Doğu Eroğlu (2 Temmuz 2020, Teyit.org)
İklim değişikliği tartışmaları Türkiye’de son yıllarda büyüse de hükümetin küresel iklim diplomasisine dahil oluşu yeni değil. Türkiye hakkında, 1990’lı yıllardan bu yana küresel görüşmelerin parçası olmasına rağmen sorumluluk almaktan kaçınması nedeniyle “iklim eylemsizliği” yakıştırması yapılıyor. Türkiye’nin Paris Anlaşması’yla birlikte açıkladığı sera gazı emisyonu artışından yüzde 21 azaltım taahhüdüyse gerçek bir azaltım içermediği için ciddiye alınmıyor.
“Türkiye gelecek nesillere daha yaşanabilir dünya bırakmak konusunda kararlı olduğunu ifade etmek istiyor.” [Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum, Aralık 2019, Madrid-İspanya, Uluslararası İklim Değişikliği 25’inci Taraflar Konferansı]
“Uluslararası toplum iklim değişikliğiyle mücadele yeni bir dönemin eşiğindedir. Küresel sıcaklık artışının iki derecenin altında tutulması için 2020 sonrası dönemde güçlü bir rejime ihtiyaç vardır.” [Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Kasım 2015, Paris-Fransa, Uluslararası İklim Değişikliği 21’inci Taraflar Konferansı]
“Türkiye bu anlamda çevreyi en az kirleten ülkelerden biridir. Aynı zamanda iklim değişikliğiyle ilgili mücadele noktasında çaba sarf eden ülkelerin başında geliyoruz.” [Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum, Temmuz 2019, Trabzon, Karadeniz Bölgesi İklim Değişikliği Eylem Planı Toplantısı]
“İklim değişikliği dayanışma ve işbirliği halinde çözüm bulmamız gereken günümüzün en önemli sorunlarından biridir. Bu konuda tüm tarafların çıkarlarını gözetecek çözüm arayışlarını gelecek nesillere borcumuz olarak değerlendiriyorum.” [Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Eylül 2014, Birleşmiş Milletler İklim Zirvesi, Eylem için Ekonomik Durum Oturumu]
Türkiye’li hükümet yetkililerin ulusal ve uluslararası iklim toplantılarında sarfettikleri bu sözlere bakınca, iklim eylemi konusunda küresel işbirliği için çaba sağlayan başlıca ülkelerden birinin Türkiye olduğunu düşünebilirdik, fakat gerçek bu değil.
1990’lı yıllardan itibaren küresel iklim diplomasisinin parçası olan Türkiye’de iktidarlar, iklim değişikliği gerçeğinin farkında olmalarına karşın köklü dönüşümler planlamadıkları için artık Türkiye’nin iklim rejimi hakkında iklim eylemsizliği yakıştırması yapılıyor. Bu yakıştırmanın Türkiye’nin üzerine yapışması, 30 yıllık iklim diplomasisi sürecindeki ataletten kaynaklanıyor.
Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’ne giden duraklar
- 1990’lı yıllara gelinirken, sera gazı emisyonlarının etkisi ve iklim değişikliği, artık iklim modellemeleri tarafından tespit edilebilecek kadar somut hale gelmişti.
1986, 1987 ve 1988’de ABD Kongresi’nde sunum yapan iklim bilimci James Hansen uzun dönemli sıcaklık artışlarının yaşanacağını, sanılanın aksine bu etkilerin uzak gelecekte değil 2000’li yıllarla birlikte net bir biçimde görüleceğini, iklim değişikliğiyle birlikte fırtınaların, sellerin ve sıcaklık dalgalarının, yani aşırı iklim olaylarının dünyadaki yaşama etki etmeye başlayacağını anlatıyordu. Hansen ve beraberindekilerin kullandığı model, 1958-1988 arasındaki verileri inceliyor ve bu verilere dayanarak 2060’a dek meydana gelebilecek üç senaryoyu değerlendiriyordu. Hansen ve birçok bilim insanı, küresel sıcaklık artışlarına, insan faaliyetlerinden kaynaklı sera gazı emisyonlarının yol açtığını söylüyordu
1980’lerin sonunda, iklim değişikliğine yol açan şeyin insan kaynaklı sera gazı emisyonları olduğunu işaret eden çok sayıda bulgu vardı ancak bilimsel belirsizlik kesin olarak ortadan kalkmış değildi.
