Tutuklu yargılanan Halis Bayancuk’un (Ebu Hanzala) başını çektiği Tevhid Dergisi çevresinin oluşturduğu Tevhid ve Sünnet Cemaati’nin önde gelen isimlerinden Enes Yelgün, Türkiye’de İslam Devleti’yle özdeşleştirilen grubun resmi pozisyonunu ve IŞİD sürecinde yaşananları anlattı, İslam Devleti’yle bağlantılı oldukları iddiasını değerlendirdi.

Doğu Eroğlu (25 Nisan 2018 Diken)

İstanbul’da ve Tevhid Dergisi’nin bürosunun bulunduğu kentlerdeki pek çok kişi polisteki ifadelerinde, çocuklarının veya yakınlarının İslam Devleti’ne katılımında, Ebu Hanzala’nın düzenlediği sohbet toplantılarının etkisinden bahsediyor. Ebu Hanzala’nın, yani Halis Bayancuk’un etrafında örgütlenen Tevhid Dergisi ile Tevhid ve Sünnet Cemaati, İslam Devleti’yle aynı kökten besleniyor. Ancak küresel cihat hareketiyle akrabalığı bulunan bu iki yapı, Tevhid Dergisi yazarı ve cemaatin önde gelen isimlerinden Enes Yelgün’e göre, temel yaklaşım farklarına sahip. Dergi ve cemaat, kendi İslam anlayışlarının yayılıp kabul görmesi için bir ‘sözlü davet’ misyonu üstlenmiş durumda ve silahlı mücadeleyi tasvip etmiyor. Yelgün, İslam Devleti’ne katılımlarda sohbet toplantılarının bir basamak olduğu iddialarını da reddediyor.

Kamuoyunda bilinen ismiyle Ebu Hanzala’nın, yani Halis Bayancuk’un etrafında örgütlenen Tevhid Dergisi ve Tevhid ve Sünnet Cemaati’nin etkin isimlerinden Enes Yelgün’le görüşmemizin yayınlanan ilk kısmında cemaatin devletle ilişkilerinden ve Bayancuk’un tutuklu yargılanmasına yol açan Sakarya’da süren davadan bahsedilmişti. Yelgün’le söyleşimizin ikinci kısmındaysa İslam Devleti bağlantılarına ilişkin iddia ve suçlamalar hakkında Tevhid ve Sünnet Cemaati’nin değerlendirmeleri yer alıyor. Yelgün, cemaatin İslam Devleti’yle birlikte anılmasına yol açan süreci anlatırken, bir konuşmasında koşullu ve dönemsel destek açıklaması haricinde Bayancuk’un hiçbir zaman İslam Devleti lehine bir açıklamada bulunmadığını anlatıyor. Yelgün’e göre, Tevhid ve Sünnet Cemaati’nin silahlı hiçbir yapıyla bağlantısı yok, geçmişte de olmadı.

Türkiye’deki Selefi komuniteye ilişkin en merak ettiğim şeylerden biri 24 Temmuz 2015’te güvenlik uygulamalarının başlamasıyla belirginleşen kırılma. Bu kırılmada da özellikle Selefi vaizlerden İlyas Aydın’ın isim vermeden sizin cemaatinize ve Halis Bayancuk’a yönelttiği eleştiriler önemliydi. Aydın’ın sözleri, ilk başta sizin cemaatinizin de cihat sorumluluğu doğrultusunda faaliyet yürüttüğü ancak ilerleyen dönemde bu sorumluluğu görmezden gelip cihada katılmak isteyen kişilerin Türkiye’de kalmasına yol açtığınız ve kendi cemaatinizi güçlendirme ve büyütmeyi seçtiğiniz intibasını uyandırıyordu. Kamusal alana taşan bu tartışmaların sebebi neydi? Cemaatinizin İslam Devleti’yle ilişkisini nasıl tarif ediyorsunuz?

