Tutuklu yargılanan Halis Bayancuk’un (Ebu Hanzala) başını çektiği Tevhid Dergisi çevresinin oluşturduğu Tevhid ve Sünnet Cemaati’nin önde gelen isimlerinden Enes Yelgün, Türkiye’deki radikalleşmeye ilişkin grubun görüşlerini ve farklı toplumsal kesimlerle grubun ilişkilerini Diken’e anlattı.

Doğu Eroğlu (26 Nisan 2018 Diken)

Suriye iç savaşı sürecinde cihada katılmak için Türkiye’den Suriye ve Irak’a gidenlerin motivasyonları hakkında pek çok farklı kurama rastlamak mümkün. Yaklaşımların en kabul görenlerinden biri, devletle yurttaşlık bağlarının zayıfladığını gören ve adaletsizliklerin arttığını gündelik yaşamında fark edenler, örgütleyicilerin de etkisiyle yeni birer hayat kurmak için İslam Devleti’ne gitti. Tevhid ve Sünnet Cemaati’nden Enes Yelgün’e göre, cihada katılımların ilk sebebi bazı toplumsal kesimlerin dini inançlarını Türkiye’de rahatlıkla yaşayamadıklarına inanması. Suriye’de Müslümanların uğradığı zulüm ile cihad sorumluluğunun yerine getirilmek istenmesiyse öne çıkan diğer motivasyonlar arasında.

Kamuoyunda bilinen ismiyle Ebu Hanzala’nın, yani Halis Bayancuk’un etrafında örgütlenen Tevhid Dergisi ve Tevhid ve Sünnet Cemaatinin etkin isimlerinden Enes Yelgün’le görüşmemizin yayınlanan ilk iki kısmında cemaatin devletle ilişkileri ile İslam Devlet’iyle bağlantılar masaya yatırılmıştı. Bu kısımda ise Yelgün cemaatin çevresindeki isimlerin Türkiye’deki yaşamlarından, gündelik hayatlarında güvenlik uygulamalarından ötürü yaşadıkları rahatsızlıklardan ve cihada katılımlara ilişkin kendi tahlillerinden bahsetti.

Son yıllarda kendileriyle, aileleriyle ve yakın çevreleriyle görüşebildiğim kişilerin niçin cihada katıldığını anlamaya uğraştım; düşünüş haritalarını çıkarmaya çalıştım yani. Sizin tespit ettiğiniz sebepler neler?

En temel sebep olarak, inançlarının gereklerini daha rahat yaşayabilecekleri bir ortama gitmek istemeleri. Yani insanlar oraya bir tek savaş olduğu için gitmediler; bilakis “Orada bir devlet var” diye gittiler. “Bir devlet var; rahatlıkla eşimizin örtüsüne karışılmadan, tacizlere uğramadan yaşayacağız” gibi düşünerek…

Türkiye’de yaşayışlarına karışıldığını düşünenler de gitti yani… Pek hesaba katmadığım bir şeydi bu.

