“Niçin Amerika’nın en tepesindeki yüzde 1’lik kesim, tıpkı servetleri en yoksul yüzde 30’un tüm varlığına eşit olan altı Walmart varisi gibi, daha bencil olmuyor?”
Bu soruyu, bir zamanlar piyasa iktisadıyla son derece içli dışlı olan (Uzun süre Dünya Bankası’nda baş ekonomist olarak çalıştığını hatırlatalım) ancak deneyimleri ışığında görüşlerinde radikal değişiklikler yaşayan, Nobel Ödülü sahibi iktisatçı Joseph Stiglitz soruyor. “İşgal/Occupy” hareketinin terminolojiye kazandırdığı “yüzde 1” hitabıyla ABD’nin ve dünyanın refah seviyesi en yüksek şanslı azınlığına hitap eden Stiglitz, geçmişten ders almalarını öğütlüyor ve azınlıktaki bu grubun artan eşitsizliğin maliyetinin yüklenicilerinden biri olacağını hatırlatıyor.
Yüzde 1’in sorunu
Yazan: Joseph E. Stiglitz (Yazarın bu ay yayınlanacak “Eşitsizliğin Bedeli” isimli eserinden uyarlanmıştır)
Türkçe’ye çeviren: Doğu Eroğlu
İlkin temel bir aksiyomu belirterek başlayalım: Amerika’daki eşitsizlik yıllardır büyümeye devam ediyor. Bu gerçeğin hepimiz farkındayız. Evet, sağ kesimden bu gerçeği inkar edenler olsa da, siyasal skalanın her iki ucundaki ciddi araştırmacılar bu olguyu kabullenmiş durumda. Bu gerçekliğe işaret eden tüm delilleri teker teker değerlendirecek değilim; ancak, yıllık gelir gibi bir veriye bakıldığında ve birikmiş sermaye ile diğer varlıkların toplamını ifade eden “refah seviyesi” kalemleri incelendiğinde, yüzde 1 ile yüzde 99 arasındaki uçurumun büyüklüğü anlaşılacaktır. Walton Ailesi’ni ele alalım; Walmart imparatorluğunun 6 varisinin toplam serveti 90 milyar doları buluyor. Bu da, Amerikan toplumundaki en fakir yüzde 30’luk kesimin toplam mal varlığına tekabül ediyor (Gelir sıralamasının en altındaki pek çoğunun özvarlığı ya hiç ekonomik değer taşımıyor, ya da eksi değerlerle ifade ediliyor. Bu tabloda konut krizinin de büyük rolü var). Warren Buffett, “Son 20 yılda bir sınıf savaşı yaşanıyordu ve mensubu olduğum sınıf bu savaştan galip ayrıldı” derken meseleyi son derece isabetli bir biçimde değerlendirmiş oluyordu.
O halde eşitsizliğin artış gösterdiği konusunda hepimiz hemfikiriz. Süregelen asıl tartışma ise bu gerçekliğin kabulü hususunda değil, eşitsizlikteki yükselişin ifade ettikleri hakkında. Kimi zaman sağ kanattan, eşitsizliğin temelde iyi bir şey olduğuna ilişkin sesler yükseliyor; zenginlerin fayda sağladığı bir durumun nihayetinde tüm toplum için yararlı olacağını ileri sürüyorlar. Bu gibi iddialar gerçeği yansıtmıyor; zenginler servetlerine servet katarken, çoğu Amerikalı (yalnızca en yoksul toplumsal kesim değil) refahtaki bu artışa ayak uydurmak şöyle dursun, hayatlarını dahi idame ettiremez hale geliyor. Mesleği gereği tam zamanlı çalışan sıradan bir erkek işçi, hâlâ bundan 30 yıl önce eline geçen gelir kadar kazanıyor.