1988’de kurulan Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli, yani IPCC’nin yayımladığı ilk raporlarda sera gazı etkisi ile küresel sıcaklık artışı arasındaki ilişkinin altının çizilmesi, 1992’deki Rio Zirvesi’nde iklim değişikliğiyle mücadelenin anayasası olarak bilinen, Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin imzaya açılmasını sağladı. Dönemin BM Genel Sekreteri Boutros Boutros-Ghali, “Rio Zirvesi ‘altı üstü bir etkinlik daha’ değil. ‘Bir diğer konferans’ değil” sözleriyle, iklim konusundaki bu girişimin göstermelik olmadığını anlatmaya çalışıyordu.
Madde 2’ye göre antlaşmanın amacı, “atmosferdeki sera gazı birikimlerini, iklim sistemi üzerindeki tehlikeli insan kaynaklı etkiyi önleyecek bir düzeyde durdurmayı başarmak” olarak belirlendi.
Antlaşma, taraf devletler için somut bir sera gazı emisyonu azaltım mekanizması ortaya koymadı ama tarihsel sorumluluklar doğrultusunda Çerçeve Sözleşme’yle birlikte iki adet liste oluşturuldu.
Ek-1 listesinde yer alan ülkeler sera gazı emisyonlarını 1990 yılı düzeyine çekecek, Ek-2 listesindeki ülkeler ise diğer ülkelere sera gazı azaltımı yapabilmeleri için mali ve teknolojik yardım sağlayacaktı.
Türkiye’nin kilidi: Listenin dışına çıkmaya çalışmak
Hem mutlak azaltım sorumluluğu yüklenen ülkeler (Ek-1) hem de azaltım için mali ve teknolojik yardım sağlamakla yükümlülüğü arasındaki ülkeler (Ek-2) arasında yer alması, Türkiye’nin yaklaşık 30 yıl boyunca bu listelerden çıkmak dışında başka bir iklim diplomasisi hedefi koymamasına yol açtı.
1992’de Rio’daki zirveye katılan Türkiye, Ek-1 ve Ek-2 tartışmaları yüzünden 1994’te yürürlüğe giren Çerçeve Sözleşme’ye taraf olmak için 2004’e dek bekledi.
Rio Zirvesi’ne giden Türkiye heyetinin bir parçası olan ve çevre bürokrasisi içinde uzun yıllar görev yapan siyaset bilimci Dr. Nuran Talu, Çerçeve Sözleşme’nin imzalandığı o günlerde Türkiye hükümetinin ekler tartışmasına odaklandığını anlatıyor:
Türkiye mali yükümlülükten kurtuldu
Türkiye 2002’de Ek-2 listesinden çıkmayı başararak mali ve teknolojik yardım yükümlülüğünden kurtuldu. 1992’de imzaya açılıp 1994’te yürürlüğe giren Çerçeve Sözleşme’ye bu tartışmalar yüzünden 2004’e dek imza koymayan Türkiye, 2004-2020 arasındaki dönemi de düşük karbon emisyonu profilini ve geç sanayileşmesini, yani özel koşullarını ileri sürerek Ek-1’den çıkmaya çabalamakla harcadı. Türkiye bugün Ek-1’den de ismini sildirip Yeşil İklim Fonu mali desteklerinden yararlanmak için uğraşmaya devam ediyor. Öyle ki Türkiye Ek-1 listesinden çıkarılmadığı takdirde iklim eylemine başlamayacağını en yüksek makamdan ifade etmekten de vazgeçmiyor.
Japonya’nın Osaka kentinde 29 Haziran 2019’da düzenlenen G-20 Liderler Zirvesi’nde bir basın toplantısı düzenleyen Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Türkiye’nin Ek-1 ülkeleri listesinden çıkarılarak gelişmekte olan ülkeler kategorisinde yer alması önem arz ediyor. Ayrıca ülkemize Paris ve Buenos Aires zirvelerinde verilen sözlerin tutulmasını istiyoruz. Bunlar yapılmadan Türkiye de ilave adımlar atmayacaktır” diyerek iklim fonlarına erişim sağlanmaması halinde Türkiye’nin tutum değiştirmeyeceğini açıkça ortaya koydu.