“Tamamı öyledir” diye söylemiyorum. Bu tacizler günlük yaşantımızın bir parçası haline geldi. Medyada kadınlara yönelik bir taciz meselesi hemen konuşulabiliyor. Genellikle de açık bayanlarla alakalı bunlar konuşuluyor. Bizim çevremizde böyle bir şikâyet kültürü olmadığından ötürü, “Şikâyet edelim, peşine düşelim” denmediği için bizimkiler yansımıyor. Peçeli bir bayanın gün içerisinde uğradığı tacizlerin haddi hesabı yok. Erkekler de eşinin bu kadar tacize uğramasını, kendisinin sakalından ötürü ayrımcılığa uğramasını kabullenemiyor. Mesela eşimle birlikte havaalanına gidiyorum. Gidenleri X-Ray cihazından geçiriyorlar. Eşim geçiyor, cihaz ötmese bile “Buyurun, yan tarafa (ek bir arama için) kabine geçelim”deniyor. Niye kabine geçiyorsunuz? Neden eşimi kabinde ekstra arama ihtiyacı hissediyorsunuz? Bu şekilde muamele edilmesi beni rahatsız ediyor. Düşünüyorum, “Bu şekilde muamele görmeyeceğim, inançlarımı rahatlıkla yaşayabileceğim nasıl bir ortam vardır? (İslam Devleti’ni kastederek) Böyle bir ortam vardır” diyorum. Hani nasıl ki kendini sosyalist olarak tanımlayanların hayalinde bir ülke vardır, “Şöyle bir yerde yaşasak ne kadar güzel olur” derler… Aynı şekilde, Müslüman olanların hayalinde de böyle bir şey vardır. Zaten IŞİD bunu çok güzel bir şekilde kullandı. Dikkat edin, IŞİD’in sadece savaşla alakalı değil, şehir hayatıyla ilgili videoları da vardır. Zaten insanlar onları görerek gittiler oraya. “Biz burada güzel bir şekilde dinimizi yaşayacağız” dediler. Ama Türkiye’de kimsenin kimseye karışmadığı, fiziki-sözlü müdahalelerin bulunmadığı bir ortam oluşmuş olsa, herkes fikrini düzgünce beyan edebilse, kimse kimseyi zorlamadan düşüncelerini anlatabilse, niye insanlar yaşadıkları toprakları terk etsin? Davet yapabildikten sonra bizim burayla ne sıkıntımız var? Bizim burayla ne sıkıntımız var? Burada doğmuşuz burada büyümüşüz. “Ben burada doğdum, burada yaşamak istiyorum” diyor. Kimse zaten bunu göze almaz, Suriye veya Irak gibi bir yere gitmez. Ama temel sebebin bu olduğunu düşünüyoruz.

İkinci olarak da oradaki zulümle ilgili. Beşar Esad’ın yaptıkları veya diğer ülkelerdeki zulümler insanların duygularını kabartıyor. “Ben onlarla aynı dine sahibim, aynı dine sahip olduğumuz için zulme uğruyorlar” diyor, bu onu motive ediyor. Bir aidiyet hissediyor ve oraya gidiyor.

Üçüncü olarak da, insanların dini olarak bir üst mertebeyi yaşama isteği. “Bunu bunu yaptık, artık dinimize bir de bunu ekleyelim”düşüncesi var. Ama temel olarak en birinci sebebin ilk söylediğim olduğunu düşünüyoruz. Sadece bayanlar üzerinden örnek verdik ama erkekler üzerinden de örnek verebiliriz. Üç defa soruşturma geçirmiş birisiyim. 2007’den bu yana dört buçuk yıl cezaevinde kalmışım. Hepsi onansa 30 küsür yıllık bir ceza yatacağım. Beş sene içinde hepsi onansa, ki Türkiye’deki adalet sistemi içinde böyle iddianamelere (Sakarya iddianamesini kastediyor) bile onay çıkıyor, şunu düşünebilirim, “30 küsur yılı niçin cezaevlerinde çürüteyim?” Sonrasında ne gelir aklıma? “Bir yerlerde yaşamalıyım.” Kendime en uygun ortamı seçeceğim. Avrupa veya başka memleketler bunun için zaten uygun değil. Kendi inancıma uygun bulduğum bir yere gitme düşüncesine girerim.

Yani Türkiye’deki asgari yaşam şartlarının ortadan kalkması, sizin yaşadığınıza benzer adli süreçlerin itici faktör haline gelmesi de etkili?

2014-2015 sürecinde sürek avı gibi gözaltıların çoğalması sebebiyle… Yani bırakıyorlar ama insanlar da endişe ediyor. “Yarın bir gün ceza çıksa, en hafifinden hayatımızdan yedi yıl tüketecek” diye düşünebiliyor insanlar.

İslam Devleti bağlantılı güvenlik önlemi ve soruşturmalar sizin de gözaltına alındığınız 24 Temmuz 2015’ten sonra arttı. O sıralarda Koalisyonun bombardımanları yüzünden İslam Devleti de zor bir dönemden geçiyordu. Fakat buna rağmen, “Burada hayat çok zorlaştı, önümüzü göremiyoruz” deyip cihada gidenler olduğunu gözlemlediniz mi?

