikten sonra” diyorlar. Maalesef Türkiye’de bunlar eskiden İslami hassasiyetlere sahip kişilere yapılıyordu, PKK diyebileceğimiz kesime ya da aşırı marjinal sola yapılıyordu. Ancak bugün muhalif olan herkese yapılan bir uygulamaya döndü. Bizi şu anda pek çok insanın anladığını düşünüyorum artık. Manşet atılıyor, “FETÖ’cü çıktı”diye. Sonra adamın alakasız biri olduğu anlaşılıyor ama manşetler kalıyor orada. İnsanların zihinlerinde de kalıyor. 2011’deki operasyonda biz gözaltına alındıktan sonra basına “100 kilo patlayıcı, silahlar yakalandı” diye haberler düşmüştü. CHP Milletvekili Eren Erdem, Hoca tahliye olduğu zaman (Mart 2016’da) bir açıklama yaptı Meclis’te, “Bu adamın garajında şöyle arabalar yakalandı,” bombalı arabalar demek istiyor. “Nasıl olur da bırakılır” diyor.
Ankara’da Gar Saldırısı var mesela. Saldırıyı kendine IŞİD diyen birileri yapmış. Biz IŞİD’i net bir şekilde reddetmişiz. Sonrasında bizi bununla birleştirip haberleştiriliyorsa elbette ki burada bir sorun var demektir. İnandıklarımızı reddeden toplulukların bizi böyle fotoğraflamaya çalıştığını düşünüyoruz. 2007’den beri üç defa cezaevine girdim. Özel harekattan iki metre boyunda adamlar, ellerinde silahlarla kapılarımızı kırarak içeri girdiler. Her seferinde söyledik, “Bizi emniyete çağırsanız zaten geliriz. Sabah 5’te neden operasyon yapıyorsunuz? Sabah 8’de kapıyı çal, biz sana kapıyı açalım”. İki dakika beklesinler, belki eşimiz üstünü giyecek, çocuğumuzu uyandıracağız. Ondan sonra kapıyı yine açalım. “İlkinde bu evde şunu şunu bulduk, sonra da o yüzden kapıyı kırarak yaptık” denebilecek bir durum da yok. Niçin yapıyorlar? 2011’deki operasyondan sonra o evde yaşamaya devam ettim. İki sene yattım cezaevinde. Eşim o evde kaldı. Çıktıktan sonra bir sene komşularım benimle konuşmadı. Bir sene sonra diyalog yavaşça başladı. “Hacı ağabey, senin hakkına girmişiz, şöyle şöyle bir insan zannettik” demeye başladılar. Sonra ne oldu? Bir şey değişmedi. Toplum içinde insanlarda bize karşı bir algı oluşturmak istiyorlar.
Aralıklarla yapılan gözaltılar bir yalnızlaştırma çabası mı?
Tabii. Bağcılar İstanbul’un en kalabalık ikinci ilçesi. Biz Bağcılar Belediyesi’nin karşısındaki bir binada bulunuyoruz. Belki de İstanbul’un halk yoğunluğu açısından en merkezi yerlerinden biri. Zihinlerde Tevhid Kitabevi ve dergisi öyle bir kodlanmış ki insanlar buraya gelmeye korkuyor. Ama mesela esnafla oturup konuştuğumuzda komşulara ziyaretler yaptığımızda güzel karşılıklar görüyoruz. “Niye böyle?” dediğimizde, “Google’a Tevhid Dergisi yazdığımızda karşımıza ilk çıkan IŞİD oluyor”gibi şeyler duyuyoruz. Endişelerine hak veriyoruz ama bunun kasten yapıldığını düşünüyoruz. Bizim inancımız bu rejime zararlı. Demokrasiyi istemiyoruz, buranın Allah’ın kanunlarıyla şeriatla yönetilmesini istiyoruz. Kimsenin kafasına silah dayamıyoruz ama bu bizim inancımız. Bunu söylüyoruz diye bize bu zulüm yapılacaksa sosyalizm isteyen birine de aynısının yapılmasını lazım.