Süreci 2013-2014’ten itibaren anlatayım. İslam’daki cihat anlayışıyla ilgili Kuran’ı Kerim’de bir çok Ayet-i Kerime vardır. Cihattan kastedilen şey ayrı, kıtal ayrı bir şeydir. Cihat dille de olur, malla da olur, bedenle savaşarak da olur. Bunların her biri cihadın kapsamı içerisindedir. Hatta Mekke’deyken, daha cihat farz kılınmamışken, Ayet-i Kerime indiriyor Allah. “Onlarla büyük bir cihatla cihat et” diyor Peygamberine. Ama ortada silah yok bir şey yok… Yani ne kastediyor? Kuran’ı Kerim’i onlara anlat ve mücadele et (anlamında). “Mücadele et” demek yani. Cihatla alakalı genel tanım yapacak olursak, kişinin diliyle, malıyla, bedeniyle ortaya bir mücadele koymasıdır. Kıtal ise cihadın sadece silahlı kısmıdır. Kafir olarak gördüğümüz insanlara karşı silahlı bir mücadele. Savunma veya saldırı, fark etmez… İkisi de dahildir. Bizler cemaat olarak kendimizi konumlandırırken, 2007 yılından beri hep şunu söyledik: “Biz bir davet cemaatiyiz. Cihat bir bütündür; kıtal de vardır, malla cihat da vardır, davetle cihat da vardır. Biz bunlardan daveti seçtik. İnsanlara daveti ulaştıracağız. Silahla veya başka şeylerle alakamız yoktur.” Biz bunu her zaman söyledik. Buraya gelen, panellere katılan insanlara da hep bunu vurguladık. Bizim silahla alakamız yoktur, eğer öyle bir düşüncesi olan varsa, örneğin o zamanlar Afganistan vardı ABD’yle mücadele edilen, Filistin vardı, oralara gidebilirler. Kendi bilecekleri iştir… Ama bizim bununla bir alakamız yoktur. Hatta aramıza bir mesafe koymamız gerektiğini de o zamanlar söyledik.

İşin biraz daha renginin değiştiği, bizim açımızdan değil ama, İslami mücadelenin rengini değiştiren Suriye Savaşı oldu. Arap Baharıyla Arap diktatörlükleri tek tek yıkılmaya başlayınca sıra en son Suriye’ye geldi. Suriye’den gelenler çok kötü görüntülerdi. İnsanların diri diri toprağa gömülmesi, Beşar Esad’la alakalı, “İlahımız Beşar Esad, ona secde edin” gibi ifadelerin kullanılması… Kadınlara tecavüzle alakalı görüntülerin yayınlanması… Böyle şeyler ortaya çıkınca elbette ki bırakalım İslam’ı, kişiler insani saiklerle bir şeyler yapmaya başladı. “Burada bir zulüm, bir yanlışlık var” diyerek mücadele içine girilmesi gerektiğini söylediler ve silahlı mücadele başladı. Birçok grup oluştu; Ahrar-uş Şam, İslam Cephesi, ÖSO… IŞİD en son kurulanlardan bir tanesi. IŞİD Irak’tan gelip Nusret Cephesini ele geçirmeye çalıştı, Nusret Cephesi uzak durdu. İnsanlar akın akın oraya gitmek istedi. Bize gelenlere de şöyle dedik: “Zulmü istersen ilimle ortadan kaldırırsın, gücün yetmiyorsa kalbini buğzedersin. Bu Allah Resulünün tavsiyesidir. Biz dilimizle bu zulme karşı çıkmakla yükümlü olduğumuza inanıyoruz, gücümüz de buna yetiyor. Ama sen elinle bu zulmü ortadan kaldırabileceğine inanıyorsan gidersin. Zulme karşı savaşabilir, mücadele edebilirsin. Kendi bileceğin şeydir.” Suriye Savaşı’yla alakalı ilk zamanlarda bunu söyledik. Çünkü o zaman düşman netti, insanlar birbirleriyle uğraşmıyordu. Zulme karşı bir savaş vardı. Ama kimseye, “Nusret Cephesi’ne gidin,” “Irak Şam İslam Devleti’ne gitmeyin,” “Ahrar-uş Şam’a gitmeyin” veya “ÖSO’ya gidin” gibi yönlendirmelerimiz olmadı. Çünkü örgüt mantığıyla bakmadık mevzuya. Dedik ki, “Orada bir zulüm var, zulüm nasıl kaldırılmalıysa o şekilde kaldırılmalı.” Zaten o anda Suriye sahasında olan toplulukların hepsi birdi. Mesela şöyle düşünün: Burası Bağcılar, Güneşli Mahallesidir. Biraz ilerisi Barbaros Mahallesi, sonrası Yenimahalle’dir. Örneğin burada IŞİD varsa, diğer tarafta Nusret Cephesi vardır, diğer tarafta başkaları vardır. Bunların uygulamaları, yol kontrolleri iç içeydi. Esed’e karşı beraber operasyona çıkıyorlardı. Cephe açılacaksa ÖSO ve IŞİD omuz omuza savaşıyordu. Ne zaman ki 2014 yılında dünya devletleri ÖSO ve diğer yapılara, “Biz sizi finanse ediyoruz ama finanse ederken sıkıntı yaşıyoruz. Hilafet-şeriat isteyen ve başka ülkelerden gelen yabancıların olduğu topluluklar bizim gelecekte başımızı ağrıtabilir. Bunları aranızdan temizleyin”dedi, işler değişti. Böylece Suriye Savaşında namlu bir düşmana değil, üç-beş düşmana çevrilmeye başlandı. Biz o andan sonra yavaş yavaş kendimizi geriye çektik.

