Türkiye’nin Moldova vatandaşı Natalia Barkal ile çocuklarını, Rojava denetimindeki el-Hol Kampından kaçırıp ülkesine teslim etmesi uzun süre tartışıldı. Kürt yönetimi Barkal’ın IŞİD’le ilişkili olduğunu iddia edip Türkiye’yi devreye sokan Moldova’yı suçladı. Ülkesinde, Moldova Cumhurbaşkanı tarafından karşılanan Barkal’ın, Suriye’ye gidişi ve kendisini el-Hol’de buluşuna dair resmi hikâyeler şüphe uyandırsa da bu olay Türkiye’nin IŞİD bağlantılı kadınlara yaklaşımını da yeniden gündeme getirdi. İdare, Suriye ve Irak’ta tutulan Türk vatandaşı IŞİD’li kadınların tümünü henüz Türkiye’ye getirmiş değil. Ancak araştırmacılara göre Türkiye’de idare, IŞİD bağlantılı kadınların çoğunlukla “ailelerini kaybetmemek için” ya da “kocalarının zorlamasıyla” IŞİD’e katıldıklarını düşünüyor ve IŞİD içinde pasif roller üstlendiklerini varsayıyor. Oysa ne tüm kadınlar IŞİD’e erkeklerin zorlamasıyla katıldı ne de rolleri sadece annelik veya eşlikle sınırlı kaldı. Araştırmacılar, kadınların IŞİD’e katılım kararını kendi iradeleriyle almadığı kabulünün terk edilmesi gerektiğini söylüyor ve azınlıkta da olsa kadınların IŞİD içinde etkin roller üstlendiğini hatırlatıyor

Doğu Eroğlu (31 Ağustos 2020 Medyascope)

Anadolu Ajansı 17 Temmuz’da, “Suriye’nin kuzeyindeki Hol Kampı’nda YPG/PKK tarafından zorla tutulan Moldova vatandaşı Natalia Barkal ve dört çocuğunun MİT operasyonuyla kurtarıldığını” duyurdu. Kürt yönetimi bu gelişmeyi doğruladı ve operasyondan ötürü Ankara’yı terörü desteklemekle suçladı.

Gelişme Türkiye’de duyulduğunda, Natalia Barkal çoktan Moldova’ya ulaşmış, Moldova Cumhurbaşkanı Igor Dodon tarafından karşılanmıştı bile.

Dodon’a göre, kurtarma operasyonu MİT ve Moldova istihbarat birimleri arasındaki iş birliği sonucunda gerçekleşmişti. Dodon açıklamasında, MİT’in doğrudan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın talimatlarıyla hareket ettiğini, Barkal’ın ülkesine dönmesini sağlayanın Erdoğan’ın çabaları olduğunu vurguladı.

Anadolu Ajansı, Suriye Demokratik Güçleri (SDG) kontrolündeki Haseke (Suriye) kentindeki el-Hol Kampında tutulan Barkal’la MİT’in temasa geçtiğini ve kamptan nasıl kaçabileceği konusunda Barkal’ı bilgilendirdiğini belirtiyor. Kaçakçılar aracılığıyla 6 Haziran’da kamptan kaçan Barkal ve çocukları, Türkiye kontrolündeki Tel Abyad’da Türkiye yetkililerince karşılandı. Görüştüğüm diplomatik kaynakların bazıları, Anadolu Ajansı tarafından aktarılan bilgileri doğruluyor. Bazı kaynaklarsa Türkiye’nin iddialarına daha kuşkucu yaklaşıyor ve Barkal ile çocuklarının kaçakçılar yardımıyla Türkiye kontrolündeki bölgeye geçmiş olabileceğini düşünüyor.

Gerçekten de hem Natalia Barkal hem de kurtarma operasyonu hakkında bazı gariplikler var.

İlk soru işareti, Türkiye ile Moldova arasında istihbarat ve operasyon ortaklığına neden ihtiyaç duyulduğu konusunda ortaya çıkıyor. SDG, kontrolü altındaki kamplarda tutulan kadın ve çocukları, vatandaşları oldukları ülkelere teslim etmek konusunda zaten oldukça istekli. Dolayısıyla Barkal ve çocuklarının kamptan kaçırılıp Moldova’ya gönderildiği haberi Kürt yönetimini de şaşırttı. SDG’nin siyasi kanadından gelen açıklama, Moldova’nın IŞİD Karşıtı Küresel Koalisyona ya da Kürt yönetimine başvurması halinde Barkal’ın iadesinin sağlanabileceğini yönündeydi.

Kişinev yönetiminin Barkal’ı el-Hol’den çıkarmak için Türkiye’yi aracı kılmasının sebebi şimdilik bilinmiyor. Moldova’nın Ankara Büyükelçiliği yetkililerine ilettiğim sorulara da yanıt alamadım.

Kişinev’de düzenlenen karşılama töreni sırasında Moldova Cumhurbaşkanı Igor Dodon ile Natalia Barkal ve çocukları (Fotoğraf: Cumhurbaşkanı Dodon’un Facebook paylaşımı)

Türkiye’nin rehine diplomasisi: Barkal da parçası mı?

Türkiye ise içte ve dışta son yıllarda rehineleri kullanmaktan çekinmiyor. Türkiye’nin içeride ve dışarıda rehineleri farklı şekillerde araçsallaştırması bazılarınca rehine diplomasisi olarak tanımlanıyor.

Rehine diplomasisinin Türkiye dışındaki izdüşümü, vatandaşlarına farklı sebeplerden erişemeyen ülkelere yardımcı olmak biçiminde özetlenebilir. Asya, Orta Doğu ve Afrika’da, genellikle İslam coğrafyalarında yürütülen bu faaliyetlerde Türkiye ya istihbarat gücünü ya da insani yardım ağlarını devreye sokuyor.

Örneğin Mart 2013’te Pakistan’ın Belucistan bölgesinde kaçırılan iki Çek Cumhuriyeti vatandaşının ülkelerine dönmesi için Türkiye ve İHH (İnsani Yardım Vakfı) devreye girmiş, İHH’nın çabaları sayesinde rehineler iki yıl sonra kurtarılmıştı. Kenya’da Kasım 2018’de küresel el-Kaide ağına bağlı el-Şebab tarafından kaçırıldığı sanılan İtalyan vatandaşı Silvia Constanzo Romano ise MİT’in girişimleri sonrasında özgürlüğüne kavuşmuş ve Mayıs 2020’de ülkesine dönmüştü. Bu zincirin son halkası, MİT’in Moldova vatandaşı Natalia Barkal’ı el-Hol’den kaçırması oldu (Barkal’ın IŞİD bağlantıları, bu örneği diğerlerinden ayırsa da Türkiye diğer kurtarma operasyonlarında olduğu gibi, konuyu aynı halkla ilişkiler hattında ele aldı).