Artan eşitsizliğin sol kesimde yarattığı tepki ise çoğunlukla temel bir adalet talebinin dillendirilmesi biçiminde ortaya çıkıyor: Niçin çok küçük bir kesim bunca şeye sahipken geri kalanlar çok azla yetinmek zorunda kalıyor? Sebebini görmek zor değil, adaletin kendisinin bile alınıp satılabilir hâle geldiği piyasanın egemenliğindeki böylesi bir zamanda, solcuların ileri sürdüğü bu gibi argümanlar, içi boş bir hassasiyet gösterisinden öteye gitmiyor.
Hassasiyetlerinizi bir kenara bırakın. Kendilerinden başka kimsecikleri umursamasalar da, plütokratların eşitsizlik konusunda endişelenmelerini gerektiren haklı sebepler mevcut. Zenginler varlıklarını uzay boşluğunda sürdürmüyorlar, sahip oldukları konumları muhafaza edebilmeleri için etraflarında işlevlerini yerine getirebilen bir topluma ihtiyaçları var. Eşitsizliğin egemenliğindeki toplumlarda ekonomi işlerliğini yitirir, istikrarsız ve sürdürülemez bir hâl alır. Tarih boyunca ve çağımızda yaşananlar tek bir kuşku götürmez gerçeğe işaret eder; artan eşitsizlik tüm ekonomiyi işlevsiz kılan ve toplumu içine çeken bir sarmal haline geldiğinde, zenginler dâhi bu ağır bedeli ödemek zorunda kalırlar.
Birkaç örnekle meseleyi açıklamama izin verin.
Tüketim meselesi
Bir çıkar grubunun nüfuzu arttığı vakit, tüm topluma uzun vadede fayda sağlayacak politikalar yerine, bu grubun kısa dönemde daha da kuvvetlenmesine yol açacak politikalar güç kazanır. İş vergi politikalarına, regülasyona ve kamu yatırımlarına geldiğinde, Amerika’da olup biten de bundan ibarettir. Gelirin ve refahın belirli bir gruba yönlendirilmesinin sonucu, Amerikan ekonomisinin itici güçlerinden biri olan hanehalkı harcamaları değerlendirildiğinde anlaşılacaktır.
Farklı ekonomik seviyelerdeki Amerikalı bireylerin, gelirle doğru orantılı artan ilerici vergi politikalarının uygulamaya konması ve eşitsizlikteki azalamanın da etkisiyle, daha yüksek gelir seviyelerine eriştiği dönemlerin, ABD ekonomisinin en hızlı büyüdüğü süreçlerle kesişmesi tesadüf değildir. Benzer biçimde, günümüzdeki resesyon da –tıpkı Büyük Buhran döneminde olduğu gibi– eşitsizliğin önemli artış gösterdiği bir dönemin sonrasında çıkagelmiştir. Toplumun en üst katmanında fazla miktarda para biriktiği zamanlarda, önleyici tedbirler alınmadığı takdirde, ortalama Amerikalı’nın harcamaları düşer. Paranın, piramidin alt katmanlarından en yukarıya doğru hareket etmesi, tüketimi azaltır. Çünkü yüksek gelir grubundaki bireylerin gelirlerine oranla gerçekleştirdikleri tüketim, düşük gelir grubundakilere nazaran daha düşüktür.
Aslında bu durum varsayımlarımlarımızla pek de örtüşmez; zira toplumun zengin kesimlerince yapılan tüketim gözümüze çok daha fazla çarpar. Wall Street Journal’ın haftasonu ekinin arka sayfasındaki rengarenk emlâk ilanlarına bakarsanız ne demeye çalıştığımı anlarsınız. İlkin aklımıza yatmayan bu olgunun değerlendirmesini basit bir hesapla yapabiliriz. 2010’daki geliri 21,7 milyon doları bulan Mitt Romney gibi birini ele alalım. Romney ne kadar müsrif bir yaşam sürerse sürsün, ailesinin ve kendi ihtiyaçlarını idame ettirmek için bu paranın yalnızca küçük bir bölümünü harcayabilecektir. Peki bu geliri 43 bin 400 dolarlık maaşlar halinde beş yüz kişi arasında bölüştürsek ne olurdu? Muhtemelen bu kişiler gelirlerinin tamamını harcarlardı.