2014 yılının ilk haftasında Ocak ayında hocamız bir açıklama yayınladı. Piyasada şu anda çokça dönen, “IŞİD’e destek konuşması” diye bilinen konuşma… “Onlar bizim kardeşlerimizdir, biz onlarla aynı düşünüyoruz, aynı inanıyoruz” diye söylemesi… Hocamızın IŞİD’le alakalı belki tek müspet konuşması. Müspet de değil de… 2014 yılı başında dünya devletleri Suriye sahasındaki topluluklara bunları söyleyince… Aslında orada kimse IŞİD’e saldırmadı. Mesela burada Ahrar-uş Şam var, ÖSO var, burada da IŞİD var. Savaşıyorlar, esir alıyorlar. Adam şunu soruyor: “Sen nerelisin?” “Suriyeliyim,”“Iraklıyım” deyince, “Sen git” diyor. “Cezayirliyim,” “Fransalıyım” deyince hapsediyor. Aslında orada IŞİD’le mücadele yoktu. Yabancı savaşçılarla mücadele vardı. Orada şu söylenmişti: “Bu savaş Suriye ve Irak üzerinden dönsün. Yabancı savaşçılar buraya girmesinler ki bu savaş meşru bir savaş olarak kalsın.” Çünkü o zaman dünya üzerinde böyle bir algı oluşturuluyordu. “Yabancı savaşçılar eliyle Suriye karıştırılmaya çalışılıyor” diye. Böyle bir algı vardı. Bu algının ortadan kalkması için atılan bir adımdı. Sonrasında ne ortaya çıktı? Bizim inançlarımıza benzeyen insanlar, sonuçta başka topraklardan gelen insanların çoğu böyleydi, onlar hapislere atılmaya başlandı eşleriyle beraber, geri kalanlar da serbest bırakıldı. Onlar tekrar IŞİD diye devam ettiler işlerine, herhangi bir sorun yaşanmadı onlarla alakalı. O anda Hocamız da bununla ilgili bir açıklama yayınladı. Oradaki insanlar, gözaltına alınanlar… “Bunlar aynen bizim gibi düşünen insanlardır; demokrasiyi reddediyorlar, şeriat istiyorlar. Biz onların arkasındayız” dedi. Fakat bu açıklama yayınlandıktan bir gün sonra Hocamız Van merkezli operasyonda gözaltına alındı ve tutuklandı. (Bayancuk) Van Cezaevi’ne konulduktan sonraysa oradaki süreç tamamen berraklaştı. Irak Şam İslam Devleti diye bir topluluk oluştu. Nusret Cephesi ve diğerlerinin safları netleşti. 2014 ortasından itibaren artık Irak Şam İslam Devleti muhalifleri ortadan kaldırmaya başladı. Hem Suriye rejimine karşı hem de başka yerlere hem de muhaliflere karşı çok şiddetli savaş verdi. Mesele bizim açımızdan netleşince Tevhid Dergisi’nin 30. sayısında (Temmuz 2014) Suriye sahasıyla ilgili bir yazı yayınlandı. Yazıda Hocamız şunu anlattı: “Bizim Suriye’deki hiçbir yapıyla alakamız yoktur. Oraya gidilmesini tavsiye etmeyiz. Çünkü onların yol ve yöntemlerinde düşüncelerinde bir kapalılık var. Ne yaptıklarını kimse kestiremiyor. Bir gün muhaliflere saldırıyor, bir gün şuraya buraya saldırıyor… Bunlar bizim tavsiye ettiğimiz yapılar değillerdir.” Böyle deyince, IŞİD’den olanlar çok ağır tepki gösterdi ve bize karşı ilk defa ağır hakaretler o zaman başladı. Hocamız Ekim 2014’te cezaevinden çıktıktan sonra, derslerimize katılan insanların olduğu ortamlarda kesinlikle o yapılarla alakamız olmadığını söyledi. “Burada onlara karşı en ufacık sempati duyan insanlar bu mescitlere gelmesinler. Çünkü bizim bunlarla hiçbir alakamız irtibatımız yoktur. Biz onlara mazlum oldukları için, zulme uğradıkları zaman elimizden geldiği kadar dua ettik ama onlar her duaya bedduayla cevap verdiler. Hep hakaret ettiler. Bizim bu insanlarla hiçbir alakamız yoktur” dedi. Belki Hocamızın 2014 başındaki o konuşması olmasa kimse bizim orayla (İslam Devleti) alakalı olumlu bir düşüncemizi göremezdi. İlyas Aydın’ın söylediği sözlerle ilgili olarak… Evet, onlar da buradalardı. Onlarla bir şekilde diyalog vardı. Onlara ve çevrelerindeki kişilere de, “Oraya gitmeyin” demişimdir.

