Ankara Hopa protestosu sonrasında tutuklananlar arasında ismi en bilinenlerden biri de Ömür Çağdaş Ersoy‘du. 31 Mayıs’taki protesto sonrasında gözaltına alınan, ilerleyen günlerde tutuklanan ve Sincan Cezaevi’ndeyken zorla saçları kesilen Çağdaş, arkadaşlarının kendine verdiği destekle basında sıkça gündeme geldi. Kimileri davaya ilişkin “saç” tartışmalarının fazlaca öne çıkmasından sıkıntı duydularsa da, Çağdaş’ın kesilen saçları bir anlamda davanın seyrini de değiştirdi. 15 kişinin evlerinden alınıp, destek için saç kestirmenin “eylemlerde tanınmak” için yapılmış bilinçli bir girişime dönüşmesi, kamuoyundaki adaletsizlik duygusunu kuvvetlendirdi.
Dora Göksal ile birlikte, geçtiğimiz hafta Çarşamba günü, yani 14 Aralık’ta Çağdaş’la bir görüşme yaptık. Olaylardan gözaltındaki işkenceye, tutukluluktan gelecekteki mücadelenin anahatlarına ilişkin Çağdaş’la yaptığımız söyleşiyi aşağıda bulacaksınız.
Halihazırda hangi davalardan yargılanıyorsun?
5 Ocak’taki Başkaldırıyoruz eyleminden yargılanıyorum. Bugün ikinci duruşması vardı. Biz tutuklu gelmiştik ona. Bir de ODTÜ’deki ulaşım eyleminden yargılanıyorum, ondan para cezası aldık. Ama henüz detaylı gerekçeyi görmedim. Yargıtay’a gitti, kararın bozulmasını bekliyoruz, biz beraat bekliyorduk. Dava açılan 6 kişiyiz, 4 kişi beraat etti. Ozan Gündoğdu ve ben ceza aldık 650’şer TL. Onun dışında süren 8-10 tane davam var zaten benim.
Bugün 5 Ocak ODTÜ Başkaldırıyoruz eyleminin davasının ikinci duruşması görüldü. Duruşmada neler oldu?
Bugunkü duruşmada ilk duruşmada ifade vermeyen sanıklar ifadelerini vermiş, ben katılmadım duruşmaya. Avukatım katıldı. O dava da ilerliyor, bakalım ne çıkacak, biz beraat bekliyoruz yine. Çünkü 2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’nun 32/4’üncü maddede şöyle diyor; polis eylemcinin kullandığı şiddetten fazla şiddet kullanırsa, 2911’e aykırılık oluşmuyor. Yüksek cezalar beklemiyoruz ama belli olmaz bu dönemde ne olacağı. Hopa Davası’nda tahliye olduk ama beraat havası oluştu. Terör maddeleri düşmedi, görevsizlik kararı reddedildi. Ama olumlu şeyler de oldu, polislerin uyguladığı darpa ilişkin soruşturmanın evrakları istendi. Muhtemelen birleşebilir. Bu dava kapsamında değerlendirilebilir, bunlar olumlu gelişmeler. Ceza alabiliriz buradan. 2 sene, 3 sene, 5 sene… 2 senenin üzeri infaz edilecek. Tutukluluk süresi mahsup edilecek. Yatar çıkarız…
31 Mayıs’ta Ankara’da neler yaşandı?
Hopa’da HES protestosu düzenleniyor, aynı gün ilçede AKP’nin mitingi var. Genel tavır, “Hopalılar Hopa’dan çıksın, Tayyip Erdoğan gelecek!” şeklinde. 15 Aralık’ta ODTÜ de öyleydi, “Öğrenci gelmesin bu taraflara, Tayyip Erdoğan gelecek!” Horon tepen bir insan topluluğuna polis çok sert müdahale ediyor. Emekli öğretmen Metin Lokumcu polis müdahalesiyle, dayakla, biber gazıyla öldürülüyor. Türkiye’nin her tarafında olduğu gibi Ankara’da da bir tepki oluşuyor ve AKP İl Başkanlığı bu tepkinin dile getirileceği adres olarak belirleniyor. AKP binasına yürüdük, çelenk bırakılmasına izin verilmemesi üzerine yaşanan arbede buralara kadar uzandı.
Ama gözaltı uygulaması olay yerinde gerçekleşmedi, değil mi?