İklim diplomasisinin adım durağı: Kyoto Protokolü imzalandı
Türkiye kendi sorumluluklarını azaltmaya çalışırken küresel iklim diplomasisi elbette yol almaya devam etti.
Çerçeve Sözleşme’nin imzalanması sonrasındaki en önemli gelişme, 1997’de Japonya’nın Kyoto kentinde toplanan Üçüncü Taraflar Konferansı’nda yaşandı; Kyoto Protokolü Çerçeve Sözleşme’ye bağlı ilk somut karbon azaltım mekanizmasını oluşturdu.
Çerçeve Sözleşme’ye taraf Ek-1 ülkelerinden, Kyoto Protokolü’nün 2008 ile 2012 arasını kapsayan ilk izleme döneminde, sera gazı emisyonlarını referans yıl olarak belirlenen 1990’a göre sınırlamaları istendi. Bu hedef bazı ülkeler için mutlak azaltım, bazı ülkeler içinse sınırlı artış anlamına geliyordu. Kyoto Protokolü’nün ortaya koyduğu sorumlulukları Prof. Dr. Semra Cerit Mazlum şöyle özetliyor:
“Belli bir takvim çerçevesinde gelişmiş ülkelerin emisyonlarının belli oranlarda azaltmasını öngörüyordu. 2008-2012 arasındaki birinci yükümlülük dönemi olarak tarif edilen dönemde Ek-1 ülkelerinin emisyonlarını kolektif olarak, yani hepsinin birlikte 1990’a göre yüzde beş oranında azaltması kararlaştırıldı. 5.2 azaltım hedefi de Ek-1’deki farklı ülkeler arasında emisyon oranları ve yapabilirliklerine göre paylaştırıldı. Amerika Birleşik Devletleri’nin yüzde 7, Kanada’nın yüzde 6, Avrupa Birliği’nin bir entite olarak yüzde 8 emisyon azaltması gibi, farklı azaltım yükümlülükleri tanımlandı.”
Kyoto Protokolü bağlayıcı nitelikteydi; yani ilk izleme döneminde sera gazı emisyonlarında sınırı geçen ülkeler, bir sonraki izleme döneminde daha fazla emisyon azaltımı yapmakla yükümlüydü. Ancak bağlayıcı nitelikteki ilk sera gazı azaltım mekanizmasını getiren Kyoto Protokolü karışık çıktılarla sonlandı.
Azaltım hedefini tutturabilen ülkeler oldu ama küresel karbon emisyonları 2008-2012 döneminde yine de arttı.
Hedefi tutturamayan ülkeler protokolden çekildi
Kanada hedeflerini tutturamayınca protokolden çekildi. ABD, Japonya, Rusya ve Kanada gibi ülkeler ikinci izleme dönemine katılmayacaklarını açıkladı. Emisyon ticareti, Temiz Kalkınma Mekanizması ve ortak yürütmeadı verilen üç esneklik mekanizmasının ortaya çıkmasını sağlayan Kyoto Protokolü küresel bir başarı kazanamadı ama Prof. Mazlum’a göre, Kyoto Protokolü tamamen başarısız bir girişim olarak değerlendirilmemeli: “Beklenen sonucu sağlayamayan bir anlaşma oldu ama öbür taraftan, Kyoto gibi bir deneyimimiz olmasaydı bugün Paris Antlaşması’nda belki örtük de olsa gelişmiş ülkeler ile gelişmekte olan ülkeler arasındaki eylem farklılığı, hedeflerin, niteliklerin farklılığı gerçeğini konuşmuyor durumda olabilirdik”
Kyoto Protokolü’nün ikinci izleme dönemi için müzakereler başladığında ABD’nin katılmadığı, pek çok gelişmiş ülkenin ise sorunlu bulduğu Protokol’ün geleceğinin parlak olmadığı anlaşılmıştı. Kyoto Protokolü’nün kısmi başarısızlığının yaşandığı 2007-2015 arasında iklim değişikliğiyle mücadelede belirsiz bir dönem yaşandı.