Bayancuk vaaz videolarında, 2017 süresince yoğunlaşan bir devlet baskısından açıkça söz ederek gözaltına alınan cemaat mensuplarına muhbirlik teklif edildiğinden bahsediyordu. Bu olayları, devletin Bayancuk’la bir diyalog ya da uzlaşı zemini aradığı biçiminde yorumlamıştım. O süreci siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Davetleri sırasında peygamberlerin bazı aşamalarla karşılaştıklarını görüyoruz. Diktatörlük olarak gördükleri rejimlere başkaldırıp halkları uyarıyor, bazı tavsiyelerde bulunuyorlar. Bunu yaparken önce yalanlanıyor ve dalga geçiliyorlar. Sonrasında tehdit ediliyorlar. Sonra hapsediliyorlar; öldürülenler, işkence görenler var. Bunlar işe yaramazsa son olarak teklifler sunuluyor. En son ve en tehlikeli aşama budur. Her türlü zorluk kenetlenmeye sebebiyet verir fakat iş teklife gelince kafalarda soru işaretleri oluşmaya başlar. 2007 yılından bu yana Hocamız öldürülmekle tehdit edildi; cemaatteki birçok kardeşimiz tehditlerle karşılaştı; hapishanelerle tehdit edildi; alay edildi, dalga geçildi… 2014’te 6-8 Ekim olaylarında PKK’nın Diyarbakır’da bizim evlerimize gidip, “Burayı terk edeceksiniz yoksa sizi öldürürüz” demesi ve devletin buna sesini çıkartmaması… Belki gücü yetmediğinden, belki de farklı sebeplerle…
Kürt siyasi hareketiyle ilişkili yapıların 6-8 Ekim 2014 Kobane Olayları öncesinde İslam Devleti’yle bağlantılı olduğu düşünülen dükkan ve şahıslara yönelik eylemleri olmuştu. Fakat 6-8 Ekim 2014 Kobane Olayları sırasında sokağa çıkanların çok sert saldırılarla karşılaşması, “Demek ki devlet öbür tarafa yol verdi”diye düşünenlerin de oluşmasına yol açtı.
Ben IŞİD adına konuşamam, Tevhid ve Sünnet Cemaati adına konuşabilirim. Bizim Van ve Diyarbakır’da geniş katılımlı panellerimize bakılırsa 150-200 kişi toplayabildiğimiz görülüyor. Sokaklara çıkan binlerce Kürt’e karşı 150-200 kişinin sahaya sürüldüğünü söylüyorlarsa karşı tarafa bir zarar vermemiştir…
Hayır tam olarak öyle değil; devletin 6-8 Ekim 2014 Kobane Olayları sırasında sokağa çıkanlara yönelik şiddetinin, Kürtlerin İslam Devleti bağlantılı kişilere karşı Türkiye’de yürüttüğü mücadeleyi önlemek amaçlı olduğunu düşünenler var.
Anladım. Bu büyük bir komplo teorisi olur. Onların bize karşı tepkileri vardı zaten. “IŞİD’cisiniz, burada yaşamayacaksınız”gibi şeyler söylüyorlardı. Özellikle de Kobane Olayları’nın olduğu dönemde çok yoğundu. Biz de o zaman kendi inancımızı anlatıyorduk, “IŞİD’le bir alakamız yok. Ama IŞİD’le alakamız yok diye sizden korkup kaçacak da değiliz. Biz bu topraklarda doğduk, yaşadık, insanlara bir şeyler anlatıyoruz” dedik.
En tehlikeli kısım teklif kısmıydı tabii. Hocamız Mart 2017’de Ankara’da gözaltına alındığında hâkim, “Keşke bunları daha yumuşak bir şekilde anlatsan” dedi. Polisler, “Hocam biz de senin gibi düşünüyoruz. Şeriatı biz de isteriz ama gücümüz kuvvetimiz yetmiyor” dedi. Hocamız, “Hiçbirinizin samimi olduğunu düşünmüyorum. Öyle olsaydınız üzerinizdeki polis yeleklerinden sıyrılır, ne anlatacaksanız öyle anlatırdınız” diye yanıtladı. Teklif süreci en tehlikelisi olduğu için hocamız diğerlerinden daha çok bu süreci duyuruyor. Cemaatteki tüm fertlere aynı teklifler gelebilir. Tekliflerle bizim bir işimiz yoktur; nasıl Peygamberler bu tekliflere karşı dik durmuş, “Biz Allah’tan geleni size iletiriz, o kadar” demişler, biz de aynı şekilde yapmalıyız. Hocamızın bunu bu kadar açık şekilde ifade etmesi de bu yüzden. Hamdolsun, bize hiçbir etkisi olmadı. Cemaattekilerin gözaltına alınıp muhbirlik tekliflerinin getirilmesinin önü kesildi. Ama dışarıdan kişilerin gözaltına alınıp onlara, “Gidip o mescitlerde durup bize haber getirebilirsiniz” dendiği de bize aktarıldı. Biz buradaki sempozyumlara panellere gelen polisleri artık biliyoruz. Siz kendiniz buraya gelirken bizden neden bilgi istiyorsunuz?