Polis müdahalesiyle karşılaşınca dağıldık. Yolda Halkevleri MYK üyesi Dilşat Aktaş’ı gördüm. Dilşat panzerin üzerine çıktığı için polisler yakalayıp cezasını kesmek için onu arıyorlardı. Dilşat’ı teşhis edince 15’ten fazla çevik kuvvet bizi darp etmeye başladı. Yüzümüze gözümüze darbe almamak için kapandık. Amaçları bizi ya öldürmek
ya da sakat bırakmaktı. Orada Dilşat Aktaş’ın öldüğünü zannettiler, yürüyemedi, ayağa kalkamadı. Sonradan kalça kemiğinin kırıldığını öğrendim.
Bu şiddetin görüntüleri civardaki MOBESE’ler veya işyerleri kameraları tarafından tespit edilebildi mi?
Oradaki MOBESE kameralarının görüntüleri ortada yok. Kayıtlar istendi, soruşturma sürüyor. Avukatların talebi üzerine mahkeme de istemde bulundu.
Otobüste 6 saat İşkence
Gözaltı uygulamasından sonra otobüslere alındınız. Emniyete gidinceye kadar neler yaşandı?
Otobüslere konulduk. Ellerimizi arkadan plastik kelepçelerle tersten bağladılar. Ondan sonra dayak faslı başladı. Eylem saat 18:00’deydi. Saat 19:00 civarında otobüse alınmıştık. Otobüsler Kızılay’da göbekteydi. Gözaltı işlemi bitince Akköprü’ye Terörle Mücadele Şubesi’ne doğru hareket ettik. Otobüsten indirilidiğimiz saat 01:00’e kadar işkence devam etti.
Otobüsleri Kızılay’da gören görgü tanıklarının otobüslerin oldukları yerde yaylandığına, hareket ettiğine ilişkin ifadeleri var. Otobüslerin içinde neler oluyordu?
Diyelim ki birini gözaltına alıp otobüsten içeri soktular, aynı anda bütün polisler ayağa kalkıp ona dalıyorlardı. Onu iyice dövüyorlar, daha sonra yerine oturtuyorlar. Sonra da onun başında bekleyen polis kimse o dövmeye başlıyor. Kimi zaman hınçlanmış bir polis giriyor içeri, rastgele herkese tokat atmaya başlıyor.
Ozan Gündoğdu hastanedeyken gözaltına alındı, kafasında dikiş vardı ve doktorlar müşahade altında tutulması gerektiğini belirtmişlerdi. Gözaltı sırasında Ozan Gündoğdu’nun dikişleri patladı. Bir sürü insanda da belirgin darp izleri oluştu. Adli Tıp’ta hiç kimse “siz niye bu haldesiniz” diye sormadı mı?
Bir tek benim kafa röntgenimi çeken teknisyen sordu, “Çok mu dövdüler” diye. Ben de “çok dövdüler” dedim.
Avukatlarınız, üç kişi önce otobüslere girip gözaltı sürecine müdahil olmak istiyorlar. Başarılı olamayınca Ankara Barosu’ndan avukatlar geliyor. Onlar da otobüse giremeyince baro başkanı Metin Feyzioğlu olay yerine geliyor. Feyzioğlu’nun “İçeride üzerime çocuklardan kan sıçradı” gibi bir ifadesi var.
O muhtemel Ozan’dı. Kulak zarı patlayanlar vardı. Cinsel tacize uğrayanlar vardı, hala psikolojik tedavi görüyorlar. Elle, sözle tacize uğradılar, tecavüzle tehdit edildiler. Travmatik anlar yaşadı herkes. Eli bağlı halde dayak yerken bir yandan da tacize uğruyorsunuz. Ağır hakaretler işitiyorsunuz. Bu kötü bir şey ama, biz gözaltına alınmaya alıştık. Ufak miktarda dayağa da alıştık. Ama ben ilk defa bu kadar sert dayak yiyorum. 4 Aralık’ta İstanbul’da gözaltına alındığımızda da çok dayak yemiştik, ama bu kadar değildi. Bu olayda bir iki polisin fevri hareketleri söz konusu değildi. Kenan Kabak isimli, o dönemki Emniyet Müdür Yardımcısı’nın açık talimatı vardı. Polisler de bunu söylüyordu zaten, “Kenan amirimizin izni var, Kenan müdürümüzün elini öpmek lazım” diye konuşuyorlardı kendi aralarında.
Kenan Kabak daha sonra Samsun’a Emniyet Müdürü olarak görevlendirildi.
Terfi ettirildi. Amirleri geliyordu mesela, “Yüzünüzü göstermeyin, numaralarınızı sökmeyi unutmayın” diye talimatlar veriyordu. Herkes birbirine Ali, Ayşe gibi isimlerle hitap ediyordu. Ağabey, abla diye sesleniyorlardı birbirlerine. Otobüslerin de camları filmli olduğu için, içeride ne olup bittiği dışarıdan belli olmuyordu. İçeride kamera olmadığı için yaşananlar belgenemiyor da.