Paris Anlaşması’na götüren yol: Taraflar Konferansı
İklim değişikliğinin anayasası 1992’de imzaya açılan Çerçeve Sözleşme’yse, bu anayasa çerçevesinde yürütmenin gerçekleştiği yerler de Sözleşme’ye taraf ülke temsilcilerini 1995’ten itibaren her yıl bir araya getiren Taraflar Konferansı’ydı (Conference of Parties).
2007’de Bali’de (Endonezya) düzenlenen 13’üncü Taraflar Konferansı’ndaki (COP 13) görüşmeler, 2009’da Kopenhag’da (Danimarka) gerçekleştirilecek 15’inci Taraflar Konferansı’nda (COP 15) Kyoto Protokolü’nün yerini alacak yeni ve bağlayıcı bir anlaşma oluşturulabileceği umudunu doğurdu
Kopenhag Mutabakatı da 2012’de ilk izleme dönemi bitecek olan Kyoto Protokolü’nün yerine bağlayıcı bir mekanizma getiremedi. 2009-2015 yılları arasında Kopenhag Mutabakatı ile Paris Anlaşması arasındaki sürede düzenlenen Taraflar Konferansları, tekrar bağlayıcı bir küresel işbirliği oluşturulmasını hedefledi.
2010’da Cancun’da (Meksika) düzenlenen 16’ncı Taraflar Konferansı’nda (COP 16) Yeşil İklim Fonu ortaya çıktı; 2013’te Varşova’da (Polonya) gerçekleştirilen 19’uncu Taraflar Konferansı’ndaysa Niyet Edilen Ulusal Katkı mekanizması (Intended nationally determined contributions, INDC) oluşturuldu. Nihayetinde Ek-1 ülkeleri için mutlak sera gazı azaltım hedefleri koyan, diğer ülkeler içinse gönüllü azaltım niyetlerini kapsayan Paris Anlaşması çerçevesi ortaya çıktı. 2015’te imzalanan Paris Anlaşması, Kasım 2016’da yürürlüğe girdi.
Türkiye Paris Anlaşması’nı imzaladı ama TBMM’den geçirmedi
Kyoto Protokolü’nü onaylamak için Protokol’ün etkisizleşmeye başladığı 2009’u bekleyen Türkiye, Paris Anlaşması’nı 2015’te imzaladı ancak hala TBMM’den geçirmedi, yani anlaşma Türkiye tarafından onaylanmış değil.
Türkiye Paris Anlaşması’nı TBMM’de onaylamadı ama gönüllü bir azaltım taahhüdüne sahip. Cumhurbaşkanı Erdoğan Türkiye’nin benimsediği iklim politikasını, “…Küresel iklim değişikliğiyle mücadelede 2030 yılı yol haritamızı belirledik. Hızla gelişen bir ekonomi olarak emisyon artışında 2030 yılına kadar yüzde 21’e kadar bir artıştan azaltım sağlamayı hedefliyoruz” sözleriyle, Paris Anlaşması’nın imzaya açıldığı, 2015’te Paris’te (Fransa) düzenlenen 21’inci Taraflar Konferansı’nda (COP 21) açıkladı.
Gerçekliği var mı?: Artıştan azaltım taahhüdü
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Paris’te açıkladığı artıştan azaltım taahhüdü ne anlama geliyor?
Bunu anlamak için öncelikle, hiçbir iklim önlemi alınmadığı takdirde Türkiye ekonomisinin 2030 yılına dek ne kadar büyüyeceği ve ülkenin sera gazı emisyonlarının ne kadar artacağının hesabı yapılıyor. Türkiye’nin Paris taahhüdü, hiçbir önlem alınmadığı takdirde ortaya çıkacak sera gazı emisyonlarının, yüzde 21 azaltılacağını söylüyor.
Basit bir hesap yapalım;
Türkiye taahhüt verirken kendisine 2012 yılını referans olarak belirledi. Hesaplamalar sonucunda 2030 itibarıyla 200 birim olacağı tahmin edilen toplam sera gazı emisyon miktarı, bu taahhüt sebebiyle yüzde 21 azaltılacak ve 158 birimle sınırlandırılacak.