Polisler açık kimlikle, üniformayla mı geliyor yoksa sivil biçimde mi?
Ara ara görev icabı sivil kıyafetle geliyorlar, dersi dinleyip gidiyorlar… Ortamı süzüp geri çıkıyorlar. Belki sürekli geliyorlardır da hepsini bilemiyoruzdur… Ama bayram namazı gibi etkinliklere geliyorlar. Güvenlik nedeniyle geldiklerini iddia ediyorlar.
Şu anda Bayancuk’un da tutuklu yargılanmasına sebep olan Sakarya’daki davayı nasıl değerlendiriyorsunuz?
FETÖ süreciyle başlayan soruşturmalar sonrasında bol keseden müebbet istemleri söz konusu. Savcıların kalemi çok rahat. İddianame temelde 2 tanık ifadesinden oluşuyor ve muhtemelen yalan bunlar da. O tanıkları da tanıyoruz. Şu anda ulaşmaya çalışıyoruz, “Niçin yalan söylediniz?” diye sormak için.
Dosyada tanıklıkları bulunanlar sizin cemaatinizin içinden kişiler mi?
Sohbet toplantılarına gelip giden, aşinalığımız olan kişiler. 2014’te iki kişi gelip gitmeye başladı. Hocamız cezaevindeydi, ben buradaydım. Paneller, dersler yapılıyordu. Oralara katılıyorlardı. Bu gençler, “Biz Suriye’deki savaşa gitmek istiyoruz, bizi yönlendirebilir misiniz?” dediler. Benle konuştular. 2014’ü az çok tahmin edersiniz; herkesin birbirine girdiği, kimin ne olduğunun belli olmadığı, hatta devletin de oradaki gruplara açıktan destek verdiği bir zaman dilimiydi. “Bizim öyle insanlarla bir diyaloğumuz yok. Ama herhangi bir yardım kuruluşuna bile gitseniz sizi her halükarda yönlendirirler. Bizlik bir durum yok. Biz burada kalan, dini ulaştırmaya çalışan kişileriz” dedik. Bu gençler bir şekilde yollarını buluyor ve gidiyor. Tabii gidince aileleri sıkıntıya düşüyor. Zorla onları geri getirtiyorlar. Emniyet fırsatı kaçırmayıp, “İfade verin” diyor. Emniyet ne yazdırmışsa hepsinin altına imza atıyorlar, sonra da“Hoca dışarıya adam göndermiş” deniyor. Hoca o sırada cezaevinde ama dosyadaki tek delil bu. Toplama bir dosya… Tüm illere dilekçe yazmış savcı, “Bu şahısla ilgili bir soruşturma var mı?” diye. Ne kadar ilden soruşturmayla ilgili şey varsa dosyaya girmiş yani…
Doğu Eroğlu’nun notu: Türkiye’nin 24 Temmuz 2015’te IŞİD karşıtı küresel koalisyonla işbirliği seviyesini artırmasının ardından, İslam Devleti’ne insan kaynağı sağlayan pek çok yerelde, İstanbul gibi farklı İslam Devleti yanlısı kurumların birlikte çalıştığı kentlerde ve İslam Devleti Hudut İdaresi’nin etkin olduğu sınır vilayetlerinde başlatılmış soruşturmalar davalara dönüşmeye başladı. Bunları, Türkiye içinde gerçekleştirilmiş şiddet eylemlerinin İslam Devleti bağlantılı faillerinin yargılandığı davalar takip etti.