Peki Metin Feyzioğlu ve beraberindeki baro avukatları içeri girdikten sonra ne oldu?
Dayak bitti. Sonra bizi emniyete almaya başladılar. Feyzioğlu gelince gözaltına alınmış olan 3 avukat da serbest bırakıldı. Onlar da aynı muamelelere tabi tutuldu. Hiç ayrım yapmadılar, eşittik orada yani. İşkence edilen avukatlar “Ben avukatım” diyor, “Avukatsan avukatsın, ben de polisim” cevabını alıyorlar. Orada işin dozunu kaçırdılar, çok farkına varmadılar yaptıklarının.
Kenan Kabak’la ilgili şikayette bulundunuz mu?
Avukatlarımız yürütüyor. Soruşturuluyor, ama takipsizlik de verebilirler. Dilşat Aktaş’ın kalça kemiğinin kırılması da soruşturuluyor. Avukatlarım beni tanık göstermelerine rağmen herhangi bir yere ifade vermeye çağrılmadım.
Gözaltından sonra tutuklandınız.
O süreçten sonra biz terörle mücadele şubesine götürüldük. 48 saat gözaltı süresine vardı, 48 saat de savcılıktan ek süre alındı. Bir terör bağlantısı aradılar aradılar, bulamadılar. Hakim “Terör bağlantısı bulunamadı” dedi. Biz de terör suçlarından değil, kamu malına zarar vermek ve 2911’e muhalefetten tutuklandık. Hemen destek mektupları gelmeye başladı. Sonra bir baktık, iki hafta sonra televizyonda arkadaşlarımızın evlerine operasyon yapıldığını gördük. Onların da tutuklanmasını beklemiyorduk. Bir terör bağlantısı yoktu. Normalde hukukta delilden suçluya gidilir. Burada suçludan delile gidildi.
Dayanaksız terör suçlamaları
İddianamede, 31 Mayıs’taki protestoyla ilgili “Kamu düzenini bozmaya yönelik şiddet içerikli eylemler gerçekleştirecekleri bilgisine ulaşılmıştır” diyor. Bu kanaate nasıl ulaşıldı?
İddianamede belli internet siteleri kaynak gösterilmiş. Bu sitelerin çeşitli terör örgütlerinin güdümünde yayın yaptıklarını belirtmiş. Bunun yasal dayanakları yok, tamamen emniyetin değerlendirmesi. Terör örgütlerinin bu eylemi provoke edecekleri bilgisini aldılarsa niye polis bize yol gösterdi? AKP İl Başkanlığı’na kadar polis bize yürüyüş koridoru sağladı. Hangi güzergahtan gideceğimizi gösterdi. Polis fezlekesi olduğu gibi iddianameye dönüşmüş, savcı dört sayfalık bir hukuki değerlendirmede bulunmuş, o kısım da diğer terör davalarından alınmış zaten.
İddianamede senin için “tanınmamak için mavi atkıyla yüzünü kapattığı tespit edildi” ifadesi yer alıyor.
“Mavi atkı” dediği şey tanınmamak için değil, polisin sıktığı biber gazından korunmak içindi. Aynı gün biber gazından bir insan ölmüş, bize hala biber gazı sıkıyorlar. Ne yapmalıydık? Benim saçlarım son derece karakteristik zaten. Tanınmamak istesem saçlarımı kapatmam lazım zaten. Art niyetli bir değerlendirme var burada.
Devamında da Meryem Gökçe ve birkaç farklı polisi yaraladığın iddia ediliyor. Meryem Gökçe daha sonra seni teşhis etmiş. Meryem Gökçe’yi tanır mısın, hiç gördün mü? Seni nasıl teşhis etti?
Herhangi bir yüzleşme olmadı, fotoğraftan teşhis etmiş. Diğerleri ise doğrudan benim ismimi söylemişler, “Ben tanıyorum, bu yaptı” demişler. Tahminim şu, biz gözaltına alındığımız için bizim ismimizi verdiler. Bizi ismen de tanıyorlar zaten, basın açıklamalarından adımızı ezberlemişler. Ben onları tanımıyorum ama onlar beni tanıyor. Bu fişleme aslında. Aslında ismimi bilse bile bilmemesi gerekiyor. Kim ki beni biliyor? Bu adamlar taciz etmek için sokakta bana adımla sesleniyorlar. Burada da böyle ifade veriyor, bizi tutuklatmak için.