Peki bu taahhüt ne anlama geliyor? Grafiğe yakından bakalım.
Türkiye 2012’den 2030’a kadar ekonomisinin ve sera gazı emisyonlarının hangi oranda büyüyeceğini hesapladı. İklim değişikliğiyle mücadele eylemi içermeyen bu büyüme projeksiyonunda doğal olarak sera gazı emisyonları da yükseliyor. Bu önerisi olmayan projeksiyona baz patika diyoruz.
Grafikte baz patika sera gazı emisyonları kesik çizgiyle gösteriliyor. Türkiye BM’ye baz patika salımlarından yüzde 21 azaltıma gitme taahhüdünde bulundu. Grafikteki mavi taralı alan, Türkiye’nin bu taahhüdü yerine getirdiği takdirdeki olası sera gazı salımlarını gösteriyor. Ancak hem baz patika hem de yüzde 21 azaltım planıyla ilgili büyük bir sorun var.
Yapılan hesaplar, Türkiye’ye ait baz patikanın da azaltım patikasının da küresel sıcaklık artışını sınırlama hedeflerinin yakınından bile geçemediğini gösteriyor.
IPCC’ye göre küresel sıcaklık artışı 1,5°C’yle sınırlandırılmalı, böylece ekosistemler ve yaşam alanları üzerindeki kalıcı etkilerin önemli kısmı önlenebilecek. Fakat Türkiye’nin taahhütleri bunu sağlamanın çok uzağında.
Bu grafikte, farklı renklere sahip dikey çubuk, küresel sıcaklık artışını sembolize ediyor. Yeşil, sıcaklık artışının 1,5°C altında tutulması demek. Açık yeşil renk ise Paris Anlaşması’nın öngördüğü 1,5°C hedefini gösteriyor. Sarı 1,5°C ile 2°C arasındaki bir sıcaklık artışı, turuncu 2°C ile 3°C arasındaki bir sıcaklık artışı anlamına geliyor. Kırmızı, küresel sıcaklık artışının 3°C ile 4°C arasında gerçekleşmesi demek. Siyah renk ise sıcaklık artışının 4°C’nin bile üzerinde olacağını gösteriyor.
Bu sıcaklık artışı çubuğu şu anlama geliyor: Eğer tüm ülkelerin azaltım taahhütleri Türkiye’ninki gibi olsaydı küresel sıcaklık artışı 4°C’nin üzerine çıkardı.
Çevre ve Şehircilik Eski Bakanı Fatma Güldemet Sarı, 7 Aralık 2015’te Paris’teki 21’inci Taraflar Konferansı’da konuşurken, Türkiye’nin artıştan azaltım taahhüdünü “Hızla gelişen bir ekonomi olarak sera gazı emisyonlarını 2030 yılında yüzde 21’e kadar artıştan azaltmayı hedefliyoruz… Yılda ortalama yüzde 5 büyüyen ve enerji talebi her yıl yüzde 6 artan Türkiye’nin bu kadar iddialı bir hedef belirlemiş olması iklim değişikliğiyle mücadeleye vermiş olduğu önemi göstermektedir” sözleriyle tarif ediyordu.
Türkiye’nin iklim hedefi gerçekten de bu kadar iddialı mı?
Pek çokları bu görüşe katılmıyor. Türkiye’nin azaltım taahhüdünün aslında iklim eylemsizliğine denk düştüğünü, gerçek bir azaltım olmadığı yönündeki eleştiriler sıkça dile getiriliyor. Türkiye’nin kendi ekonomik büyüme oranını, böylelikle sera gazı emisyonlarının artış hızını cömertçe, yani fazla fazla hesapladığı, gerçekte sera gazı emisyonlarındaki baz patika artışının Türkiye’nin Paris Anlaşması kapsamında Birleşmiş Milletler’e bildirdiği kadar olmayacağı ileri sürülüyor.
Türkiye’nin BM’ye verdiği rakamlar yüzde 30 şişkin hesaplandı
Türkiye’nin BM’ye bildirdiği katkı dönemi 2021 ile 2030 arasını kapsıyor. Yani Türkiye resmen iklim değişikliği mücadele eylemlerine başlamış değil ama 2012’den bugüne, öngörülen sera gazı emisyonları ile gerçekleşen sera gazı emisyonları hep oldukça farklı oldu. Referans yıl olan 2012’de 447 milyon ton olarak ölçülen Türkiye’nin sera gazı emisyonlarının, Türkiye’nin BM’ye bildirdiği hızda artmayacağı şimdiye kadar çoktan anlaşıldı.