Türkiye içine baktığımızdaysa rehine diplomasisi şekil değiştiriyor. Gazeteciler ve siyaset bilimciler, Türkiye’nin özellikle Batı ülkeleriyle yaşadığı sorunları, sorun yaşanan ülke vatandaşlarını tutsak ederek çözmeye çalıştığını söylüyor. Bu yaklaşım konusunda en bilinen örnekler, tutuklulukları sırasında rahip Andrew Brunson konusunda ABD’yle, gazeteci Deniz Yücel konusunda Almanya’yla yürütülen diplomatik temaslar.

Türkiye’nin bu tip rehine kurtarma operasyonlarıyla ne kazanmayı umduğunu, siyaset bilimci Prof. Dr. İlhan Uzgel’e sordum. Uzgel, içte ve dıştaki rehine diplomasisi girişimlerinin uzun vadeli kazanımlara yol açmayacağını belirtiyor.

IŞİD bağlantılı kişilerin ülkelerine iadeleri konusunda çalışma yürüten yabancı diplomatlardan sıklıkla, Ankara’nın iadeler için kendi isteklerini şart koştuğunu duymuştum. Bazı diplomatlara göre, Türkiye IŞİD bağlantılı kişilerin iade prosedürlerini PKK ve FETÖ şüphelilerinin iadesi şartına bağlıyordu. İlgili ülke Türkiye’nin istediği kişilerin iadesi için iş birliği yapıyorsa, Türkiye’de yakalanan IŞİD bağlantılı vatandaşlarını sorun çıkmadan teslim alabiliyordu. Aksi takdirde Türkiye şüphelilerin iade işlemlerini geciktiriyor veya zorlaştırıyordu. Türkiye Kasım 2019’da IŞİD bağlantılı kişilerin hızlıca iadesi için yeni bir süreç başlatınca bu tartışmalar sonlandı.

Prof. Dr. Uzgel, Türkiye’nin bu uygulamalarının ancak bir iyiliğe karşı bir iyilik kazandırabileceğini görüşünde.

Moldovalı bir gazeteci, Barkal ve çocuklarının el-Hol’den çıkarılmasının, 2018’de Moldova’da FETÖ bağlantılı olduğu belirtilen yedi kişinin Türkiye-Moldova istihbarat birimleri ortak operasyonuyla yakalanıp Türkiye’ye getirilmesine karşılık teşekkür niteliğinde olabileceğini söylüyor. MİT operasyonuyla Türkiye’ye getirilip tutuklanan kişiler daha sonra Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine başvuru yapmış, mahkeme Moldova’nın usulsüz sınırdışı işleminin hak ihlali niteliğinde olduğu gerekçesiyle, Moldova’nın başvuruculara tazminat ödemesine karar vermişti.

Resmi kaynakların ihmal ettiği ayrıntı: IŞİD

Barkal ve çocuklarının el-Hol’den kaçırılmasıyla ilgili diğer garip şeyse Barkal’ın hayat hikâyesi.

Moldova Cumhurbaşkanı Dodon’un açıklamasında, Natalia Barkal ve Suriyeli eşinin 2013’te Suriye’ye yerleşene dek Moldova’nın başkenti Kişinev’de yaşadığı belirtiliyordu. Anadolu Ajansı haberindeyse, Barkal ve eşinin 2013’te ticaret yapmak için Suriye’ye gittiği, daha sonra Natalia Barkal’ın “YPG/PKK tarafından zorla Suriye’nin kuzeyindeki Hol Mülteci Kampı’na götürüldüğü” söyleniyordu. Türkiye basınındaki bir başka haberde, Barkal ve eşinin 2013’te Menbiç’e yerleştiği belirtiliyordu. Moldova kaynakları 2017 sonunda Barkal’ın eşinin öldürüldüğünü, Ocak 2019’da ise Barkal ve çocuklarının el-Hol Kampına getirildiğini ekliyor.

Resmi kaynakları temel alan haberlerde ve resmî açıklamalarda değinilmeyen tek şey, Barkal’ın IŞİD bağlantısıydı.

el-Hol Kampı (Fotoğraf: AFP)

Bu konuyla ilgili ilk iddia, Rojava yönetiminin dış ilişkiler sorumlularından Dr. Abdülkerim Ömer’den geldi. Dr. Ömer, Türkiye tarafından kaçırılan Barkal’ın el-Hol Kampında tutulan IŞİD destekçisi kadınların oluşturduğu el-Hizba (Bir çeşit polis yapılanması) üyesi olduğunu, kamptaki çocukların IŞİD değerlerini benimseyerek yetişmesi için çaba sarf ettiğini söyledi.

Harvard Üniversite’sinde görev yapan ve çatışmaları çok yakından takip ettiği için cephe araştırmacısı lakabıyla anılan Dr. Vera Mironova, el-Hol Kampını en yakından takip eden isimlerden biri.

Kampı bir cezaevi gibi düşünmemek gerekiyor: Kaçışları engellemek için güvenlik görevlileri olsa da el-Hol daha çok sığınmacı kamplarına benziyor. Yaklaşık 66,000 kişinin kaldığı kampta nüfusun üçte ikisini çocuklar oluşturuyor. Yetişkinlerin büyük kısmıysa Iraklı, Suriyeli ve yabancı kadınlardan ileri geliyor. Kampta kalan yabancı kadınların bir kısmı, internet üzerinden dış dünyayla iletişimlerini sürdürüyor. Dr. Mironova kampta tutulan pek çok kadınla çevrimiçi görüşmelerini sürdürüyor ve kamptaki gelişmeleri sürekli takip ediyor.

Dr. Mironova yaptığımız görüşmede, Dr. Ömer’in iddialarına bir şerh düşse de Natalia Barkal’ın IŞİD destekçisi olduğunu doğruluyor:

“Natalia Barkal’ı el-Hol Kampından tanıyan kadınlarla görüştüm. Barkal’ın kampta kaldığı dönemde hala IŞİD yanlısı olduğunu söylediler. Halifeliğin devam etmesini destekliyormuş ama kamptaki güvenlik görevlilerine saldırılması taraftarı değilmiş. Barkal’ın eşinin IŞİD’e katıldığından, sonrasında IŞİD saflarında savaşırken öldüğünden eminiz. IŞİD’in son olarak toprak kaybettiği Bağuz’da yakalananlarla birlikte Barkal ve çocuklarının el-Hol’e getirildiği biliniyor.”