84 sayfalık iddianamenin 37 sayfasında evlerden ele geçirilen kitaplar “örgüt bağlantısına delil” olarak tanıtılıyor. Dava “saç davası” olarak anılıyor ama aslında “kitap davası.” Kitapçılardan alınabilen kitaplar biraraya getirilerek bir iddianameye dönüşmüş. Terör davası için başka dayanak bulunamadı mı?
“Örgütsel doküman” aradılar. Örgütten gelen bir talimat arıyorlar mesela. Basın açıklaması, bildiri gibi şeyler. Ama zaten bunlar kamuoyuyla paylaşılan şeyler. Basın açıklamasını zaten ben basınla paylaşıyorum. İllegal terör örgütü olsan örgütsel dökümanını basınla paylaşır mısın? Aynı evde kalan dört kişinin ev masraflarını kaydettikleri çizelge bile örgütsel doküman muamelesi görmüş. O bastıkları evlerde yüzlerce, binlerce kitap var. Bunun içinde Lenin’in de kitapları var, Feuerbach’ın da kitapları var. Kaldı ki, biz zaten muhalif, sosyalist kişileriz. Lenin okumamızdan, Sartre okumamızdan, Politzer’i okumamızdan doğal bir şey yok. Bu yayınlar yasak değil. Yasaklama kararı olanlar da hep 1980 öncesinde sıkıyönetim mahkemelerinde veya sonrasında DGM’ler tarafından alınan kararlarla yasaklanan, üzerine çokça aflar çıkan yayınlar. Bizi yargılayan mahkemenin de bunlardan çok farkı yok. Özel Yetkili Mahkemeler, DGM’lerin devamıdır.
Bir de şöyle bir durum var, herhangi bir örgüt mensubu kendi örgütünü terör örgütü olarak nitelemez zaten. Devletin “terör örgütü” olarak kabul ettiği bir örgüt mensubu dahi, “ben terör örgütü mensubuyum” demez. Çünkü o terör örgütü değildir. Bu iddia biraz amatörce olmuş sanki.
Burada art niyet var. Biraz daha abartıp evimdeki Hitler’in Kavgam kitabından dolayı bana neonazi örgüt üyesi suçlamasında da bulunabilir. Bu teknikle bu da mümkün.
Sizin davanızdan bir gün önce Halkevleri için kapatma davası açıldı. Sizin davanın iddianamesinde Halkevleri’nin tarihi anlatılıyor, çalışma yöntemleri, uzun uzun anlatılıyor. Buna ek olarak, Halkevleri’nin bir terör örgütünün uzantısı olarak faaliyet gösterdiği de belirtilmiş. Aynı ifadeler Öğrenci Kolektifleri için de mevcut. Benzer bir hamlenin, baskının Kolektifler için de geleceğini düşünüyor musunuz?
Geldi zaten bu davayla beraber. Daha önce Samsun’da benzer bir operasyonla aynı yaftayı vurmaya çalışmışlardı. İzmit’te de sanırım benzer iddialarla bir dava açılacak. Halkevleri’yle birlikte hedef olarak seçilmişiz gibi gözüküyor. Görünür olarak muhalefet edenler itibarsızlaştırılmak isteniyor. Biz ne yapıyorsak onu yapmaya devam edeceğiz. Kesinleşmiş yargı kararları yok, bunlar Emniyet’in değerlendirmeleri. Hukukçu kimliğiyle hareket etmek zorunda olan savcıların, yalnızca polislerin kanaatlerini olduğu gibi iddianamelere dönüştürmeleri acı. Polis bizi dövdüğü zaman kime şikayet edeceğiz?
Emniyet çeşitli internet siteleri ve kitle örgütlerini, kendi değerlendirmelerinde çeşitli terör örgütleriyle ilişkilendiriyor. Sizin bu terör örgütleriyle olan ilişkinize dair maddi bulgular mevcut mu? Bunlar ayrı ayrı ortaya atılabilir ancak iddiaları bağlayacak bir köprü lazım. Sizin emir aldığınız birileri var mı? Örgüt şeması mevcut mu? Kısacası, siz bu örgütün neresindesiniz?