İlyas Aydın, İstanbul’da Ömerli Barajında kılınan toplu bayram namazlarından birinde kürsüde

İlyas Aydın’la ve beraberindekilerle o dönemki irtibatınız neydi? Toplantılara gelip giderler miydi?

Genel dersler olduğunda İlyas Aydın ve çevresi buraya gelirdi. “Cemaatimizin aldığı bir karar var, biz oraya gitmek istiyoruz”dediklerinde biz, “Oraya gidilmesini tavsiye etmiyoruz” dedik çünkü Hocamız dergide o yazıyı yayınlamıştı zaten. O zaman tabii çok ağır tepkilerle, hakaretlerle karşılaştık. IŞİD yanlısı insanların yaptığı hakaretleri de arşivledik. Bunlarla ilgili her şeyi göğüsledik. “Bunlarla uğraşmayalım, bunlara odaklanmayalım, biz kendi davetimizi yapalım” dedik fakat daha da saldırganlaştılar. İslam Devleti’nin güçlü olduğu dönemlerde hakaretlerini çoğalttılar, hatta gelip fiziki olarak zarar vereceklerine dair şeyler de söylediler. Bu süreçte kafa karıştırabilecek şey 2014’teki o ilk konuşmaydı ama onun dışında düzenli biçimde incelendiğinde hocamızın hiçbir şekilde IŞİD’e sempatisini dahi gösterebilecek en ufak bir konuşma, en ufak bir yazıya dahi erişilemez. İster özel, ister genel, isterse devletin yaptığı dinlemeler sonucu olsun… Ben çok net bir şekilde söylüyorum. Hiçbir şekilde ortaya çıkmaz, tam tersi şeyler ortaya çıkar. Mesela sizin söylediğiniz İlyas Aydın isim vermeden hakaret ediyor Hocaya, “Geride bıraktı” diye…

Evet, İlyas Aydın’ın internette yayınladığı kendi vaazlarından aktarıyorum.

İnsanları Türkiye’de tuttuğumuzu söylüyor. Evet doğru, biz insanların burada durmasını istiyoruz. “Siz oraya gittiğinizde nereye gidiyorsunuz, hangi savaşa gidiyorsunuz? Hangi amaç uğruna savaşacaksınız? Bunlarla ilgili elinizde net bir bilgi var mı? İtikat ve menhec ne?” diye soruyoruz. (İslam Devleti’nin) Yol haritaları ne? İnançları yeryüzünde nasıl hâkim kılacaklar? Bunlar muğlak şeyler. Kafanızda netleştirmeden bunu [cihada gidip savaşmayı] niye yapıyorsunuz? Ben burada bir cemaatin mensubuysam, gönüllülerle iş yapıyorsam herkese, “Benim hedefim şudur, ben şunu yapmak istiyorum. Böyle yapacağım” diye anlatırım.


Doğu Eroğlu’nun notu: Sakarya’da görülen davanın iddianamesinde yer alan, Bayancuk’un ve çevresinin gerçekleştirdiği sohbet toplantılarının İslam Devleti’ne geçişlerde aracı rol üstlendiği iddiası, Türkiye’deki İslam Devleti bağlantılı kişiler hakkındaki pek çok soruşturmada yinelendi. Aile üyeleri ve arkadaşlar, İslam Devleti’ne giden yakınlarının Bayancuk’un düzenlediği toplantılara gitmeye başladıktan sonra değiştiğini defalarca polise anlattı. Üstelik Bayancuk’un İslam Devleti’ne gidişlerin çok yoğun olduğu kentlerde Tevhid Dergisi bürolarında sohbet toplantıları düzenlediği, özellikle Konya’daki Selefi komünite üzerinde nüfuz sahibi vaiz Murat Gezenler ile bağlantılı olduğu biliniyor. Ancak bunlar Yelgün’ün, “İster özel, ister genel, isterse devletin yaptığı dinlemeler sonucu olsun,” Bayancuk’un İslam Devleti’yle bağlantılı olduğunu gösteren bir ifadesine rastlanamayacağı iddiasını tam manasıyla çürütmüyor.