Kamplar birer cezaevi değil. Ancak yaşam koşulları çok zorlu; bu bakımdan şiddetin yeniden üretimi belki cezaevlerindekinden de kötü. Özellikle el-Hol’de, IŞİD’li kadınların kimi zaman çeteler halinde güvenlik görevlilerine saldırdığı oluyor. Ancak Dr. Mironova’ya göre, bu olayların faillerinin el-Hizba diye isimlendirip kurumsallaştırılması doğru bir yaklaşım değil.

el-Hol Kampı (Fotoğraf: AFP)

el-Hizba iddiası bir başka yönden de sorunlu.

Kamusal alanlarda dine dayalı cinsiyet ayrımcılığı uygulayıp kadını sınırlayan rejimlerde, kısıtlamaları denetlemekte kadın memurlar görevlendirilebiliyor. Örneğin İran’daki ahlak polisi Erşad içinde kadınlar görev alabiliyor. IŞİD’in ahlak polisi el-Hizbaiçinde de kadınlar görev yapıyordu. Zekât toplamak, kamusal alanda kadınların örtünmesini denetlemek, namaz vakitlerinde dükkanların kapalı olmasını sağlamak ve sigara yasağını uygulamak gibi sorumlulukları bulunan el-Hizba, IŞİD’in toprak üzerinde egemenlik kurduğu döneme ait bir yapı. Dr. Mironova, kamplarda el-Hizba gibi bir kurumsallaşma ya da hiyerarşi söz konusu olmadığını söylüyor: “el-Hizba dediğimiz şey bir otoriteyi ifade ediyor. IŞİD destekçilerinin kamplarda bu tip bir otorite oluşturması söz konusu değil. Ama bazı kampların kimi bölgelerinde çete savaşlarına benzer çatışmalar olabiliyor. Buralarda tartışmalar da genellikle inanç temelli.”

Yani Natalia Barkal, eşi ve çocuklarıyla birlikte gerçekten de 2013’te Moldova’dan Suriye’ye gelmişti. Buraya kadarki kısmı Moldova ve Türkiye resmi kaynakları da kamuoyuna açıkladı. Ancak her iki ülke de Barkal’ın eşinin IŞİD saflarında öldüğü, Barkal ve çocuklarının IŞİD’in son toprağı Bağuz’u kaybetmesinin ardından el-Hol’e getirildiği, Barkal’ın IŞİD yanlısı görüşlerinin kamptakilerce de bilindiği gibi ayrıntıları açıklamaktan imtina etti.

Yaygın bakış: ‘Kadınsa IŞİD’e eşinin-babasının zoruyla gitmiştir’

Moldovalı Barkal ve çocuklarının el-Hol’den kaçırılmasının Türkiye açısından ne ifade ettiği şimdilik belirsiz ancak olay Türkiye’nin cihat hareketleri içindeki kadınlara nasıl baktığını özetler nitelikte.

Türkiye, IŞİD’e uluslararası katılımlar söz konusu olduğunda yabancıların sıkça kullandığı bir geçiş güzergahıydı ama Türkiye’den örgüte katılanların sayısı da azımsanmayacak düzeydeydi.

Savaşmak ya da yaşamak için Türkiye’den IŞİD’e gidenlerin sayısı konusunda kesin bir uzlaşı yok. Açıklanmış resmi bir sayı da bulunmuyor. Ancak pek çok araştırmacı bu sayının en fazla 10,000 civarında olabileceğini düşünüyor. Bu tahmin savaşmak için giden erkeklerin yanında, kadın ve çocukları da kapsıyor. Aynı kestirimle, Türkiye’den katılımların kabaca üçte birini, IŞİD egemenliğinde yaşamak isteyen kadınların oluşturduğu sanılıyor.

IŞİD’in Türkiye içindeki yapılanma ve örgütleme faaliyetlerine ilişkin soruşturma ve davalara kadınlar çok nadir konu oldu. IŞİD’in Türkiye topraklarında gerçekleştirdiği şiddet eylemleri söz konusu olduğundaysa sadece birkaç kadın –bu kadınların çoğu faillerin eşleri ya da akrabalarıydı– suçu bildirmeme ya da silahlı terör örgütü üyesi olma sebebiyle hüküm giydi.

International Crisis Group [Tur. Uluslararası Kriz Grubu, ICG] tarafından Temmuz 2020’de yayınlanan bir rapor, Türkiye’de yerli ve yabancı toplam 1,150 kişinin IŞİD bağlantılı sebeplerden ötürü tutuklu olduğunu aktarıyor (Güncel sayılara ulaşılabilecek bir kaynak bulunmuyor. Bu bilgi yetkililerin açıklamalardan derleniyor). 

IŞİD’den geri dönüşler 2015’ten beri, yani IŞİD Karşıtı Küresel Koalisyon bombardımanlarının yoğunlaştığı dönemden beri gerçekleşiyor. IŞİD egemenliğindeki topraklar Türkiye sınırında olduğu için bombardımanlar başladıktan sonra Türkiyeli mücahit ve muhacirler ülkelerine kolayca dönebildi. Türkiye’nin 2016’da başlattığı Fırat Kalkanı Harekâtı durumu biraz karmaşıklaştırdı ve Türkiyelilerin ülkeye dönüşünde kaçakçılar daha yoğun rol oynar oldu. Ancak her durumda dönüşler sürdü.

IŞİD’in önce toprak kaybetmeye başlaması, 2019’daysa Bağuz’un kaybıyla toprak üzerindeki egemenliğinin resmen son bulması durumu değiştirdi. Gidecek yeri kalmayan IŞİD mensupları Irak’taki cezaevlerine ya da Rojava’daki kamplara götürüldü. Bu kişilerin ciddi bir kısmının yabancılardan oluşması, dünya ülkelerinin kendi yurttaşları için Irak ve Rojava’yla görüşmelere başlamasına yol açtı.