Tahmin ediyoruz ki bunlar yoğun bir şekilde etkili olmuştur o süreçte. Bugün de, eğer öyle bir toprak parçası olsa oraya gidişin daha hızlı olacağı bir sürece doğru gidiyoruz çünkü baskılar çoğalıyor. Bir yerde böyle bir toprak parçası bulunsa insanlar yine oraya gidecektir.

Hem ütopyacı yaklaşımın hem de adalet arayışının cihada katılım için önemli motivasyonlar olduğunu biliyoruz.

Evet, adalet eksikliği rahatlıkla hissediliyor. En son kadınların gözaltına alınmasıyla ilgili bir durum var. Ortadoğu toplumlarının dinle alakalı örf anlayışı, aynı zamanda kadınlarla ilgili namus anlayışı vardır. Biz insanlara, “Dışarı gitmeyin”diyoruz, sebeplerini anlatıyoruz. Ama birisinin eşi gözaltına alındığında, gözaltında kötü bir muameleyle karşılaştığında bunun izahını kimseye yapamayız. Ortadoğu’da diğer ülkelerin yaptığı yanlışları Türkiye de yapmaya başladı. Irak’taki yapıların çoğunun ortaya çıkması Ebu Gureyb hapishanesinde ya da diğer yerlerde kadınlara yapılan kötü muameleyle ilgiliydi aslında. Aynı şey Türkiye’de yaşanmaya başlarsa, Allah muhafaza, insanlar tabii ki öfkelerini buraya doğru yönlendirmeye başlayacaktır. Kötü bir süreç burada başlayacaktır.

Bayancuk ve ekibi tarafından çıkarılan Tevhid Dergisinin Ekim 2012 ve Ocak 2015 tarihli sayıları

Yoğun gözaltı dalgalarıyla karşılaştığınız dönemlerde cemaatinizdeki kadınlar işlerinizi devralır mı? Kadınlarla birlikte çalışıyor musunuz yoksa kriz zamanlarında bile kadrolarınız erkek ağırlıklı kalmaya devam ediyor mu?

İslam toplumunda hizmette bize göre kadın ile erkek arasında ayrım yoktur. Davet sahasında, savaş sahasında kadınların da yeri vardır elbette. Bizlere bir şey olduğunda Allah yerimize mutlaka birilerini gönderecektir zaten. Kadınlarımız olur, çocuklarımız olur, öyle bir ayrım yoktur. Ama Türkiye Cumhuriyeti böyle bir yanlışa giderse… Özellikle kadınlarla ilgili konuda söylüyorum, dikkat edilmesi, hassasiyet gözetilmesi gerekilen bir mesele… Çünkü şu anda her şey paldır küldür gidiyor. Devletin ayarlarıyla 15 Temmuz’da ciddi şekilde oynandığı için daha hâlâ toparlanmadı. Devlet aklı diye bir şey yok ortada. Bugün bazı şehirlerde kadınlarla alakalı gözaltılar insanları çok kötü şeylere meylettirebilir, çok sıkıntılı şeylere yol açabilir. Hiç farkında olmadıkları bir şeyle karşılaşırlar. Bunu tabii ki onlara (devlete) iletmek, konuşmak önemli ama dinleyen ve meselenin ne kadar önemli olduğunu anlayan pek yok gibi.

Devlete veya kendi cemaatinize yönelik itidal çağrılarınız oluyor mu?

Evet, Hocamız açıklamalarında değiniyor. Erkeklerle ilgili, zaten bize de zulmettiğinizi biliyoruz ama biz bir şekilde giriyoruz, çıkıyoruz, sabrediyoruz… Ama kadınlarla alakalı meselelerde insanlar o anda itidallerini kaybederler, soğukkanlılık kalamazlar. Çocuklarla alakalı konu da aynı durumda. Mesela Avrupa’da şu anda bu tarz ailelerin çocuklarına el koyuyorlar, Hıristiyan ailelere veriyorlar. Bu da onları farklı şeylere sevk ediyor. Türkiye de de ahlaki veya itikadi sebeplerden dolayı çocuklarını bu kurumlardan uzak tutanlara yaptırımlar uygulanmaya başlıyor. Bunların hiçbiri devletlerin güvenlik politikalarını başarıya ulaştıracak şeyler değil. Şu an belki kısmi bir başarı vardır ama sonrasında bunlar farklı bir yere kayacaktır.