Yelgün görüşmemiz boyunca yaptığı değerlendirmelerde, devlet organlarınca hazırlanan iddianamelerde yer alan bulguların (yani telefon dinleme kayıtlarının) uydurma olabileceğini vurguluyor. Fakat bu uydurma kayıtlarda bile Bayancuk’un İslam Devleti bağlantılı olduğuna dair bir kanıt bulunamayacağında ısrarcı. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın yürüttüğü 2014/57689 sayılı soruşturmada (Yargı safhası başladıktan sonra kamuoyunda “İstanbul IŞİD ana davası” olarak bilinir oldu) yer alan bulgular, karmaşık bir tablo çiziyor.

Soruşturma boyunca onlarca kişinin telefonları dinlenmesine karşın doğrudan Bayancuk’la yapılan bir görüşmeye rastlanmıyor. Bazı görüşmelerdeyse “Ebu Hanzala’ya ilet”ifadelerinin kullanılması, pek çok defa tutuklanan Bayancuk’un telefon kullanmadığını düşündürüyor. Asıl kuşkuları yaratansa, İslam Devleti’ne 2014-2015 döneminde Türkiye üzerinden yabancı şahısların geçişini ve malzeme sevkiyatlarını yöneten profesyonellerden oluşan İslam Devleti Türkiye Kolu yetkilileri arasındaki telefon görüşmeleri. Türkiye’deki faaliyetleri yöneten, Ebu Suheyf ile Abdülhakim şer’i isimlerini kullanan iki yabancı şahıs arasındaki 1 Kasım 2014 tarihli görüşmede, İslam Devleti’yle Türkiye’deki Selefi komünitenin görüş ayrılıklarından bahsediliyordu:

Ebu Suheyf: Dedim ki, “Kardeş ben siz Türklerden dargınım. Kaç gündür kardeşleri Van’dan alsın diye bir kardeş arıyorum. Ebu Ubeyde [İlyas Aydın] Cemaati’nden olana ulaşıyorum, bana dedi ki, “Bundan sonra sizinle çalışmayacağız, size yardım etmeyiz.”Ebu Hanzala’ya [Bayancuk] dedim ki, “Yahu nedir bu konuşmalar? Sorun akideyle mi ilgili? Peki, Türkler niçin o zaman sıkıştıklarında Devle’ye kaçıyorlar?” Bana dedi ki, “Kimsenin Devle’ye ihtiyacı yok.” Cemaat bir tarafa, biz bir tarafayız…

Abdülhâkim: Bana müsaade eder misin, Ebu Ubeyde’ye söyleyeyim?

Ebu Suheyf: Yarın cemaati toplayacaklarmış. Bu konuşmalar nedir ya? Ebu Hanzala oturmuş hükmetmeye çalışıyor ve kardeşleri Devle’den ayırıyor.

Görüşmede, yabancı şahısların Türkiye’den İslam Devleti’ne geçişlerinden sorumlu Ebu Suheyf, Van üzerinden Türkiye’ye giriş yapan mücahit ve muhacirlerin karşılanması konusunda yardım istediği İlyas Aydın ve Halis Bayancuk’tan beklediği tepkiyi alamadığından, Bayancuk’un İslam Devleti’nin güçlenmesi için çalışmak yerine kendi cemaatinin çıkarlarını düşündüğünden yakınıyordu. Bu ifadeler İslam Devleti’yle Bayancuk’un cemaati arasında tam manasıyla hiyerarşik bir ilişki olmadığını gösterse de, İslam Devleti yetkilileri ile Türkiye’deki cemaatlerin önde gelen isimlerinin işbirliği halinde olduğunu da ileri sürüyordu.