Pek çok ülke kendi vatandaşı olan IŞİD mensuplarını geri almak istemiyor. Örneğin Birleşik Krallık, eğer başka ülke vatandaşlığı almaya elverişlilerse, yurttaşı olan IŞİD mensuplarının vatandaşlığını iptal edebiliyor. Bu da büyük tartışmalara yol açıyor. Birleşik Krallık vatandaşıyken IŞİD’e katılan Şamima Begüm için, kamu yararı gerekçesiyle İçişleri Bakanlığı tarafından verilen vatandaşlık iptal kararı temyizde bozulmuştu. Birleşik Krallık gibi pek çok ülke, IŞİD’e katılıp şu sıralarda kamplarda ya da cezaevlerinde tutulan kişilerin kendi topraklarına dönmesini engellemeye çalışıyor. Türkiye ise daha farklı bir strateji izliyor.

Türkiye, yurttaşı kadın ve çocukların iadesi için Irak’la süreç başlatmış durumda. Mayıs 2019’da Irak’tan aileleri IŞİD’li 188 çocuğun Türkiye’ye getirilmesiyle birlikte Irak’tan gelen çocukların sayısının 500’ü geçtiği tahmin ediliyor.  Ancak kadınlar için belirsizlik sürüyor. Irak’ta hüküm giyen kadınların Türkiye’ye getirilmesi için çabalar devam ediyor. Rojava yönetiminin kontrolündeki kamplarda tutulan kadınlar içinse durum daha da karmaşık. Türkiye ile Rojava yönetimi arasında temas olmadığı için girişimler diplomasi dışı yollarla sürüyor.

Türkiye’de IŞİD’e destek vermiş komünitelerin mensupları, Rojava yönetiminin oluşturduğu kamplarda tutulan kadınları Türkiye’ye getirebilmek için yıllardır bağış kampanyaları yürütüyor. 

Dr. Vera Mironova’ya göre, kamplardan kaçışlar çoğunlukla görevlilere rüşvet verilerek sağlanıyor. Kamplara belli aralıklarla gelip giden su tankerlerine saklanıp kaçmak bilinen yöntemlerin başında geliyor. Bir şekilde kamplardan çıkanlar ya kendi başlarına ya da kaçakçılar yardımıyla Türkiye kontrolündeki bölgelere veya İdlib’e ulaşmaya çalışıyor. Bu sürecin kritik aşamaları kaçakçılarca yürütüldüğü için kamplardan kaçmak için para gerekiyor. Kaçış operasyonları, kampta tutulan kişinin ailesi ya da IŞİD destekçileri tarafından toplanan paraların kaçakçılara gönderilmesiyle finanse ediliyor.

Türkiyeli birçok ailenin, erkek çocuklarının savaşırken ölmesi sonrası gelinlerini ya da kızlarını –çoğu zaman kadınların beraberindeki çocukları da– kaçakçılar aracılığıyla Türkiye’ye getirmeye çalıştığını, kendi görüşmelerimden biliyorum. Bu çabaların önemli kısmının başarılı olduğunu da görüyorum. Ancak resmi bir veri ya da açıklama olmadığı için IŞİD’e giden kadınların kaçının Türkiye’ye dönüş yaptığı ya da hangi yollardan döndüklerine dair kesin sayılar vermek mümkün değil.

Dolayısıyla IŞİD’den dönen kadınların ne kadarlık bir kısmının soruşturma geçirdiğini ya da yargılandığını belirlemek de zor. Ancak kadınların eşleri ya da ebeveynlerine itaat ederek IŞİD’e gittiği, IŞİD içindeyse önemli roller üstlenmediklerine ilişkin genel kabul gören yaklaşımın kadınlar hakkındaki soruşturma ve yargılama süreçlerine yansıdığı düşünülüyor.

Uluslararası Kriz Grubu raporunda bu önyargıdan, “Yalnızca eşlerinin peşinden gittikleri ve kendi iradeleriyle IŞİD’e katılmaya karar vermediklerine ilişkin yaygın kanı nedeniyle, yargısal süreçlerde IŞİD’le bağlantılı kadınlara ilişkin yaklaşım erkeklere kıyasla daha müsamahakâr” sözleriyle bahsediliyor.

İleri sürülen bu müsamahanın en çarpıcı örneği, Türkiye’de pek çok şiddet eyleminin faili olan Gaziantep Yapılanmasının önemli isimlerinden Mehmet Kadir Cebael’in eşi Fadile Cebael’in yargılanması sırasında ortaya çıktı. 20 Ağustos 2016 Gaziantep Saldırısı hakkındaki davanın sanıklarından biri olan Fadile Cebael’i beraat ettiren mahkeme gerekçeli kararında, “DEAŞ’ın kadınları üye olarak kabul etmediği. . . kadınların tek görevinin ev hanımlığı yapmak, çocuk yetiştirmek ve eşinin hizmetkârlığını yapmak olduğu hususları göz önüne alındığında sanığın atılı suçu işlediğine dair mahkememizde vicdani kanı oluşmadığından beraatı cihetine gidilmiştir” ifadelerini kullanıldı. 

Uluslararası Kriz Grubu araştırmacısı Nigar Göksal, IŞİD’e katılım söz konusu olduğunda, kadınların kocalarına itaat eden edilgen bireyler olduğu kanaatinin Türkiye’de hakim olduğunu söylüyor: “Az sayıda kadının pro-aktif olduğunu, kocalarını, ağabeylerini ikna ettiklerini, eylemlerde rol oynadıklarını biliyoruz. Kadınlarla ilgili bu varsayım sorunlu olabilir. Tersini de düşünmek lazım. ‘Kadınlar mağdur, psikososyal desteğe ihtiyaçları var’ diye düşünülüyor ama erkekler de mağdur olabilir ve psikososyal desteğe ihtiyaç duyabilir. Bazı erkekler de belki çok travma yaşadı IŞİD’de. Kadın ve erkek bambaşka programlara tabi olmalı diye düşünmemek gerekiyor.”

Türkiye’de IŞİD’e katılan kadınlar hakkındaki yaygın yaklaşımı basında görmek de mümkün. Sabah Gazetesinde 16 Ağustos 2020’de yayınlanan bu haber, “edilgen konum ve kandırılma, siyasal özne olmama” önyargılarının tipik bir örneği. “Ayla’nın yürek burkan hikâyesi” başlıklı haberde, Ayla adlı İstanbullu kadının eşinin tehditleri yüzünden IŞİD’e katıldığı, özgürlüğünden olup el-Hol Kampına götürülen kadının daha sonra kaçakçılar yardımıyla kamptan kaçıp Türkiye’ye ulaştığı anlatılıyor. IŞİD’den dönen kadın hakkında bir soruşturma ya da yargılama olup olmadığınaysa haberde değinilmiyor (Ekran görüntüsü: Sabah.com.tr)

Bir başka Uluslararası Kriz Grubu araştırmacı Berkay Mandıracı araştırmaları sırasında, Konyalı bir kadının polis memuru eşinden ‘tağut [Allah’ın kanunlarıyla hükmetmeyen] devlete hizmet ettiği’ gerekçesiyle ayrılıp IŞİD’e gittiğini işittiklerini anlatıyor.