Tüm bu soruşturmalar, iddianameler ve davaların görülme usullerine ilişkin pek çok eleştiri getirilebilir. Soruşturmaların önleyici niteliğinin olmaması (Fiziki ve teknik takip yapıldığı süreçteki suç fiillerine müsaade edilmesi) ve farklı kentlerdeki kovuşturmaların eşgüdümle gerçekleştirilmemesi (farklı kentlerdeki savcılıkların talimatlarıyla başlatılan soruşturmalarda elde edilen veriler ortak bir birim tarafından değerlendirilmediği için İslam Devleti bağlantılı pek çok şahsın niteliğini kestiremeyen savcılar, pek çok soruşturmada önemli noktaları atladı) önemli aksaklıklara yol açtı. Saldırı davalarındaysa kamu görevlilerinin önleme sorumlulukları hakkındaki tartışmalar duruşmalara damga vurdu. Fakat yine de Türkiye’deki İslam Devleti bağlantılı faaliyetlere yönelik soruşturma ve iddianameler, hücre yapılanmalarının tam kapasitelerini kavrayamayışları, farklı olaylardaki ortak örüntüleri göremeyişleri ve maddi pek çok bulgunun manasını çözemeyişleriyle biliniyor.
Ancak Sakarya 2. Ağır Ceza Mahkemesinde süren 11 sanıklı davanın iddianamesi, şimdiye kadarki İslam Devleti bağlantılı soruşturmaların yetersizlikleri bir yana, temelsizliğiyle şaşırtıyor. İddianamenin tamamı halihazırda tutukluluğu devam eden Bayancuk’un sohbet toplantılarında konuşması, diğer 10 sanığınsa bu toplantılara katılmaları, birbirlerini davet etmeleri, toplantılara ev sahipliği yapmaları gibi fiiller etrafına kurulu. Fakat bu toplantıların hangi biçimde İslam Devleti faaliyetleriyle bağlantılı olduğuna dair iddianamede ayrıntılı açıklamalar bulunmuyor.
İddianamedeki en somut ifade, 2014’te İslam Devleti’ne giden bir şahsa ait. İslam Devleti’nde dört gün kaldıktan sonra Türkiye’ye geri döndüğünü ifadesinde anlatan Volkan Karakollu, Bayancuk’un tutuklu olduğu dönemde Bağcılar’daki Tevhid Dergisinde Enes Hoca tarafından gerçekleştirilen sohbet toplantılarına katıldığını söylüyor. “Ebu Hanzala’nın sağ kolu”olarak bilinen bu şahıstan bir telefon numarası aldıktan sonra Gaziantep’e gittiğini söyleyen Karakollu, bu yönlendirme sayesinde İslam Devletine geçiş yapabildiğini aktarıyor. Karakollu İstanbul Emniyetinde kendisine gösterilen fotoğraflardan, Enes Hoca olarak tanıdığı şahsın benimle bu söyleşiyi gerçekleştiren Enes Yelgün olduğu teşhisini de yaptı. Ancak soruşturma kapsamında Karakollu’nun İslam Devletine geçişine ait ayrıntılar bulunmazken, bu geçişe aracılık ettiği ileri sürülen Yelgün de davanın sanıkları arasında değil.
İddianamede geçen Terörle Mücadele Daire Başkanlığı tarafından hazırlanan bir raporda, Bayancuk’un Konya’da faaliyet gösteren Bora Grubuna [Lütfi Bora’nın başını çektiği grup], “Hazır olun, her an hicret edebiliriz” talimatı gönderdiği ileri sürülüyor. Ancak bu istihbarat, “teyide muhtaç bilgi” olarak sınıflanmış halde ve ileri sürülen talimatın hangi tarihte iletildiğine de iddianamede değinilmiyor. Bayancuk hakkındaki suç isnatları da İslam Devletine ilişkin somut bağlantılara değil, vaazlarında ve yazılarında ifade ettiği devlet karşıtı görüşlerine dayanıyor.
Gözaltılar sırasında yapılan baskınlarda, yasal biçimde yayınlanan Tevhid Dergisi ve Tevhid Grubu’nun bastığı kitaplar, kişisel elektronik eşyalar ve dijital veriler bulunabilmiş. Birtakım şahısların, gün ve saatlere bölüştürüldüğü haftalık bir çizelge herhangi bir somut şüphe veya suçla bağdaştırılmaksızın iddianameye girebilmiş.
Uzlaşı ve diyalog meselesine dönersek, devlet nerede durmanızı istiyor?