Enes Yelgün görüşmemizin bitiminde, Halis Bayancuk ile Tevhid ve Sünnet Cemaati’nin İslam Devleti’yle bağlantılı olmadığını gösterdiği iddiasıyla bazı dokümanlar da verdi. Bunlardan biri, Bursa 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen bir davaya giren resmi bir rapor. Bu raporda Bayancuk hakkında, “Tahliye sonrası (Muhtemelen Bayancuk’un 24 Mart 2016 tarihindeki tahliyesi kastediliyor) IŞİD’e karşı yaptığı temkinli/nispeten mesafeli açıklamların IŞİD yanlısı bazı radikal unsurları rahatsız ettiği”ifadeleri yer alıyor. Bu öznel değerlendirme Bayancuk ve takipçilerinin özellikle Temmuz 2015 sonrasında İslam Devleti’yle mesafelenmesine değinse de, cemaatin 2013-2015 dönemindeki faaliyetleri hakkında herhangi bir şey söylemiyor.

Benzer şekilde, Şubat 2017’de Bayancuk’un Ankara-Etimesgut’ta yapacağı konuşmanın Ankara Valiliği tarafından iptal edilmesi sonrasında Bayancuk’un çektiği video üzerine başlatılan soruşturmada, silahlı terör örgütüne üye olma iddiasından ek kovuşturmaya yer olmadığı kararını da Yelgün bana gösteriyor ancak bu soruşturmanın takipsizlikle sonuçlanması da dar kapsamı bakımından fazla bir şey ifade etmiyor.

Yelgün’ün, İslam Devleti’yle kendi cemaatleri arasında bağlantı bulunmadığını göstermek için çıktısını alıp verdiği onlarca sayfalık tweet’ler listesi de, cemaate İslam Devleti’ne sırt çevirdiği gerekçesiyle tepki gösteren İslam Devleti yanlılarının yazdıklarından ve Bayancuk’un İslam Devleti karşıtı olduğu değerlendirmesini içeren paylaşımlardan oluşuyor.

‘Ebu bureyde’ isimli kullanıcının attığı tweette, İslam Devleti yanlılarının Tevhid ve Sünnet Cemaati’nin mescitlerinden uzaklaştırıldığı vurgulanıyor. Fotoğraf: Doğu Eroğlu

Yelgün’ün bana verdiği dokümanda bu tweet’in üzerinde, “Medyada tarafsız haberleri ile bilinen ve İslami camiaları yakından tanıyan gazeteci Mete Sohtaoğlu da Halis Bayancuk’un DAEŞ ile ilgisi olmadığını ifade etmiştir” cümlesi yer alıyor.


Stratejisini muğlak ve ucu açık gördüğünüz, ‘tehlikeli bir macera’ gibi değerlendirdiğiniz için desteklemediniz yani…

Örneğin Türkiye’de yapılan saldırıların hiçbir mantığının olmadığına inanıyoruz. Mesela birisi Amerika’da saldırır. Dersin ki, “Amerika zaten bunlara bir sürü şey yapıyordu. Irak’ta bir sürü sıkıntı çıkarttı…” Hakikaten Amerika şu an dünyadaki zulmün ağababasıdır. Mesela orada bir saldırı yaptın; saldırının içeriği konuşulur, sivillere yapıldı, yapılmadı… Onlar tartışılır… Sadece ilke olarak söylüyorum. Bunu bir şekilde konuşabiliriz. Fakat Türkiye’de sivillere ya da onlar sana saldırmadığı sürece askere-polise yapılan saldırıların –ki böyle bir saldırı da yapmadı IŞİD, hep halka saldırı yapıldı– bunlarla alakalı sormak lazım; hangi akılla, hangi stratejiyle bunları yaptınız? Ne amaçladınız? Neye ulaştınız? Bunların hepsini IŞİD yapmışsa tabii… Devletin veya istihbarat örgütlerinin herhangi bir oyunu yoksa… Mesela El-Bab’a girilmesinin hemen öncesinde düğün saldırısı oldu çocukların katledildiği [20 Ağustos 2016 Gaziantep Kına Evi Saldırısı]. Kimsenin izah edebildiği bir saldırı değil. IŞİD de üstlenmedi zaten onu. Ama ondan sonra el-Bab’a girildi. Bilemiyoruz tabii… Hakan Fidan’ın bir ara ses kayıtları düşmüştü, “Sekiz füze attırırız, gerekirse bunu yaptırırız” diye. Bunu da yaptırmış olabilir mi? Bu soru da sorulmalı. Ama diğer saldırılarına bakıldığında IŞİD’in, kontrolsüz bir şekilde hareket ettiğini ve kestirilemeyecek sonuçlara sebebiyet verdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.