Erkek bir araştırmacıysanız IŞİD destekçisi kadınlarla konuşabilmek çoğunlukla tesadüflere bağlı. Türkiye’de IŞİD’e destek veren kadınlarla, sadece eşleri ya da akrabaları olan erkeklerle olan görüşmelerimde, şans eseri karşılaştığımı söylemeliyim. Henüz IŞİD destekçisi Türkiyeli bir kadınla derinlikli bir görüşme gerçekleştirebilmiş değilim. Ama nadiren de olsa, IŞİD’e katılan kadınlara ilişkin tali kaynaklardan fikir edinmek mümkün. Türkiye’de IŞİD’e yönelik gerçekleştirilen telefon dinlemelerinde karşılaşılan en enteresan olaylardan birinde, muhtemelen Berkay Mandıracı’nın hikâyesini aktardığı aynı kadından bahsediliyordu.

IŞİD sınırlarının denetimini sağlayan isimlerden, Türkiye Sınır Emiri İlhami Balı Ocak 2015’te bir açmazla karşı karşıya kaldı. Bir kadın ve iki çocuğu Balı gözetiminde Kilis üzerinden IŞİD’e geçiş yapmış, daha sonra Balı’ya bağlı çalışan ve sınır geçişlerini sağlayan birçok şoför gözaltına alınmıştı. 

Gözaltıların sebebi çok geçmeden ortaya çıktı.

IŞİD’e giden kadının polis memuru olan eski eşi Gaziantep’teki güvenlik birimlerini harekete geçirmiş, polisler çocukların Türkiye’ye getirilmesi için Balı’ya baskı yapmaya başlamıştı. Bu olaydan, İlhami Balı ile IŞİD yanlısı Türkçe medyanın önemli isimlerinden Abdülkadir Polat arasında geçen, 5 Ocak 2015 tarihli telefon konuşması sayesinde haberdarız. O görüşmede Balı olayları şöyle özetliyordu:

“Bacı geldi buraya, iki tane çocuğunu getirdi. Bu bacının eşi polis. Bu bacı eşinden boşanmış, başka bir Müslüman ile evlenmiş. O polisten olma iki çocuğunu buraya getirdi. Buraya geldikten sonra o polis olan eşi Gaziantep’te bizi şikâyet ediyor ve şu an iki günden beri biz bir tane muhacir alamıyoruz abi. İstihbarat sürekli gözümüzün önünde. Dünden beri altı-yedi tane kardeşimizi aldılar. ‘Ya o iki çocuk gelir ya size adım attırmayız’ diyor. . . Çocuklar bizim yanımızda. Bacı da kaçmış, bu tarafa [Suriye’de IŞİD kontrolündeki bölgeye] gelmiş yani işte. . . İstihbarat bize haber gönderiyor. [Çocuklarını geri isteyen polis] Diyor, ‘O iki tane çocuğu gönderin yoksa size biz burada adım attırmayacağız.’” (Kaynak: Ankara 9. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından verilen 17/11/2014 tarih ve 2014/18 sayılı iletişimin tespiti, dinlenmesi ve kayda alınması kararı, Tape no: 2713847399)

Yani Türkiyeli kadınlar IŞİD’e sadece babalarının ya da kocalarının zorlamasıyla gitmedi.

Ama polis eşinden ayrılıp IŞİD’e giden kadını yine de istisna kabul edip daha geniş bir kitleyi değerlendirmeye alan International Center for the Study of Violent Extremism [Tur. Uluslararası Aşırıcı Şiddet Araştırmaları Merkezi, ICSVE] araştırmasına göz atalım.

ICSVE’nin IŞİD’e katılmış kişilerle yaptığı görüşmelerden 220 tanesi temel alınarak, Anne Speckhard ile Molly D. Ellenberg tarafından kaleme alınmış bir makale, IŞİD’e giden kadınlar hakkında dikkate değer veriler sunuyor.

220 mülakatın 38’i, IŞİD egemenliği altında yaşamış kadınlarla yapılmıştı.

Görüşülen 38 kadının (29’u yabancı, beşi Iraklı, dördü Suriyeli) yüzde 55.3’ü IŞİD’e katılmalarında eşleri ya da partnerlerinin, yüzde 15.8’i ise ebeveynlerinin etkisi olduğunu aktarıyor. Erkekler için bu oranlar çok daha düşük (Görüşülen erkekler katılımlarında en büyük etkiyi arkadaşları ya da IŞİD örgütleyicilerine ait olduğunu düşünüyor). Araştırma, babası tarafından ikna edilen ya da IŞİD’e katılmazsa evliliğinin bozulacağından korkan kadınların ifadelerini aktarıyor. Araştırmacılar geleneksel algıyı destekleyen bu veri ve anekdotlara karşın bir uyarıda bulunmayı da ihmal etmiyor.

Araştırmacılara göre görüşülen 38 kadından yalnızca üçü IŞİD egemenliğinde yaşamaya zorlanmıştı. Bu üç kadın, ideolojik olarak IŞİD’i desteklememişti. Oysa eşleri ya da ebeveynlerinin etkisiyle IŞİD’e katıldığını ileri süren diğer kadınların hepsi belli düzeylerde IŞİD’i benimsemiş ve kendi iradeleriyle hareket etmişlerdi. Speckhard ve Ellenberg, kadınları karar alma gücüne ya da siyasal bir ajandaya sahip olmayan, erkeklere bağımlı birer zombi gibi görmemek gerektiğini hatırlatarak, kadınların da erkekler kadar katılım motivasyonuna sahip olduğunu belirtiyor.

Doç. Dr. Başak Yavçan ve Dr. Öğretim Üyesi Gülriz Şen tarafından gerçekleştirilen Radikalleşmeyle Mücadelede Kadınların Rolübaşlıklı araştırma ise kadınlar hakkındaki edilgenlik yargısının radikalleşmeyle mücadeleyi de etkisizleştirebileceğini ileri sürüyor.