Aradaki ilişki açık ve kuşku götürmezdir: Bir ekonomideki para toplumun en üst kesiminde toplandıkça, toplam talep azalır. Böylesi bir durumda –denklemi bozan bir müdahale gerçekleşmediği takdirde– ekonomideki toplam talep, arz miktarının gerisinde kalacaktır; bu da artan işsizlik anlamına gelir. Böylelikle toplam talep miktarı bir kademe daha düşer. 1990’lı yıllarda “denklemi bozan müdahale” teknoloji köpüğü olarak ortaya çıktı. Yirmibirinci yüzyılın başında ise emlâk köpüğü halini aldı. Şu anda yaşanan derin resesyonda ise kamu harcamalarından başka alınabilecek tedbir kalmamıştır, üstelik ekonomik piramidin tepesindekiler bu harcamaları da kısmaya kararlılardır.
“Rant kollama” meselesi
Bu noktada iktisat jargonuna bir miktar da olsa göndermede bulunmam gerekiyor. “Rant” kelimesi tarihsel olarak –ve günümüzde de– toprak mülkiyetine sahip olan kişinin, bu mülkiyetin kullanımından edindiği geliri ifade eder. Elde edilen bu kazanç, gerçek anlamda bir üretimden değil, yalnızca toprak mülkiyetine sahip olma olgusundan kaynaklanır. “Rant” dediğimiz şey, üretim sürecine emeğiyle katılan işçiye ödenen “ücret” ile taban tabana zıttır. “Rant” kavramı zaman içerisinde, belirli bir sektördeki tekel olma özelliğinden ileri gelen kârları da kapsayacak biçimde genişletilmiştir. Hükümetin bir şirkete, bir ürünün ithalatına ilişkin (örneğin şeker) ayrıcalıklı haklar tanıdığı durumda, bu düzenlemeyle elde edilen kazanca “kota rantı” adı verilir. Bir bölgede madencilik yapma hakkı edinilmesi, farklı bir rant türünü oluşturur. Geniş anlamda “rant kollama” kavramını; devlet sübvansiyonlarının ve kamu gelirlerinin aktarımı, kanunlar yoluyla piyasanın rekabet gücünün azaltılması, holding yöneticilerinin kurum gelirlerinden orantısız paylar alabilmesini sağlayan düzenlemeler (Dodd-Frank reformuyla birlikte, yöneticilerin şirket kazancından aldığı pay üç senede bir hissedarların oyuna sunuluyor. Bu oylamalar bağlayıcı nitelik taşımasa da, durumun olumlu yönde değişim gösterdiği gözlenmiştir) ve holdinglerin doğayı talan ederek kârlarını artırmalarına olanak sağlayan yasalar gibi mevcut siyasal süreçler kullanılarak, toplumun diğer kesimlerinin fakirleşmesi pahasına zenginlerin güçlendirilmesi mekanizmaları olarak tanımlayabiliriz.
Ekonomimizdeki rant kollama olgusunun boyutları, somut olarak gösterilemese de devasa büyüklüktedir. Rant kollama yarışında sivrilen bireyler ve holdingler cömertçe ödüllendirilirler. Günümüzde gerçek ekonomik üretimi desteklemek yerine spekülatif kazancın kurumsallaştığı bir pazar haline gelen finans endüstrisi, rant kollama davranışının doruğa çıktığı yerdir. Rant kollama, spekülasyonun da ötesine geçer. Finans sektörünün rant kaynaklarından biri de ödeme araçları üzerindeki egemenliğidir; fahiş kredi ve banka kartı ücretleri ve daha az bilinen diğer kalemler önce ticaret erbaplarına, son tahlildeyse tüketiciye yüklenir. Acımasız borçlanma koşullarıyla fakir ve orta sınıf Amerikalılar’dan hortumlanan paralar da rant gelirinin bir parçasıdır. Son yıllarda finans sektörünün kârlarının, şirketlerin toplam kârlılığının yüzde 40’ına ulaştığını görüyoruz. Bu, finans sektörünün kârlılığının olumlu bir toplumsal katkı yarattığı anlamına gelmiyor. Aksine, gerçekte olan bunun tam tersi. Yaşadığımız kriz, bu durumun ekonomiye verdiği hasarı su yüzüne çıkardı. Bizimki gibi rant kollamanın temel eylem haline aldığı ekonomilerde, özel kazançlarla toplumsal kazançlar arasındaki denge ağır bir şekilde bozulur.