Bir bakıma siz de devletin güvenlikçi bakışının insanları daha da radikalleştirmesinden çekiniyorsunuz yani?

Tabii ki. Biz şuna inanıyoruz, bir yerde sükunet varsa, bir toplumda çatışma yoksa insanlar fikirlerini karşılıklı konuşabilirler. Ama bir yerde masanın üzerinde silah varsa kimse rahat rahat konuşamaz, derdini de anlatamaz. Türkiye’de de şu anki süreç de, geçmişte PKK’nin dahil olduğu süreç de öyle. Mesela Kobane olayları… Hep silah masadaydı. O yüzden konuşulamadı. Hep gergin bir hava var. Herkes bir görüşün militanı olmuş. Bu da her iki tarafı da radikalleştiriyor.

Militanlaşmadan ve insanların karşıtlarına kulaklarını kapamasından ben de çok mutsuzum. Cihada katılımların ardında yatan bireysel motivasyonları anlamadan bu toplumsal olguyu tartışmak çok zor. Fakat bu bireysel motivasyonlarla alakalı şeyler yazınca da İslam Devleti karşıtları, “Cihadı ya da şiddeti meşrulaştırıyorsun, o katilleri insanileştiriyorsun” diyebiliyor. 2015’te Türkiye’de başlayan saldırılar sonrasında insanların duyduğu bu öfke elbette anlaşılabilir; herkesin kayıpları oldu. Siz de o öfkeyle karşılaşıyor musunuz? Bu öfkeyi anlayışla karşılıyor musunuz?

Ankara Garı saldırısı olduğunda Sincan Cezaevi’ndeydim. Yan koğuşumuzda MLKP’liler vardı. Cezaevinde ezan sesi duyulmadığı için her vakitte ezan okuyordum. O zamana kadar herhangi bir tepki olmamıştı fakat Ankara Garı saldırısının olduğu gün öğle ezanı okuduğumda, yan koğuştakiler bağırıp çağırıp hakaret etmeye başladılar, “Sizi şöyle yapacağız, çocukların intikamını alacağız” diye bağırmaya başladılar. Cevap versem hakaretleşme olacaktı; sen ona, o sana, duvarların arkasından erkeklik yapmış olacağız. Temelde şu soru sorulmalıydı: “Arkadaş sen kimsin? Bu saldırıyla alakalı senin görüşün nedir? Bu saldırı gerçekten doğru bir saldırı mıdır?”

Bu soru size mi sorulmalıydı?

Tabii. Benim oradaki kimliğimin üzerinde ‘IŞİD’ yazması beni IŞİD’ci yapmaz, onu da MLKP’li yapmaz. Hem hukuken hem insani olarak. Bu insanlarla, DHKP-C veya MLKP’li –PKK’yi çıkartıyorum aradan, geri kalan sol cenah için söylüyorum– 2008-2011 süreçlerinde cezaevlerinde sürekli karşılaştık. Aramızda kötü hiçbir diyalog olmadı çünkü biz bu sistemin zaten değişmesi gerektiğini düşünüyorduk. Ancak 2015’ten itibarenki süreçte, sağduyu sahibi olması gereken kadrolarının dahi değişik bir ruh hali içerisine girdiklerini gördük. Sincan Cezaevi’nde verilen tepkiden bunu rahatlıkla anladım. Bağırmalarından, çağırmalarından, sloganlarından anladık. O insanlar bile, bu bilinçli kitle dahi bize karşı toptan yargıya varıp tepki gösteriyorlarsa, elbette ki sıradan vatandaşlar da aynı şeyi yapacaktır.

Halis Bayancuk’un 2015’te İstanbul’da Ömerli Barajında kıldırdığı toplu bayram namazından bir kare

Peki, bu öfkeyi yaratan sebepleri anlayabiliyorsunuz, değil mi?