Araştırmacılardan Dr. Öğretim Üyesi Gülriz Şen görüşmemizde, kadınların eşleri ya da aileleri üzerinden değerlendirilmesinin sorunlu olduğunu belirtiyor. Türkiye’de kadınların erkekler kadar tehlikeli görülmediğini, IŞİD bağlantılı kadınların psikososyal destekle topluma kazandırılabileceği, erkeklerinse umutsuz suçlulara dönüştüğünün varsayıldığını aktaran Şen, farklı kadın profillerinden söz ediyor:

“Ekonomik bağımsızlığı olmayan kadınların, ailelerinin dağılmasını istemedikleri için, IŞİD’e giden eşlerini takip ettiği durumlar var. Çocuklarını Türkiye’de yetiştirmek istediği için gitmek istemeyen kadınlar da var. Ama eşlerine, ‘Kalk gidelim, hicret etmeliyiz. Burada dine uygun yaşamak mümkün değil’ diyen kadınlar da mevcut. Dini çevrelerde yetişmiş, kendi ideolojilerinden ötürü IŞİD’e katılan, hatta ailelerini de yanlarına almak isteyen kadınlar var. İdeolojik sebeplerle ortaya çıkan aşırıcılık kadınlarda oldukça güçlü. Yani kadınlar için öngörülen pasif algı doğru değil. Suriye ve Irak’taki kamplarda yapılan mülakatlarda, son ana kadar ideolojisine bağlı kalan, IŞİD’i savunan kadın profilleri var. İdeolojinin taşıyıcısı ve yeniden üreticisi konumunda kadınların etkin olduğunu görüyoruz. Yani kadın rollerinin yeniden tanımlanması gerekiyor.”

Kamplarda tutulan kadınlarla görüşmelerini sürdüren Dr. Vera Mironova ise katılım iradesi konusunun altını çiziyor: “Kamplardaki kadınların neredeyse yüzde 99’u kendi kararlarıyla IŞİD’e gitti. Konuştuğum kadınların hiçbiri kendilerini kurbanlaştırmaya çalışmıyor. Hata yaptıklarını, görüşlerinin değiştiğini söyleyenler de var, hâlâ IŞİD’i savunanlar da. Özellikle çocuklarını ülkelerine götürmek için pişmanlıklarını daha fazla ifade edenler var ama hepsi kendi kararlarını vererek IŞİD’e katıldıklarını ifade ediyor.”

IŞİD içinde kadına pasif roller: Mit mi gerçek mi?

Görüştüğüm araştırmacıların tümü, “IŞİD’e giden kadınlar eşlerini ya da ebeveynlerinin zorlamasıyla IŞİD’e katılmıştır” önermesini reddediyor. Bu önermeye uygun birçok örnek olsa bile, bu kanı kadının kendi politik ajandasına sahip olduğunu görmezden geliyor. Oysa Türkiye’den IŞİD’e katılan birçok kadın IŞİD’e ideolojik olarak da bağlıydı ve kimi kadınlar eşleriyle ya da aileleriyle ters düşmek pahasına IŞİD’e katılmışlardı.

Kadınlar hakkındaki yaygın inanışın ikinci kısmıysa IŞİD içinde üstlenilen rollere ilişkin.

Türkiye’deki STK’lar, yargı (IŞİD’in kadın üye kabul etmediğini ileri süren Fadile Cebael gerekçeli kararını hatırlayın) ve idare, kadınların IŞİD içinde kayda değer roller üstlenmediğini düşünüyor. Bu görüşü paylaşanlar, kadınların birer eş ya da birer anne olarak IŞİD’e gittiğine, IŞİD egemenliğindeki yaşam sırasında da bu rollerin ötesine geçmediğine inanıyor.

Peki, IŞİD’in kadınlara biçtiği roller her zaman edilgen miydi?

ICSVE’den Anne Speckhard’ın bu soruma verdiği yanıt, IŞİD egemenliğinde yaşamış birçok kadının gerçekten de edilgen roller üstlendiği fakat tüm kadınlara bu gözle bakılmasının önemli hatalara yol açacağı yönünde:

“IŞİD’den kaçmış, ülkesine dönmüş ya da hapsedilmiş 240 kişiyle görüştük ve aralarında kadınlar da vardı. Görüştüğüm kadınların çoğu eş ya da anne olmanın ötesine geçmediklerini iddia ediyordu. Ancak IŞİD’in el-Hizba yapılanmasında görev almış kadınlarla konuştuğum da oldu. Erkeklerin verdiği bilgiler kadınların kurye, casus, patlayıcı üreticisi olarak görev yaptığı, intihar yelekleri kuşandıkları ya da keskin nişancı eğitimi aldıkları yönündeydi. . . Görünüşe göre birçok kadın IŞİD egemenliğinde yaşarken gerçekten de pasif roller üstlenmişlerdi ama ülke yönetimleri kadınların ifadelerini dikkatle incelemeli, gerçekte hangi eylemlerde bulunduklarını anlamak için görgü tanıklıklarına başvurmalı. Pek çok kadın, gasp edilmiş evlerde yaşadı, bazıları insanları köleliğe zorlayıp kendilerine hizmet ettirdi.”

Kadının geleneksel rolleri yaklaşımını benimseyenler dayanaklarını cihat hareketinin geçmişinde buluyor. Fakat Irak el-Kaidesi ve IŞİD, bu gelenekte ciddi bir kırılmaya yol açtı.

Cihat hareketleri araştırmacısı Charlie Winter, koşullar emrettiğinde kadınların da muharebeye katılarak cihat edebileceklerine dair genel bir kabul olsa da IŞİD’e kadarki yapıların kadınları savaş sahasına sürmekten imtina ettiğini belirtiyor. Kadın intihar eylemcilerine rastlanan Irak el-Kaidesi, buna istisna oluşturuyordu.

IŞİD toprak üzerinde egemenlik kurup güç kazandığı ilk dönemde, öncülü Irak el-Kaidesi’nin aksine, genel teamüllere uymayı tercih ederek, kadının asli konumunun eş ve anne olduğunu kabul etti. Cihat geleneğinde bu rol temel olarak cihat eden erkeğe bu uğraşında destek veren bir eş ya da mücahit erkekler doğurup yetiştiren bir anne demek oluyordu. Kadınlar, savaşta ölen kocalarının ardından yeniden evlenmeye, mücahitlere desteği sürdürüp yeni çocuklar doğurmaya da açık olmalıydılar.