Rant, en basit haliyle, toplumun bir kesiminin sahip olduğu refahın rant kollayıcılara aktarıldığı bir yeniden bölüşüm sürecinden başka bir şey değildir. Ekonomimizdeki eşitsizliğin önemli kısmı rant kollama eyleminin bir sonucudur; rant kollama olgusu, toplumun en alt kesimindeki parayı emer ve bu meblağı en tepedekiler arasında bölüştürür.
Ancak rant kollama eyleminin ekonomiye etkisi bununla sınırlı değildir. Rant kapma mücadelesi en iyi ihtimalle “sıfır toplamlı” bir eyleme tekabül eder, bir tarafın kaybı diğer tarafın kazancı haline gelir. Rant kollama, ekonomik bir büyüme yaratmaz. Bu eylemin aktörleri çabalarını pastayı büyütmek için değil, pastadan daha büyük paylar alabilmek için sarf ederler. Fakat durum gözüktüğünden daha kötüdür; rant kollama eylemi kaynakların verimli biçimde bölüştürülmesini engeller ve ekonomiyi zayıflatır. Rant kollama eylemi, etraftakileri kendine doğru çeken merkezcil bir güçtür; edinilecek kazanç o kadar büyüktür ki zamanla diğer her şey ve herkes unutulur, bütün çabalar yalnızca onu elde etmeye yöneltilir. Doğal kaynakların bol olduğu ülkeler, rant kollamanın yaygınca gerçekleştirildiği yerler olarak kötü bir şöhret edinmişlerdir. Böyle ülkelerde zenginleşmenin en kolay yolu, mal veya hizmet üretip verimliliği artırarak topluma fayda sağlamaktan değil, “uygun” koşullarla doğal kaynaklara erişim elde etmekten geçer. Somut zenginliklerine karşın, bu ekonomilerin oldukça kötü performanslar ortaya koymasının sebebi budur. Alaycı biçimde “Biz Nijerya veya Kongo değiliz” demek kolaydır, ancak rant kollama olgusunun dinamikleri her yerde aynıdır.
Adalet meselesi
İnsanlar makine değildir. Sıkı çalışmaları için güdülenmeye ihtiyaç duyarlar. Kendilerine adil muamele edilmediğini hissettikleri takdirde onları motive etmek oldukça güç hale gelir. Bu, modern çalışma iktisadının en temel doktrinlerinden biridir. Bu doktrinin ifadesini bulduğu etkin ücret teorisine göre, firmaların işçilerine karşı takındığı tutum ve işçilerine ödediği ücretler, verimliliğe etki eder. Bu teorinin çerçevesini yaklaşık yüz sene önce çizen ünlü iktisatçı Alfred Marshall konuya ilişkin gözlemlerini, “Yüksek ücret ödenen işçi genellikle verimlidir, böylelikle pahalı işçi olmaktan çıkar” diye aktarır. Aslında sayısız iktisadi deneyimle tasdiklenmiş bu önermeyi yalnızca bir teori olarak değerlendirmek yanlış olur.