Terörle Mücadele Kanunu değiştikten sonra, çok daha yoruma açık bir hale geldi. Yasal bir örgütün, bir terör örgütünün uzantısı olduğu değerlendirmesi yapılıyor. Yasal örgütün yaptığı bir olayda arbede çıktığında, bu olay terör örgütünün faaliyeti olarak değerlendiriliyor. Eylem listesi çıkarılıyor; ulaşım zammı protestosu, torba yasa protestosu, 5 Ocak 2011 ODTÜ Başkaldırıyoruz eylemi, Burhan Kuzu’ya yumurta atılması, ODTÜ’de kart basmadan otobüse binilmesi gibi…
İddianamede bunlar ek klasörde yer alıyor, ama davanın kendisi bu eylemler yüzünden açılmış değil. Duruşmada bu noktaya nasıl gelindi?
Duruşmada bunlarla ilgili soru sorulmadı bizlere. Tamamen Hopa olaylarıyla ilgili sorularla karşılaştık. “Eyleme katıldın mı”, “evet katıldım”. “Örgüt talimatıyla mı katıldın”, “hayır KESK’in çağrısıyla katıldım”. “Şu sen misin, polise taş attın mı?” gibi sorular vardı. Terör kapsamında sorulabilecek bir soru yok ortada, niye bu mahkeme bakıyor davaya? Avuklatların başta verdiği görevsizlik istemi de o yöndeydi. Mahkeme reddetti ama yine Hopa eylemiyle alakalı sorular sordular.
Savcı, “Bunların hepsi, yasadışı örgütün ortalığı karıştırın talimatıyla yapılmış eylemlerdir” diyor. Biz de yasal uzantının içinde bu talimatlar doğrultusunda faaliyet gösteriyormuşuz. Gidip orayı burayı yıkıyormuşuz. Kaos yaratmakmış derdimiz. Bu sayede devleti yıkmak için terör eylemi olarak planlamışız bunları. ODTÜ’de otobüslerde kart basmamışız, bu bir terör eylemiymiş. 5 Ocak’ta AKP Genel Merkezi’ne yürümek istememiz bir terör eylemiymiş. 15 Aralık’ta Tayyip Erdoğan’ı protesto etmemiz bir terör eylemiymiş. Hatta Ege Mahallesi duraklarında otobüs bekleyenler üşümesin diye ısıtıcı kurmamız da terör eylemiymiş. “Bunlar sürekli ve çeşitli eylemler yapıyor” diyor, “Hem ulaşım zamlarını protesto ediyor, hem harçları protesto ediyor, hem yumurta atıyor. Niye her şeye bunlar muhalif” diyor. Zaten muhalif kimliğimizden ötürü yargılanıyoruz, bu gizlenmiyor. Bizim eylemlerimizde atılan çeşitli sloganların terör örgütleri tarafından atıldığı, söyleniyor. Olabilir, terör örgütü “Yaşasın barış” dese biz diyemeyecek miyiz? Bağlantılar böyle. “Örgüt güdümündeki internet siteleri haber yaptı” diyor. Kardeşim, Doğan Haber Ajansı da haber yaptı. Onlar da mı örgüt güdümünde?
Tutukluluğum sırasında bir savcıya başka bir soruşturmayla ilgili ifade vermeye gittim. Savcı beni yanımda askerlerle tek başıma görünce “Sen niye tutuklusun” diye sordu. “Hopa olaylarından” dedim. “Allah allah, sizi bırakmadılar mı, niye tutuyorlar” dedi. “Örgüt üyeliğinden” dedim. Hangi örgüte mensup olduğumu sordu. “THKP/C Devrimci Yol Devrimci Gençlik’e üyeymişiz” dedim. “Devrimci Yol mu kaldı yahu” dedi, güldü. Ben de, “Duruyormuş demek ki” dedim. Trajikomik bir durum. Polis, savcı ve hakim benim illegal örgüt üyesi olmadığımı biliyor. Savcı benim örgüt üyesi olduğumu kanıtlamaya çaba dahi göstermiyor ama ben terör örgütü üyesi olmadığımı kanıtlamak zorunda bırakılıyorum. Bu zan altında kalmamı sağlayan eylemlerin hepsini yaptım zaten, ama bunlar terör faaliyeti değil! Bu bir hak arama mücadelesidir.
Gittik, hemen sordular “neden yatıyorsun” diye. “Bizim dava siyasi diyorum”, şaşırıyorlar tabi. Gerekçe terör. Bir yandan saygı duyuyorlar, iyi bir şey yapıp girmişiz. Bir yandan da “boşu boşuna yatıyorsunuz, hiçbir şeyi değiştiremezsiniz” diyorlar. Ama bizimle vakit geçirdikten sonra görüşleri değişiyor. Üniversite öğrencisisin, insanların sorunlarına yardım ediyorsun, paylaşmayı seviyorsun, sonuçta solcusun. Seviyorlardı beni, yaşça küçük olmamın da etkisi var. Seviyorlardı, koruyup kolluyorlardı. Ben umutlu değildim tahliyeden, ama onlar çok umutluydu, “ortada bir şey yok ki, kesin çıkarsın” diyorlardı. Biz duruşmaya çıkarken bütün arkadaşlar umutsuzdu. En iyi ihtimalle 4-5 kişinin tutukluluğu devam eder diye düşünüyorduk. Toplu tahliyeyi çok az kişi bekliyordu. 1,5-2 sene yatarız daha diye düşünüyorduk.