IŞİD’e bağlı Dabiq dergisinin Şubat 2015 tarihli yedinci sayısında, Ocak 2015 Paris Saldırılarını düzenleyen isimlerden Amedy Coulibaly’nin, derginin yayınlandığı sırada Suriye’ye ulaşmış olan eşi Hayat Boumeddiene’le gerçekleştirilmiş bir mülakat yer aldı. Boumeddiene kendisine yöneltilen, “Müslüman bacılara mesajınız nedir?” sorusuna, “Kız kardeşlerim. Kocalarınız, erkek kardeşleriniz, babalarınız ve oğullarınız için birer destek ve güvenlik kaynağı olun. Sizde rahatlık ve huzur bulsunlar. Onların işlerini zorlaştırmayın. Her şeyi onlar için kolay hale getirin” cevabını veriyordu.

Türkiye üzerinden Suriye’ye geçen Hayat Boumeddiene, 2 Ocak 2015’te Sabiha Gökçen Havalimanında görüntülenmişti (Fotoğraf: İHA)

Ocak 2015 Paris Saldırıları sonrasında hızla IŞİD’in önemli kadın figürlerinden biri haline gelen Boumeddiene’in bu açıklamaları, tam da IŞİD’in o dönem kadınlara biçtiği konumu özetliyordu.

Aynı dönemde IŞİD’in sadece kadınlardan oluşan birimi el-Khansa Tugayı da bir bildiri yayınladı ve IŞİD egemenliğindeki kadın yaşamının sınırlarını belirginleştirdi. Bildiride kadınların hangi yaşlar arasında eğitim alabilecekleri, hangi durumlarda evden ayrılabilecekleri ayrıntılarıyla ele alınıyor, Batı feminizmi eleştirilirken IŞİD toplumunda toplumu ayakta tutanın kadın olduğu vurgulanıyordu. Kadın bu işlevini sadece biraz görünmez ve geri planda yapıyordu.

Buna karşın el-Khansa Tugayı’nın kendisi, IŞİD içindeki en etkin kadın hisba gruplarından biriydi. Çoğu yabancı kadınlardan oluşan el-Khansa Tugayı mensupları kadınların kamusal hayata katılımının belirlenmiş sınırları aşmadığından emin oluyor, yani ahlak polisliği yapıyordu. Grup mensubu kadınlar silah taşıyabiliyor ya da araç kullanabiliyordu. Grubun kendi hacker’ları da vardı.

el-Khansa Tugaylarının bu faaliyetleri Rakka ve Musul’da yürüttüğü biliniyor ama IŞİD içindeki günlük hayata dair bu ayrıntılar az sayıdaki görgü tanığı anlatımlarına dayandığı için grubun sürekliliği ya da etkinliği hakkında kesin yargılara varmak zor. Kimileri el-Khansa Tugaylarını bir kamuoyu kampanyası olarak görüyor ve bu grubun somut bir etkinliğe ulaşmadığını savunuyor. Ancak öyleydiyse bile, kamusal hayata IŞİD egemenliğinde yaşayan sıradan kadınlara kıyasla daha çeşitli roller üstlenerek katılabilen bir kadın organizasyonunun dahi kadınların görünmez olması gerektiğini savunması dikkate değer.

Savaş sathında IŞİD aleyhindeki gelişmeler 2017’ye gelindiğinde bu anlayışı değiştirdi.

Temmuz 2017’de Musul’da ortaya çıkan bir fotoğraf, kucağında bebek taşıyan IŞİD destekçisi bir kadının sağ elinde de el yapımı bir patlayıcının ateşleme düzeneğini tuttuğunu gösteriyordu (Fotoğraf: The Telegraph)

2017’de bilhassa Musul’daki çatışmaların IŞİD aleyhine dönmesi –verilen kayıplar ve o dönem IŞİD’e katılımların da azalmış olması– kadın intihar eylemcilerinin ortaya çıkmasına yol açtı.

IŞİD’in resmi yayınlarından Rumiyah’nın Temmuz 2017’de yayınlanan 11’inci sayısındaki bir makale, sahadaki bu dönüşümün tesadüf olmadığını gösterdi. Makalede kadınların, tıpkı Peygamber dönemindeki kadınlar gibi cesaretle ayağa kalkması ve fedakarlıkta bulunması gerektiği belirtiliyordu. Makalenin kadınlara rol model olarak gösterdiği kişi ise Peygamber’in yanında savaşmış Ümmü Umâre’ydi.

Rumiyah’nın Temmuz 2017’de yayınlanan 11’inci sayısında kadınlara hitaben yazılan makalede, kadınlardan fedakârlık isteniyor, Peygamberin yanında savaşan kadın sahabe Ümmü Umâre’yi örnek almaları söyleniyordu.

Temmuz 2017’de Rumiyah’da yayınlanan makalenin kadınlara silahlanma çağrısı anlamına gelmediğini savunanlar, kadın intihar eylemcilerinin birer mit olduğu iddia etse de tartışmanın diğer kanadındakiler IŞİD’in Ebu Musab el-Zerkavi ve Irak el-Kaidesi’nin çizgisini izlediğini öne sürüyor.

Fakat son yıllarda kadınların başrolü üstlendiği saldırı girişimleri ikinci kanadın iddialarını güçlendiriyor.

International Centre for the Study of Radicalization [Tur. Uluslararası Radikalleşme Çalışmaları Merkezi, ICSR] tarafından hazırlanan Cezaevleri ve Terörizm Raporu kadınlar hakkında, “Katılımcı profilleri genişledi. 10 yıl önce kadınların cihat sahnesinde öncü rollerde oldukları duyulmamıştı –kadın katılımcılar çoğunlukla radikal kocalarının iradelerinin kurbanlarıolarak görülürdü– ancak son yıllarda Avrupa’da kadın propagandacılara, kendi başlarına IŞİD’e giden kadınlara, saldırı planlayan kadınlara rastlandı” değerlendirmesini yapıyor.

Raporda tüm planlayıcıların kadın olduğu dört saldırı girişimi hatırlatılıyor.

Girişimlerin ilkinin hedefinde, Paris’teki Notre Dame Katedrali vardı. Beş Fransız kadından oluşan hücre, Eylül 2016’da bir aracın içine yerleştirdikleri patlayıcıları ateşlemeyi başaramamışlar ve araçlarını terk ettikten sonra yakalandı.