Allah Resulüne 40 yaşında gelen peygamberlik var. İnsanlara bildiklerini anlatmaya başlıyor. Öncesinde de zaten bunlar o toplumda anlatılıyordu. Resul 20’li yaşlardayken o zamanın sistemini eleştiren bir şiir kaleme almış, söylemiş ve insanlar dinlemiş. Fakat Allah Resulüne peygamberlik gelip aynılarını anlatınca müthiş bir tepkiyle karşılaşıyor. İnsanlar ona zulmetmeye başlıyor, etrafındaki insanların artmaması için ellerinden geleni yapıyorlar, dalga geçiyorlar. Tehditler, teklifler… İnsanlar da şu soruyu soruyorlar; aynı şeyler söylenmesine rağmen niçin ilkine ses çıkartılmadı da sonra tepki gösterildi? Birincisi bunu Allah Resulünden önce anlatanlar yanlışlığı söylüyor ama alternatif getirmiyordu. İkinci olaraksa Allah Resulünde teşkilat vardı. Yani planı projesi vardı: “Birinci sene şunu yapıyoruz, ikinci sene şunu yapacağız, üçüncü sene yeni devleti açacağız…” Bunu görünce rahatlıkla kendilerine alternatif bir şey oluştuğunu fark etmeye başladılar. Daha 15 kişiyken bile ileriye dönük projeleri vardı. Tabii ki Mekke’de sistemin sahibi olan insanlar daha farklı tepki gösteriyorlar. Aslında bizim kırmızı çizgimiz de bu. Bize devlet şunu söylüyor. Ben bir fert olarak bunlara inanabilirim, devlet bunda sorun görmüyor. Fakat bunu alternatifiyle beraber insanlara duyurmaya başlarsan, “Bu sistem yanlış, takipçileri yanlış yolda. Doğrusu budur” diye açıktan söyler ve bunu organize biçimde yapmaya çalışırsan “Buna müdahale ederim” diyor. Kırmızı çizgi burası. Sen ailene anlat, kitap yaz sabahtan akşama kadar. Evinde buna inanabilirsin ama bunu topluma anlatmaya çalışırsan ondan sonra Anayasal düzeni değiştirmek, örgüt, halkı kin ve düşmanlığa tahrik… Kırmızı çizgiler bunlar: “İnanabilirsin ama anlatamazsın. Anlatabilirsin ama devleti eleştirerek değil. Alternatif söylemeden.” Peki, bu bizim için kabul edilebilir bir şey mi? Hayır, değil.
Bu sizin için bir pazarlık konusu değilse devletle nasıl bir uzlaşma sağlanacak?
Bu dinin temelinde bu var zaten, insanlara anlatacağız. Elinde gücü bulunduranlar dönem dönem haber yolluyor, “Yahu şu dönem biraz sıkıntılı, bunları şu sıra pek dillendirmeseniz olur mu?” diye. Bu bizi ilgilendirmez. Sıkıntılı dönemmiş şuymuş buymuş… Anlatmamıza engel olacak şer’i bir delil var mı? Yoksa biz anlatmayı sürdürürüz. Biz dikkate almayınca karşı taraf da bunu bir düşmanlık olarak görüyor. Uzlaşma nasıl olacak? Takdir edersiniz ki birisinin geri adım atması gerekiyor. Biz geri adım atmayı düşünmüyoruz. Geri adım atarsak biz olmaktan çıkarız. Aslında Kuran’ı Kerim okuyan biri rahatlıkla Hocanın anlattıklarının bu din olduğunu görür.
