Justin Vela’nın yazısından sonra bu defa da Fareed Zakaria imzalı, Time dergisinin son sayısında yer alan yorum yazısının çevirisini yayınlanan. Görünüşe göre son tutuklamalar batının oldukça ilgisini çekmiş. Arap Baharı’nı da kapsayan yazı biraz dağınık olsa da, bölgedeki gelişmelerle Türkiye siyasetinin benzeştiği noktaları göstermesi adına önemli. Yazının aslına bu linkten erişebilirsiniz.


Ortadoğu’daki gerçek tehdit

Demokrasiyi tehlikeye atan İslamcı siyasal partiler değil, kudretli liderler.

Fareed Zakaria | 12 Ocak 2012

Türkçe’ye çeviren: Doğu Eroğlu

2011’in sonuna doğru, İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu parlamentoda tarihi bir konuşma yaptı. Neredeyse birinci yılını dolduran Arap Baharı hareketini değerlendiren Netanyahu, olayların gelişiminin, demokrasi yanlısı hareket hakkındaki şüphelerini doğruladığını belirtti. Böylelikle hareketin başarısızlıkla sonuçlandığını büyük bir kıvançla ilan etti. Netanyahu’ya göre, Arap Baharı Ortadoğu’yu “ileriye değil, geriye” götürüyordu.

Netanyahu Suriye yönetiminin, kendine yönelmiş protestolara karşı benimsediği tavrı ise onaylar gibi gözüküyor. Netanyahu, milyonlarca Mısırlı ülkenin meydanlarını doldurup demokrasi talep ettiği sıralarda da Hüsnü Mübarek’e destek vermiş, ABD yönetiminin Mübarek’in yanında yer alması gerektiğini ısrarla tekrarlamıştı. Öte yandan, Mısır’da Mübarek sonrası dönemin ilk parlamenter seçimlerinde İslami siyasete yakın partilerin elde ettiği kitlesel desteğin, Netanyahu’nun olumsuz değerlendirmelerine kaynak teşkil ettiğini söyleyebiliriz. Bu partiler şu ana dek ne insan haklarını ortadan kaldırmış, ne azınlıklara zulmetmiş, ne de kadın haklarını kısıtlayıcı tedbirler getirmiş durumdalar. Anayasal düzene sadık kalacaklarının sözünü verdiler. Tüm bunlar bir aldatmaca olabilir, bu partilerin göründüklerinden daha az özgürlükçü oldukları ortaya çıkabilir (kimileri için bu önerme kesinlikle doğrulanacaktır) fakat Netanyahu’nunkiler kadar peşin hükümlere varabilmek için ortada henüz yeterli veri yok.

Aslında, Ortadoğu’daki demokrasinin gelişimi yabana atılmayacak bir tehdit altında, lakin bu tehdit siyasi partilerden kaynaklanmıyor. Tehdidin kaynağı, iktidar partilerinin ve askeri yönetim liderlerinin sürdürdüğü otoriter tavırdan ileri geliyor. Siyasal İslam’la kafayı bozmuş olan bizlerse ortada duran gerçek tehlikeyi görmezden geliyoruz.

Mısır’ı düşünün. Netanyahu İslami eğilimli parlamenterlerden duyduğu endişeyi dile getirirken, Mısır ordusu ise hakimiyetini kuvvetlendirmekle meşguldü. İktidar, birkaç hafta önce, ülkedeki demokrasiyi, hukukun üstünlüğünü ve insan haklarını geliştirmekten başka gayesi olmayan 10 sivil toplum kuruluşuna operasyonlar düzenledi. Özgürlük Evi ve Uluslararası Cumhuriyetçi Enstitüsü gibi kuruluşların da aralarında olduğu bazıları, ABD’den mali destek almakla suçlandılar.