“Cezaevlerİnde yer yok”
Geçtiğimiz günlerde Adalet Bakanlığı’nın bütçe görüşmeleri sırasında konuşan Ertuğrul Kürkçü, “10 yılda Türkiye’nin nüfusu sadece yüzde 4,2 artarken, cezaevi nüfusu yüzde 250 arttı” diyordu. Cezaevindekiler uzun tutukluluk süreleri hakkında ne düşünüyorlar? Hüküm giymediği halde cezaevinde yatan bir tek siz değilsiniz ne de olsa.
Cezaevlerinde yer yok. Kimi cezaevlerinde nöbetleşe uyuyorlar, çünkü yatak yok. Bizde de 21 kişilikti koğuş ama 25 kişi kalıyorduk. 4 kişi merdivenin altında uyuyordu. Bizim koğuşun yarıdan fazlası tutukluydu. 2,5 yıldır tutuklu olan vardı, 1 yıldır tutuklu olan da vardı. 10’uncu duruşmaya geliniyor, hala tutuklu. Özel yetkili mahkemede yargılananların özellikle uzun sürüyor tutuklulukları. Asliye cezada 1 sene sınır var, gerektiğinde 1,5 seneye çıkartılıyor ama özel yetkilide 2 sene sınır. 3 sene uzatılabiliyor, 5 seneye kadar çıkıyor. Devlete karşı suç olduğu zaman, yani bizimki gibi, 10 seneye kadar yolu var bu işin. Hakimler de kolay kolay bırakmıyorlar. Özellikle 11. Ağır Ceza Mahkemesi Hasan Şatır döneminde (önceki mahkeme başkanı) mümkün değil tahliye vermiyor. İçeri giren çıkamıyor bir daha. Üç sene boyunca tutuklu kalıp iki sene ceza alan biri vardı. 2 sene ceza alan zaten 1,5 sene yatacak. Üç sene yattı. 1,5 senesinin hesabını kimse veremez.
Deniz Feneri tahliyesi olduğunda koğuştaki herkes isyan etti. “Bizim tutukluğumuz cezaya dönüşmedi mi?” diyorlar. Bartınlı balıkçı Nadir Ağabey vardı, yapmadığı bir şey yüzünden tutuklanmış. Israrla her mahkemede kanıtlıyor suçsuzluğunu ama hakimde suçlu olduğuna dair bir kanaat var, “kuvvetli suç şüphesi” diyor, onu da açıklamıyor. Yatıyor 2,5 senedir. Muazzam acılar çekiyorlar, hem kendisi hem ailesi.
Cezaevi yönetiminin ve çalışanların siyasi tutuklulara karşı bir tavrı var mıydı?
Sincan Cezaevi L-2’nin tek siyasi tutuklusu bendim. Terör maddesi olanları normalde tutamıyorlar, F tipine göndermeleri gerekiyor. Adliye’den gelen ilk bildirimde terör maddesi olmadığı için, sonra da kağıt gelmediği için bizi orada tutmak zorunda kaldılar. Bizi istemiyorlardı, F tipine göndermek istiyorlardı. “Burada kalmasın, milleti yoldan çıkarır” diye. Hatta L-1’deki Göksel Ilgın’ı diğerlerinden ayrı kalsın diye 15 gün tek kişilik hücrede tuttular. Avukatları devreye girmek zorunda kaldı. Gardiyanların bir kısmı bizim için üzülüyordu, bir kısmı da “ne işiniz vardı, hakediyorsunuz” diyorlardı.
Bu dava ne saç davası ne de yumurta davası. Bu dava, sokakta muhalefet davası. Eğer biz bu davadan ceza alırsak bir daha kimse sokakta protesto gösterisi yapamaz anlamına gelir. Bu dava emsal olur. Tamamı protestodan ve kitaptan oluşan başka dava yok. Daha şimdiden gözdağı oldu. İnsanlar daha önce eyleme giderken bir gün gözaltında tutulmayı, biraz dayak yemeyi göze alarak gidiyorlardı. Şimdi altı ayı gözden çıkarmaları gerekecek, kamuoyu baskısı olmazsa 1,5-2 seneyi. Her şey hakimin iki dudağının arasına bakıyor.