2010’ların ikinci yarısında Türkiye ekonomisinde görülen yavaşlama, Türkiye’nin BM’ye sunduğu taahhüdü anlamsız kılıyor çünkü Türkiye’nin sera gazı emisyonlarının bu taahhütteki kadar hızlı artmadığı ortada.
Barış Karapınar, Hasan Dudu, Özge Geyik ve Aykut Mert Yakut tarafından gerçekleştirilen 2019 tarihli bir araştırmada, IMF ve Dünya Bankası’nın Türkiye için yaptığı büyüme tahminleriyle uyumlu yeni bir baz patika oluşturuldu. Türkiye’nin yıllık yüzde 3,7’lik bir hızla büyüyeceğini öngören araştırmada, Türkiye’nin sera gazı emisyonlarının, Türkiye’nin taahhüdündeki gibi 1.175 milyon ton CO2eq yerine 842,3 milyon ton CO2eq olacağı görüldü.
Çalışma, Türkiye’nin BM’ye verdiği taahhütteki sera gazı emisyon projeksiyonunun neredeyse yüzde 30 şişkin hesaplandığını gösteriyor.
Hatta bu projeksiyon, Türkiye’nin iklim değişikliği eylemi olan artıştan yüzde 21 azaltım hedefinin bile şimdiden yüzde 21 altında. Yani aslında Türkiye’nin BM’ye taahhüdü herhangi bir iklim değişikliği eylemi içermediği gibi, Türkiye’nin 2030’a kadar sera gazı emisyonlarını yaklaşık yüzde 10,2 artırmasına olanak tanıyor. Yani gerçek anlamıyla ifade edince cümle “artıştan yüzde 21 azaltım” değil, “artıştan yüzde 10 artış” olmalı.
Yani Türkiye iklim değişikliğiyle mücadele etme niyetinde samimiyse, taahhüdünü revize etmeli ve gerçekten azaltım içeren bir hedef açıklamalı.
Aynı çalışma, karbon vergisi ya da emisyon ticaret sistemleri gibi piyasa bazlı araçlara başvurulduğu takdirde Türkiye’nin makroekonomik göstergelerinin bozulmayacağını, ekonomik büyümenin süreceğini söylüyor.
Paris Anlaşması öncesinde bir genel denge modeli oluşturan iktisatçılar Prof. Dr. Ebru Voyvoda ve Prof. Dr. Erinç Yeldan da 2013 yılını baz alarak hazırladıkları 2030 senaryolarında, iklim politika araçlarının uygulamaya konması halinde Türkiye’nin 2030 yılı sera gazı emisyonlarının baz patika senaryosunun yüzde 23 altında ölçülebileceğini hesaplamıştı. Öngörülen iklim politikası paketi içinde karbon vergisi de bulunuyordu.
İstanbul Bilgi Üniversitesi Çevre Enerji ve Sürdürülebilirlik Uygulama ve Araştırma Merkezi Müdürü Doç. Dr. Ayşe Uyduranoğlu’na göre, karbon vergisi ve benzer araçlar kısa vadede ekonomik daralmaya yol açsa bile uzun vadede emisyon azaltımına yol açacak:
Bir şirket böyle bir vergiyle karşılaştığı andan itibaren, karşısında olan farklı opsiyonları, farklı alternatifleri düşünecektir. Siz yıllar boyunca bir vergiye tabi olmak mı istersiniz, o vergiden yasal olarak kaçınmak mı istersiniz? Tabii ki kaçınmak. Bunun için yapmanız gereken nedir diye düşündüğünüzde, yenilenebilir enerji kaynaklarından faydalanabiliyor olmayı ya da üretim şeklinizi değiştirmeyi, enerjiyi daha verimli kullanabiliyor hale gelmeyi, böylece ünite başına emisyonlarınızı azaltıyor olmayı amaçlarsınız. Şirketler kısa vadede kesinlikle bir maliyetle karşılaşacaklar ama orta ve uzun vadede aslında kârlı çıkacak olan onlar.