Mısır silahlı kuvvetleri, tutuklamalar, işkenceler, askeri yargılamalar ve bir korku ortamı yaratmak gibi  baskıcı rejimlere özgü yöntemleri uygulamalaya sokarak iktidarını sağlamlaştırdı. Irak’ta ise, ülkedeki ilk özgür demokratik seçimlerin altı yıl sonrasında, Başbakan Nuri El Maliki iktidara tutunabilmek için farklı yöntemler tercih etmeye başladı. Başka bir mezhebe ve siyasi partiye mensup olan kendi yardımcısı da dahil olmak üzere, önde gelen siyasetçileri tutuklattı, orduyu ve istihbarat kuruluşlarını merkezileştirerek kendi partisi Dawa mensuplarını hükümetin en kritik pozisyonlarına yerleştirdi. Pek çok Iraklı, Maliki’nin Washington yönetimiyle anlaşmaya yanaşmadığı için Amerikan askerlerinin ülkeden ayrılarak Maliki’yi başıboş bırakıldığını düşünüyor.

En karmaşık durum ise, demokratik seçimlerle göreve gelen Recep Tayyip Erdoğan başbakanlığındaki hükümetine karşı darbe planlamak suçlamasıyla tutuklanan 60 subaya, geçtiğimiz hafta eski genelkurmay başkanı General İlker Başbuğ’un da eklendiği Türkiye’de yaşanıyor. Bu tutuklamalar, Türkiye’nin seküler geleneğini bir yana bırakıp aşırı İslamcı bir yapıya bürünüşüne kanıt olarak gösteriliyor.

Başbakan Erdoğan söylemlerinde oldukça açık ve popülist bir ton takınmış durumda. Ancak laiklik karşıtı olduğuna ilişkin suçlamaları destekleyecek hiçbir eyleme de imza atmış değil, ne kanunları ne de uygulamaları değiştirdi. Hatta Erdoğan iktidarı, hiçbir hükümetin yapmadığı kadar ekonomik ve siyasi reforma imza attı. Erdoğan hükümeti döneminde Türkiye’deki Kürt azınlığa eşi görülmedik imtiyazlar sağlandı. Erdoğan’ın Adalet ve Kalkınma Partisi, ülkenin Avrupa Birliği’ne kabulü için, Türkiye’deki siyaseti Brüksel’deki bürokratlarca hazırlanan düzenlemelere uyumlu hale getirebilmek adına yüzlerce yasa değişikliği yaptı. Türkiye’deki silahlı kuvvetlerin ise şimdiye dek demokratik seçimlerle göreve gelmiş hükümetleri dört defa darbeyle devirdiğini hatırlatmak gerekiyor. Böylesi bir geçmiş, beşinci bir darbe girişimi ihtimalini çok da mantıksız olmadığını gösteriyor.

Türkiye’yi endişelendirmesi gereken şey siyasal İslam değil, halktan muazzam destek gören bir siyasetçinin otoriter eğilimleridir. Türkiye’de askeri rejimlerden arta kalan hukuk sistemi son derece otoriter bir yapıda (Bir insan hakları örgütü, cezaevlerinde tutukluların neredeyse yarısının hüküm giymemiş kişiler olduğunu belirtiyor). Üçüncü büyük seçim zaferini elde eden Erdoğan da, bu sistemi muhalif politikacılara, gazetecilere ve generallere eziyet etmek için kullanmaktan çekinmiyor.

Diğer bir deyişle, Ortadoğu’daki gerçek tehlike İslam kaynaklı bir yozlaşmadan ziyade, iktidarın gücünden ileri gelen bir yozlaşmadır. Daha şeffaf ve demokratik bir yönetim belki bir anda bütün dertlere deva olmayacaktır. Fakat daha bölgeye daha normal ve modern bir siyaset anlayışının yerleşmesine, popülizm ve demagoji yerine; hesap sorulabilir, gücünü diğer kuvvetlerle paylaşan bir iktidarın vücuda gelmesine, basının denetim görevini yapabilmesine imkan tanıyacaktır. Bu da Ortadoğu’yu ileriye taşıyacaktır, geriye değil.