Yine Ertuğrul Kürkçü 10 Aralık’taki konuşmasında, “Bugün Türkiye’de aslında yargının alanı mahkemeler olmaktan çıkmıştır. Yargı, medyada başlamakta ve medyada bitmektedir. Savunma da sokakta yapılmaktadır” diye konuşuyor. Sizinki de öyle oldu, sizin savunmanızı da sokak üstlenmiş oldu. Şimdi siz de başkalarının savunmalarını üstlenecek misiniz?
Adliye önündeki kalabalık, milletvekilleri, akademisyenler saçlarını kestirmiş olmasa, köşe yazarları, gazeteciler çabalamamış, ailelerimiz çırpınmış olmasa biz dışarı çıkamazdık. Cihan Kırmızıgül gibi yüzlerce öğrenci var. Cihan’a desteğe gideceğiz. Çünkü biz onun çektiği acıyı biliyoruz. Büşra Ersanlı Hoca içeride. Ahmet Şık, Nedim Şener içeride. Muhalif olan bütün kesimler biraraya geldiğinde, CHP ve BDP biraraya gelebildiğinde, milletvekilleri akademisyenlerle, ailelerimizi arkadaşlarımızla birlikte olduğunda kazanımlar elde edebiliyoruz. Ailelerimiz arkadaşlarımıza, “Sizin yüzünüzden tutuklandı bizim çocuklarımız” demiş olsaydı biz çıkamazdık. CHP’liler, “Ben BDP’lilerle biraraya gelmem deseydi” çıkamazdık. Ya da BDP’liler “Bizim meselemiz değil bu, siz de KCK eylemlerine gelmediniz” dese de çıkamazdık. Siyasi anlayışınızla örtüşmeyebilir ama KCK tutuklamaları, Ergenekon yargılamaları da hukuksuz. Tutuklu öğrenciler için kurulan dayanışma her hukuksuzluk karşısında yinelenmeli. Tüm önyargıları bir yana koyup, hukuksuzluğa karşı ortak bir cephe örmemiz gerekiyor. Vicdani bir barikat oluşturmamız gerekiyor. Bu davalar hukuki davalar değil, siyasi davalar. Siyasi davanın savunması da siyasi olacaktır. Hukuku ve vicdanı yeniden tesis etme mücadelesi bu. Ben uzun zaman sonra solcuların sevinçten ağladığını gördüm. Bunu sağlayabilen de kamuoyu vicdanı. Köşe yazarları, gazeteciler, aileler, avukatlar, adliyenin dışında bekleyen herkes, “Çıkarttık çocukları” diyorlar.
Yargının da içinde umarım bir insanlık kırıntısı vardır, “Biz de biraz abartmışız galiba, bu kadar da olmazmış” demişlerdir umarım bu kadar yoğun tepki üzerine. Normal şartlarda bir araya gelmeyecek insanların bir araya gelebileceği bir durum yarattık. Ailem arasında AKP destekçisi olmasına rağmen adliyenin önüne gelip slogan atanlar vardı. Bu olaylar ve davanın kendisi AKP’ye ters yazdı.
“Yerelde yaşamı savunan halkla bütünleştik”
Size teşekkür etmesi gereken bir başka kesim daha var. Her ne kadar siz 6,5 ay hüküm olmadan hapis yattıysanız da, yerelde yaşam hakkını savunanlar, köyünün uluslararası tekellere gitmesini engelleyen vatandaşların davası gündeme geldi.
Başından beri özellikle Karadeniz bölgesinden bize çok sayıda destek mektupları geldi. Hopa’da yaşanan olaylardan ötürü hala 7 kişi tutuklu ve ortada henüz iddianame de yok. Hapishanedeyken televizyondan Tortum’da olanları izledim, teyzelerin coplanması çok çirkin bir görüntüydü. Vicdanım sızladı. Bütün köylüler sabıkalı, aranıyor, birbirleriyle konuşmaları yasaklanıyor. Halk kriminalize ediliyor. Çok doğal bir şey değil mi bu mücadele? Buradan dere akıyor, bu dere benim tarlamı yeşertiyor. Bu dere güzel, burada doğa var. Sen bu doğayı katledeceksin. Burada ben yaşıyorum, sen yaşamıyorsun ki. Bu köydeki kimse istemiyor HES’i, ne yapmaya çalışıyorsun sen, işgalci misin? İnsanların topraklarını sahiplenmesinden daha doğal bir şey var mı? Danıştay durduruyor, yine devam ediliyor. Durdurma kararı veren hakim değiştiriliyor, sürülüyor. Bunlar çok tehlikeli. Demek ki hükümet doğa katliamı konusunda çok kararlı ve bütün araçları seferber ediyor. Aslında bu üçüncü dönem AKP iktidarında, AKP’yi sokakta durdurabilecek bir fırsat oluştuğunu düşünüyorum. Sokağa saldırmaları da bu yüzden.