2017 ve 2019’daki diğer üç saldırı planında hedef Londra’ydı. 18 yaşındaki Safaa Boular isimli Londralı kadın, internetten tanıştığı IŞİD örgütleyicisi Naweed Hussain’in desteğiyle, British Museum’a el bombası ve patlayıcılarla bir saldırı gerçekleştirmeyi planlamış, Hussain’in ölümünün ardından Boular planlarından kimliğini gizlemiş bir MI5 üyesine bahsedince girişim önlenmişti. Safaaa Boular’ın yakalanmasının ardından Safaa’nın ablası Rizlaaine Boular, annesi ve bir arkadaşları Westminster çevresinde bıçaklar kullanarak gerçekleştirecekleri bir eylem planladı. Grup saldırıyı gerçekleştiremeden yakalandı (Sürekli Londra’da gerçekleşen bu girişimlerde, MI5’ın gizli görev yapan görevlilerinin, temas kurdukları saldırı planlayıcılarını cesaretlendirmesinin de payı varmış gibi gözüküyor).

Son olarak, 2019’da Safiyya Shaikh’in Londra’daki St. Paul Katedraline düzenlemeyi planladığı saldırı güvenlik birimlerince önlendi.

IŞİD’e katılan kadınlar konusunda bundan sonra ne yapmalı?

Son yıllardaki dönüşüm, kadınların katılıma zorlandığı ve pasif roller üstlendiği inanışına kuşkuyla bakılması gerektiğini gösteriyor.

SDG’nin kontrolündeki kamplarda birkaç yüz Türkiyeli kadın bulunuyor, 400 civarında Türkiyeli kadın ise Irak’ta tutuklu. Bu kadınların tümünün, bir noktada Türkiye’ye dönmesi bekleniyor. Yani Türkiye’nin bu konudaki yaklaşımını vakit kaybetmeden revize etmesi gerekiyor.

Peki, ne yapmalı?

ICSVE’den Anne Speckhard, IŞİD’e giden her bir kadının önyargılardan arındırılmış bir şekilde, tek tek değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyor:

“Görüşümüz, tüm kadınların yargılanması, belirli süreler cezaevlerinde kalması ve gözlemlenmesi yönünde. Soruşturma ve yargı süreçleri devlete bir iyileştirme/tedavi sağlama imkânı veriyor. Hayal kırıklığına uğramış gibi gözükseler ya da tehlikeli olmadıkları düşünülse bile yakından izlenmeleri gerekiyor. Hayatlarına devam edebilmeleri için cezaevi içinde ve dışında nitelikli rehabilitasyon programlarına katılmaları lazım. İster kadın ister erkek olsun, her bir IŞİD hükümlüsü VERA-2 ya da diğer uygun değerlendirme araçları kullanılarak, ehil kişiler tarafından incelenmeli. Cezaevi gözlemleri kişilerin IŞİD’e hala bağlı olup olmadıklarını anlamak için iyi veri kaynakları, dolayısıyla cezaevi personelinin sağlayacağı bilgiler değerlendirmeye katılmalı. Hiçbirine körü körüne güvenmemeliyiz. IŞİD’in serbest kalan kişilerle tekrar iletişime geçtiğini de unutmamalıyız.”

Türkiye’den IŞİD’e gitmiş birçok erkeğin dönerken yakalandıklarındaki ilk ifadeleri çoğunlukla ya Türkiye tarafından desteklenen gruplar saflarında çarpıştıkları ya da insani yardım faaliyetlerine katılmak için Suriye’ye gittikleri yönündeydi. IŞİD’in mensuplarına örgütle olan bağlarını gizleme yollarını öğrettiği, Uluslararası Kriz Grubu araştırmacılarına göre, Türkiyeli yetkililer tarafından da biliniyor. Kriz Grubu araştırmacıları aynı şüpheci yaklaşımın, IŞİD’e katılmaya eşleri tarafından zorlandığını, IŞİD’de evlerinden çıkmadıklarını söyleyen kadınlara karşı da benimsenmesi gerektiğini söylüyor.

Doğru, tarihsel el-Kaide ağları erkek egemen bir yapıda. Ancak el-Zerkavi’nin başlattığı dönüşüm, zorda kaldığı dönemde IŞİD tarafından da uygulandı ve kadınlar geleneksel rollerin dışında misyonlar üstlendi. Avrupa’daki saldırı girişimleri, bu durumun geniş kabul görmüş olabileceğini düşündürüyor.

Radikalleşmeyle Mücadelede Kadınların Rolü araştırmasını gerçekleştiren isimlerden Dr. Öğretim Üyesi Gülriz Şen’in bir uyarısı daha var: “Son dönemde kadına yönelik şiddet vakalarındaki artışın ve kadın cinayetlerinin de gösterdiği üzere Türkiye’nin temel meselesi kadınların yaşam hakkına yönelik ciddi ihlaller. O yüzden, ‘Kadınlar tehlikelidir’ deyip kadınları daha da güçsüzleştirmemek lazım. Radikalleşme süreçlerinde kadınların önleyici rolleri üzerinde de durulmalı, daha fazla kadın bürokrasi ve sivil toplum örgütlerinde bu mücadelenin bir parçası olmalı.”

Gerçekten de toplumdaki erkek şiddetinin önlenemediği, İstanbul Sözleşmesi’nin tartışılır hale geldiği bir dönemde idarenin çok dikkatli hareket etmesi lazım.

Kadınlar kadın oldukları için değil, politik şiddete müdahil olmayı seçtikleri için etkin biçimde soruşturulmalı. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, IŞİD’den dönen kadın ve çocuklar konusunda sorumlu kurum olarak belirlenmiş durumda. Ancak Bakanlık kadın ve çocuklara sağladığı psikososyal destek mekanizmalarını IŞİD’den dönen erkeklere önermiyor. Kadın ve çocuklar için uygulanan programların niteliğini kestirebilmekse zor.

Bakanlık, kendilerine yönelttiğim sorulara yanıt vermedi. Birçok araştırmacı da Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığıyla IŞİD konusunda görüşme yapamadıklarını vurguluyor.

Türkiye’nin Ekim 2019’da başladığı Barış Pınarı Harekâtı kapsamındaki bombardımanlar, Kürt kaynaklarına göre, yüzlerce IŞİD’li kadın ve çocuğun tutuldukları kamplardan kaçmasını sağladı. Türkiye son dönemde Natalia Barkal’ın kaçırılması gibi hamlelerle kampları istikrarsızlaştırıyor ve kaçış girişimlerinin artmasına yol açıyor.

Ancak kadınlarla ilgili bütüncül bir politikası olmayan, halihazırdaki politikası çerçevesinde kadınları iradesiz ve etkisiz kabul eden Türkiye’nin bu hamleleri ülke içinde de güvenlik risklerine yol açabilir.