Türkiye içindeki saldırılar cemaatinizin ve cemaati oluşturan bireylerin zorluk yaşamasına yol açtı mı?

2013-2014’ten önce de hayatımız cezaevinde geçmiş, sonrasında da girmişiz.. Şahsi olarak değil, daha çok inançla ilgili sıkıntı yarattı. Biz insanlara bir şey anlatamıyoruz. Ben birine, “Size kendi inançlarımı anlatacağım” desem, bize “IŞİD’ci”önyargısıyla bakacak ve bu süzgeçten ulaşınca bir anlam ifade etmeyecek. 2014-2017 arası bizim açımızdan, insanlara ulaşamadığımız, bir şey anlatamadığımız ölü bir zaman dilimi oldu.

Savunmada kaldığınızı mı düşünüyorsunuz?

Aslında evet. Her konuşmamızda insanlara, IŞİD’ci olmadığımızı anlatmaya çalıştık. Mesela biz demokrasinin yanlış olduğuna inanıyoruz; insanların kendi akıllarıyla buldukları bir şeydir. Sürekli değişir. Demokrasinin tarihi çok eski değil, 100 yıl sonra değişik bir sistem de denenecektir. Bunun doğru olmadığını insanlara anlattığımızda diyorlar ki, “Siz niye kafa kesiyorsunuz?” Soru bu… “Anlatılan şeyle bunun ne alakası var?” diyoruz ama bakıyor, “Devletin sistemine karşı, şekli şemali de böyle…” diye aklından geçiyor. Bir ara IŞİD’in demokrasiye karşı olduğunu da duymuş… Derken ortaya böyle bir şey çıkartıyor ve sen de yarım saat İŞİD’ci olmadığını anlatmak zorunda kalıyorsun.

İslam Devleti’nin Türkiye’ye bakışı 2015’te netleşti. Türkiye İslam Devleti’ne yönelik bombardımanlar için önce lojistik destek verip sonrasında da bombardımanlara katılınca, İslam Devleti Türkiye’nin de tağut olduğuna karar verdi. Bu yönelim değişikliği sizi etkiledi mi?

Bizim Türkiye’ye bakış açımızda bir değişiklik olmadı.

İslam Devleti daha önce, “Pekala, Türkiye’de devlet ve iktidar tağuttur ama bu bizim oradaki halklara eylem yapmamızı gerektirmez” diyordu. Devletin tağut olduğu konusunda sizin zaten bir şüpheniz yok. Fakat Türkiye’de yaşıyorsunuz ve buradaki toplumun bir parçasısınız. Silahlı yapının aldığı eylem kararı ve attığı adımlar toplumda korkuyu ve öfkeyi de beraberinde getiriyor. Bunun sizin de için de sonuçları olmalı.

Silahlı bir grubun bakış açısı ile insanlara davet yapmayı misyon edinmiş bir grubun bakış açısı arasında fark var. Onlar, “Biz silahlı bir yapıyız. Bizle silahlı mücadele edenler düşmanlarımızdır. Mücadele etmeyen, dostumuza-düşmanımıza destek olmayanlar bize göre nötrdür” diyor. Bu bakış açısıyla yaklaşıldığı zaman Türkiye 2015 ortasına kadar dediğiniz pozisyondaydı. Sonrasında bir pozisyon değişikliğine gidildi. Bizle alakalı meseleye gelince… Tevhid inancı çok eskiye, Allah Resulüne dayanan, hatta bize göre Adem Aleyhisselam’dan gelen bir mücadeledir. Biz davet sürecini 2007 yılından beri burada daha yüksek sesle başlattık. Süreç içerisinde devlete bakış açımızda en ufak bir değişiklik olmamıştır. Devlet bize göre tağuttu, yine tağuttur. Halk buna destek veriyorsa, aynı şekilde onların hükmündedir. Ateşin kenarındadırlar, biz onları kurtarmak için çabalayan insanlarız. Bizim bakış açımız budur. Onlara düşmanız. Düşmanlığın sebebi bize yaptıkları değil, Allah’ın dini yüzündendir. Onları kurtarmak için bir çabamız vardır. Bu düşmanlık kine ya da öfkeye, “Onlara şunu yapalım”noktasına hiçbir zaman gitmedi, olmaz da.