Bu davayla birlikte Anadolu’daki yaşam hakkı direnişiyle öğrenci, gençlik muhalefeti arasında duygusal bir bağ oluştu.
Biz daha önce de onlara destek veriyorduk. Eylem yapacakları zaman yanlarında oluyorduk, ağırlıyorduk. Bundan sonrası için çok daha derin bir şey oldu tabi. Onların da çocukları tutuklu, bize “Siz de bizim çocuklarımızsınız” diyorlar. Sen, ben bitti, “biz” olduk. Bu çok önemli bir birliktelik. Bizi bir arada tutan mücadeleyi devam ettirmek gerekiyor. Hem de çok geç olmadan. Yoksa dışarıda bunu sağlayacak insan kalmayabilir. Cezaevlerinden birbirimize mektup yazmak istemiyoruz. Cezaevleri dolduruluyor ama dışarısı da kocaman bir cezaevine dönmüş durumda. Herkes dinlendiğinden, izlendiğinden kuşkulanıyor. “Tayyip Erdoğan’ın gözü her yerde, bize her an bir şey yapabilir” korkusu mevcut.
Tahliyeler sonrasında sokakta gezerken veya telefonlarınla, internet üzerinden size yönelik bir taciz söz konusu mu?
Hiç tanımadığım insanlardan mektup aldım. Hiç tanımadığım insanlar bana sokakta sarıldı, “geçmiş olsun” diye telefonlar ettiler. Bir sürü insanla tanıştım. Mesele öyle bir hale geldi ki, belki de “biz ne yaptık, keşke atmasaydık bunları içeri” diye düşünüyorlardır.
En sonunda kapitalizmin krizi tüm dünyadaki insanları gerçek anlamda sokağa döktü. Dünyadaki eylemliliğin Türkiye’deki tezahürü de bir anlamda siz oldunuz. Türkiye’de son dönemde yaygın bir emek, işçi hareketi olmadı belki ama gençlik hareketi oldu. Dünyadaki hareketler arasında kendinizi nasıl konumlandırıyorsunuz?
Amerika’da ve dünyadaki dinamiklerle buradakiler birbirinden farklı. Ama öğrencilerin genel olarak tepkileri benzer. Hep kınanan şeyler yeni meta zincirlerinin oluşturulup piyasanın hayatın gittikçe daha çok alanında egemenlik kurması. Orta sınıf çözülerek yoksullaşıyor. Özellikle öğrencilerde önemli bir gelecek kaygısı var.
Boğaziçi Üniversitesi öğrencileri kampüslerindeki Starbucks’ı işgal etti. Kendilerine çeşitli eleştiriler getiriliyor, yaftalamalara maruz kalıyorlar. Siz de hem Türkiye gündemini hem de yerel gündemlere dair mücadeleler yapıyorsunuz.
Boğaziçi’ndeki eyleme eleştiriler gelecektir, bu bir başlangıçtır. İleride daha iyilerini de yapacaklardır. Biz kitlesel olmayan eylemlerimizle bile önemli kazanımlar elde ettik. Önceki sene yüzde 500’e varan harç zamlarını geri aldırdık. Ufak tefek kazanımlarımız elbette var, ODTÜ’de yurt zamları, kantin zamlarını engelledik. Kayıt paralarının kaldırılması için verilen mücadele başarılı oldu. Dikmen Vadisi’nin yaşam hakkı mücadelesi kazanıldı. Israrlı bir şekilde bir konuda muhalefet ettiğimiz takdirde kazanımlar elde ediyoruz. 22 kişiyi dışarı çıkarıyorsun, zamları geri çektiriyorsun. Bunlar önemli kazanımlar. Uzun zamandan sonra gerçekten topluca bir mutluluk yaşadık. Bu davanın gündeme gelmesiyle rutine binen tutuklamalarda da bir düşüş oldu. Cesaret verdi diğer insanlara. Biraz cesur biraz da umutlu olursak AKP’yi demokratik yollarla durdurabiliriz. Kimse yenilmez değil. DGM’ler de bazen halka boyun eğermiş, bunu gördük. Polis de bazen halktan çekinebilirmiş.