Geçenlerde #DiyanetKapatılsın diye ‘hashtag’ çalışmaları vardı. Biz de ‘Diyanet kapatılsın’ istiyoruz. Diyanet’in kapısına komple kilit vurulsun gitsin. Allah kanunlarla alakalı Ayet-i Kerimelerde, hırsızın elinin kesilmesini emrediyor. Sonuçta böyle bir Ayet-i Kerime var. Sen buna inanırsın, inanmazsın, bu senin tercihindir. Ama sonuçta birisi kendine Müslüman diyorsa, “Ben bu kitaba iman ettim” diyorsa ve farklı bir yorum için yine kitaptan veya Sünnetten bir delil getiremiyorsa o zaman, “Sen kendini bu sınıfla [Müslüman] sınıflandırma” diyeceğiz. Hoca bunları açık bir şekilde söyleyince, diğer tüm cemaatlerdekiler de, kendi cemaatlerinde hangi meselelerin üstünün örtüldüğünü anlıyor. Camiye gidiyor, hoca diş fırçalamanın faziletlerinden bahsediyor. Temizlik anlatıyor. Kafa sallıyor, onaylıyor. Ama din bu değil. Kendi cemaatine gidiyor, orada yanmaz kefenden bahsediliyor. Ama dinin bu olmadığını kendisi de biliyor çünkü akşam eve gidince Kuran’ı Kerim okuyor. 30 yıldır oraya gidiyor ama hiç duymadığı Ayet-i Kerimeler var, üstü kapatılmış… Bu da tabii ilgi görüyor. Defalarca Youtube kanallarımız kapatıldı. Kapatılmasaydı belki de hocamızın videoları milyonları geçecekti. Bizim çevremiz bellidir; 5-10 bin kişilik bir topluluktur. Geri kalan insanlar ilgi duydukları için… IŞİD’le alakalı süreç yaşanmamış olsaydı il il, sokak sokak bu inanç düzgün bir şekilde konuşulacak, tartışılacaktı zaten.
İslam Devleti’nin ortaya çıkışı tebliğ imkânlarını daralttı mı?
Elbette. Şu halde bir ortama girdiğimde insanların aklına ilk gelen IŞİD meselesi oluyor.
Cemaatin kendi içindeki bireylerin devletle olan ilişkilerinde nasıl tavsiyeler veriyorsunuz? Askerlik ve vergi gibi konularda örneğin?
Vergi sisteminin temelde bir zulüm sistemi olduğuna inanıyoruz.
Zaten Diyanet’in fonladığı camilerde bir sürü ayetin saklandığına inanıyorsanız vergi sistemine de bir itiraz getiriyor olmanız gerekiyor.
Bunu bu şekilde söyleyebiliriz. Vergi sistemi bir şekil zulümdür. Bir İslam Devleti olsa, elektriktir, doğalgazdır, sudur… O doğalgazın oraya ulaşmasıyla ilgili bir masraf alınabilir ama bunun dışındaki her şey doğal kaynaklardır, halka ücretsiz bir şekilde sunulması gerekmektedir. Şu anda bir İslam Devleti olduğuna inanmıyoruz ama geçmişte İslam Devleti kurulduğu zaman bunların her birinin halka ücretsiz dağıtıldığını biliyoruz. Devlet bunlardan hiçbir şekilde vergi alamaz demiyoruz ama şu anki vergilerin zulüm içerikli olduğuna inanıyoruz. Tavsiye babında şunu söylüyoruz, “Vergi vermez veya veremezseniz vermeyin. Ama bir zaruret, sıkıntı haline gelecekse, ticaret tamamen iptal olacaksa o zaman çok fazla yapacak bir şey yoktur.” Askerliğe gelince… Biz askere gitmiyoruz. Sistemin belli başlı ayakları olduğuna inanıyoruz. Birincisi siyasi ayak yani iktidar. İkincisi bu siyasi ayağı halkı sürekli benimsetecek kurumlar. Basın mesela. Örneğin Diyanet dediğimiz kurum. Halkı kontrol altına alan, Cuma sohbetlerinde hutbelerinde onlara devletin görüşlerini empoze eden yapısından ötürü… Bunların her birisini koruyan da askeriyedir; bunların ayakta durabilmesi için gereklidir. Bunların birini çektiğinizde devletin sistemi sarsıntı içine girer. Biz ne devletin kurumları içinde görev alıyoruz ne de askeriyede bulunuyoruz. Askeriyenin demokratik sistemi, yani şeriatın muhalifi olan sistemi ayakta tuttuğuna inanıyoruz ve gitmiyoruz. “Gitmeyenler ne yapıyor?” diye soracak olursanız, elimizden geldiği kadarıyla kaçıyoruz. Cezalar geliyor, mahkemeler açılıyor. Geçmişte bir ara vicdani retçilerle ilgili bir şeyler çıkmıştı, o zaman umutlanmıştık, “Belki bize de bir kısmı vurur” diye. Devlet şu anda çok fazla güvenlik eksenli çalıştığı için böyle şeylere kulak asacak durumda değil.