İklim eylem planı olmadan taahhütte bulunmak faydasız
İklim politikalarını inceleyen uzmanlar, Türkiye’nin ulusal bir iklim eylem planı olmadan herhangi bir taahhütte bulunmasının ya da iklim senaryolarını konuşmasının faydasız olduğu görüşünde.
Prof. Dr. Semra Cerit Mazlum Türkiye’nin öncelikle ölçülebilir ve izlenebilir bir ulusal iklim politikası oluşturması gerektiğini söylüyor: “Geniş kesimler, Türkiye’nin ulusal düzeyde bir güçlü iklim politikası olmasını, bunun bir kent ayağının olmasını, bir tarım ayağının olmasını, bir turizm ayağının olmasını, sanayiyi, farklı sektörlerin iklim değişikliğindeki rolü ve etkilenebilirlikleri bağlamında somut önlemlerle, takvime bağlanmış, ölçülebilir, izlenebilir bir iklim politikasının olmasını bekliyor.” Mazlum, Paris Anlaşması’na taraf olunmamasının, Türkiye’de iklim eylemsizliğini kalıcı hale getirdiğini ekliyor. Dr. Nuran Talu ise iklim değişikliğinin bir çevre meselesine indirgenemeyeceğini, tüm planlamanın iklim değişikliği süzgecinden geçirilerek yapılması gerektiğini ifade ediyor.
Türkiye’nin öncelikle samimi bir şekilde iklim değişikliğiyle mücadele ve uyum için harekete geçmesi gerekiyor. Gerçek bir azaltım içermeyen taahhütlerin yerine ayakları yere basan bir ulusal plan yapıldıktan sonra hedeflere nasıl ulaşılacağının, sektörlerde hangi azaltım ve uyum adımlarının atılacağının, hangi iklim politikası araçlarına başvurulacağının belirlenmesi lazım.
İklim zirvelerinde idareciler, Kentsel Dönüşüm Seferberliği, Enerji Verimliliğine Sahip Kentler, Sıfır Atık, 11 Milyon Fidan gibi projelerden bahsediyor ancak bu çalışmalar bütünlüklü bir planlamanın parçası olmadıkları için iklim değişikliği bağlamında azaltım ve uyum işlevleri yerine getirmekten çok idareyi iyi gösterme hedefine hizmet ediyor.
Nisan 2016: Karbon azaltım taahhüdüne karşılık kömürlü santral açılışı
Dr. Nuran Talu, uluslararası iklim diplomasisinde azaltım sözleri verilirken Türkiye’de karbon yoğun yatırımların sürdürülmesini gerçekçi bulmadığını anlatıyor, idarecilerin Nisan 2016’da kömürlü santral açılış törenlerine katıldıklarını anımsatıyor; “Paris’i imzaladılar. Gidip imzaladıktan sonra, ertesi gün, termik santralleri açmak için bir çabaya giriyorsanız zaten bu bir yalan dolan haline gelir!”
Talu 22 ve 24 Nisan 2016 tarihlerinde yapılmış iki törenden bahsediyor.
22 Nisan 2016’da New York’ta düzenlenen Paris Anlaşması İmza Seremonisi sırasında “Bizi bekleyen zorlu görev, verdiğimiz taahhütleri eyleme çevirmek. Anlaşma’nın başarısını, bu taahhütlerin gerçekleştirilip gerçekleştirilmemesi belirleyecek” sözlerini sarf eden dönemin Çevre ve Şehircilik Bakanı Fatma Güldemet Sarı, 24 Nisan 2016’da ithal kömüre dayalı Tufanbeyli Termik Santrali’nin açılışını yapan isimler arasındaydı.
İki gün arayla çekilen bu fotoğraflar gerçekten uzak karbon azaltım taahhüdleriyle iklim diplomasisinde daha az ciddiye alınan, Ek-1/ Ek-2 tartışmasıyla 30 yılını harcayan Türkiye merkezi idaresinin öncelikleri hakkında bir fikir verse de; gideceği yolu seçmesi için artık vakti kalmadığını da ortaya koyuyor.