Şahsımızla alakalı meselelerde de alttan alan durumdayız. Mesela bize bir şey yapıldı, gidip polise şikayet etmiyoruz, edemiyoruz zaten. Zaten bu devleti meşru görmediğimiz için bir şey olduğunda gidip onun polisine başvurmuyoruz. Kavga gürültü olursa sesimizi çıkartmıyoruz. Topluma bakış açımız zaten ateşin kenarındaki insanları kurtarmak üzerine. Ama elinde silah olan bir yapıya baktığımız zaman, onun kategorize edişi bellidir: “Düşman, dost, nötr.” Bu da silahlı mücadeleye destek olup olmamayla değişen bir durumdur. IŞİD türevlerinin 2015 sürecinde Türkiye’ye bakışıyla ilgili tutumu budur.

Ancak şunu eklemek isterim. Türkiye her zaman dünya devletlerinin zulmünden kaçan mazlumlar için bir sığınak olmuştur. Çin zulmü altındaki Doğu Türkistanlılar, Bosna’da zulme uğrayanlar, Irak-Suriye olaylarında milyonlarca mülteci buraya geldi. Devlet onlara sonuna kadar kapıyı açtı. Bu konuda Türkiye Cumhuriyetinin sicili gerçekten temizdi. Ancak IŞİD’in Türkiye’yle savaşa girmesinden sonra başka memleketlerden gelenler için burası güvenli bir liman olmaktan çıktı. At izi it izine karışınca devlet de işleri karıştırmaya, suçlu gördüğü kişilerin yanında başkalarını da götürmeye başladı. Cezaevinden yeni çıkmış bir arkadaşa, “Kaç kişilik koğuşta kaldınız” dedim. “48 kişilik koğuşta kaldık. 36 Iraklı vardı, gerisi Türklerdi” dedi. “Iraklılar kimlermiş, IŞİD mi?” dedim. “Yok ağabey. İçki sofrasından alınmışlar hatta. Namaz falan yok…” dedi. IŞİD’in belki de en basit diyebileceğimiz özellikleri dahi bu adamlarda yok. Emniyet demiş ki, “Avrupa Birliği bize yardımı kesti, sizi geri de gönderemiyoruz. Hakkınızda bir terör soruşturması açılması lazım evrakta. Biz de şu anda o soruşturmayı yapıyoruz.” Hani deniliyor ya işte, “Çoğunluğu yabancı uyruklu olmak üzere şu kadar kişi alındı” diye… Örneğin en son operasyon olmuştu çoğu yabancı uyruklu 400 kişi alınmıştı. İnsan fotoğraflardan bile anlayabilir, başı açık bir kadının IŞİD’le ne alakası olabilir? Ben içeri girer çıkarım. Ama onlar geri gönderme merkezlerine alınıyor ve bir ay içerisinde geri gönderilebiliyorlar. Avrupa ülkelerinin vatandaşlarını geri gönder, oralarda hiç değilse bir şekilde işleyen bir adalet sistemi var. Ama Rusya kökenli, eski komünist düzenden ayrılanların geldiği yerlerde öyle bir şey de yok. Özbekistan, Türkmenistan, Çin… Türkiye’nin diğer mazlum milletlere yönelik tavrı bu süreçten sonra değişti ve bunun da pek hoş sonuçlar vermediğini söyleyebiliriz.

İlyas Aydın’a döneceğim. Aydın ve çevresindeki isimlerin sohbetlerinize katıldığı dönemde cemaatinizin suiistimale uğradığını düşünüyor musunuz? Sizin hitap ettiğiniz, sohbet toplantılarınıza katılan kişilerin bir şekilde onların grupları tarafından örgütlendiği oldu mu?

Böyle bir endişemiz olmadı çünkü sayıyla alakalı bir beklentimiz yok. “Bu kadar sayıyla [toplantılara gelen, cemaatin faaliyetlerine katılan] tatmin olacağız” diye bir hedefimiz yok. İnancımızı anlatırız, kimileri kabul eder kimileri etmez… Yoksa giden-gelenler… Herkesin kendi tercihidir, herkes kendi fiillerinin karşılığını bulacak. İlyas Aydın ve türevleri hakkında söylüyorum; onların gruplarının, cemaatlerinin, cemaatçiklerinin bize karşı anti-propaganda düşüncesinde olduklarını, bizden insanları koparma amacında olduklarını düşünmüyorum. Kendilerini anlattılar, eleştirdiler. Ama Hocamızın o süreç içerisinde onları kendine muhatap kabul etmedi. Belli başlı yerlerde, onlarla alakamız olmadığını deklare etti, kendi işimize baktık.