Bunun yansımalarıyla ilgili oturulup konuşulsun istiyoruz. Bir cenahtan birisi bizimle alakalı bir şey söylediğinde biz kendi derdimizi anlatmak istiyoruz. Bize mesela ‘IŞİD’ci’ diyorsunuz. Bunun delilini göster, anlat, haber yap. Biz de gerçekten öyleysek veya değilsek sana söyleyelim veya kabul edelim. Ama sen toptan bir yargıyla bize gelir, “Sen şöylesin, böylesin” dersen ben elbette ki kendimi savunma ihtiyacı hissederim.

Hitap ettiğiniz doğal bir çevre var. Bir de hitap edemediğiniz, sizi dinlemeyecek, tarif ettiğiniz biçimde hakkınızda peşin yargıya vardığını düşündüğünüz insanlar. Onlara erişmek için bir şey yapıyor musunuz?

Türkiye’de şu anda düşüncelerin düzgünce ifade edilebildiği, karşılıklı konuşulabilen bir ortam yok. O yüzden bizim bunun için bir çaba göstermemiz, boşa kürek çekmek gibi oluyor. Konuşuyoruz ama karşı taraf seni nasıl kodlamışsa öyle anlıyor, herhangi bir şey değişmiyor. Sosyal medya üzerinden zaten bir etkisi olmuyor. Ama birebir karşılaştığımız durumlarda biz çoğu yerde ikna edici pozisyona geçtiğimizi biliyoruz. Diyoruz ki, “Bu bilgileri nereden aldın? Hocanın IŞİD yöneticisi olduğunun delilini nereden buldun?” diyoruz. “Mahkeme tutanaklarından aldım” diyor. Çok güzel, o zaman mahkeme tutanaklarını getirelim koyalım. Ama bunların da bir delile dayanması lazım. Sen de devlete mesafelisin, senin hakkında da bir sürü şey söyleniyor. Onları da getirip değerlendirelim. Yani olmuyor… Sen de biliyorsun ki sen o (mahkeme tutanaklarında ileri sürülen) değilsin, bizim de bu olmadığımıza inanmalısın. Hak vermelisin çünkü temelde ortada bir delil yok. Ama bunu konuşacak bir ortam da yok. O yüzden genel açıklamalarla yetiniyoruz.

PKK veya Kürt siyasal hareketini niye ayrı tutuyorsunuz?

PKK hareketinde özgür düşünce diye bir şey yok. PKK hareketi insanları bir yerde toplayan, onlara bir düşünceyi empoze eden ve “Bunun sınırları bunlardır, bunlara inanacaksınız. Budur!”diyen… Tartışma olacaksa da kendi içinde tartışılan… Ama onun dışında hiçbir şekilde tartışmaya açık bir yer yok. Bir esneme payı yok Kürt hareketinde.

Bunları kendi tecrübelerinizden mi edindiniz?

Biz bunları görüyoruz. PKK’den birilerinin konuşmasından hiçbir zaman ilerleme kat edemiyoruz. Bir yerde tıkanıyor çünkü. “Ben böyle inanıyorum” diyor. Aslında bizim gibi. Bizim gibi derken, biz de bir kitabın olduğuna, Sünnet’in olduğuna inanıyoruz. Ama sol hareketten DHKP-C, MLKP’yle konuşulduğunda onlarda bir esneklik var. Çünkü onlar zaten bir sınır içinde meselelerin konuşulabileceğine inanıyorlar. Onlarla konuşmak daha mümkün.

Siyasal hareket içindeki Kürtleri daha dogmatik buluyorsunuz yani?

Tabii ki. Belki son zamanlarda HDP’yle beraber solcuları da alıp bir proje devreye girdi ama onun bize bu yönde diyalog yönünde bir etkisi olmadı çünkü solcular onları değil PKK’liler solcuları kendilerine benzettiler. Tam robot haline çevirdiler. Allah en doğrusunu bilir. Bunlar hep siyasi yorumlar aslında; doğrusu-yanlışı olan şeylerdir. Ben sadece kişisel bakış açımı anlattım.