İnsanlar hiçbir zaman “adil” olanın ne olduğu hususunda tam bir uzlaşıya varamayacak olsalar da, halihazırdaki gelir adaletsizliğinin ve refahın dağılış biçiminin derin bir “adaletsizlik” içerdiğine ilişkin görüş yavaş yavaş Amerika’ya egemen olmaktadır. Kimsenin ekonomimizde büyük bir dönüşüm yaratan, bilgisayarın mucitleri ya da biyoteknoloji alanında çığır açanların servetlerini kıskandığı yok. Fakat ekonomik piramidin tepesindekiler yalnızca bu kişilerden ibaret değil. Piramidin en üst kesimi, ürettikleriyle topluma öncülük edenlerden ziyade, genellikle rant kollama eyleminde sivrilmeyi başaranlardan oluşuyor. Bu durum da pek çok Amerikalı tarafından bir adaletsizlik olarak değerlendiriliyor.
Jon Corzine tarafından yönetilen finans firması MF Global, cezai yaptırım öngörülebilecek pek çok faaliyeti sebebiyle, ardında binlerce mağdur bırakarak geçtiğimiz yıl iflâsını ilan ettiğinde herkes şaşkına dönmüştü. Ancak Wall Street’in yakın geçmişi düşünüldüğünde, bazı MF Global yöneticilerinin şirketten ikramiyelerini almaya hâlâ devam etmelerinin kimseyi şaşırtacağını zannetmiyorum. Holding CEO’larının bir yandan işçi ücretlerindeki indirimlerin ve işten çıkarmaların şirketlerin rekabetçiliğinin muhafaza edilebilmesi için bir zorunluluk olduğunu savunurken, bir yandan da kendi tazminatlarını artırmaya çalışması, haklı olarak işçilerde bir adaletsizlik hissiyatı yaratıyor. Bu durum da işçilerin çalışma performansına, kuruma olan bağlılıklarına ve şirketin geleceğini de ilgilendiren yatırım planlarına olumsuz etki yapıyor. Sovyetler Birliği’ndeki durum da bu tasvire benzerdi; işçilerdeki yaygın kanı, kendilerine adaletsiz bir muamele yapan yöneticilerin sefahat içerisinde yaşadığı yönündeydi. Bu çelişik durum, Sovyet ekonomisinin kuvvetten düşmesine ve en sonunda tamamen yıkılmasına yol açan faktörlerden biriydi. Eski bir Sovyet esprisinin dediği gibi, “Onlar bize para ödermiş gibi yapıyorlar, biz de çalışırmışız gibi yapıyoruz.”
Eşitsizliğin arttığı bir toplumda, adalet mefhumu yalnızca ücret ve gelirle veya refahla ilintili değildir. Bundan çok daha geniş bir algıya tekabül eder. Toplumun yöneldiği istikamet bana bir fayda sağlıyor mu, sağlamıyor mu? Toplumsal eylemin faydaları bana ulaşıyor mu, ulaşmıyor mu? Eğer bu sorulara verilen yanıt kararlı bir “hayır” ise, sonuçları ekonomide ve toplumsal hayatın her alanında hissedilecek büyük bir motivasyon kaybına hazır olun.
Amerikalılar için adalet mefhumunun önemli bir parçası da fırsat eşitliğidir; her vatandaş “Amerikan Rüyası”nı gerçeğe dönüştürme fırsatına sahip olmalıdır. İdeal durumu Horatio Alger hikayeleri en güzel biçimde tasvir ediyor, lâkin istatistikler çok farklı bir tablo çiziyor. Amerika’da alt gelir gruplarına mensup bir vatandaşın en üst katmana, hatta orta sınıfa dahil olma ihtimali, hem Avrupa hem de diğer gelişmiş sanayi ülkelerine göre çok daha düşük. En tepedekiler ise kendilerini gelir piramidinin alt katmanlarında bulmaları ihtimalinin, dünyanın hiçbir yerinde Amerika’daki kadar zayıf olmadığını bilmenin keyfini sürüyorlar.
Fırsat eşitliğindeki bu noksanlığın pek çok maliyeti var. Çoğu Amerikalı, gerçek potansiyeline ulaşamamış halde yaşıyor; en kıymetli varlığımızı, yeteneğimizi çarçur ediyoruz. Neler olup bittiğini geç de olsa fark ettiğimizde kimliğimizin önemli bir kısmı ortadan kalkmış olacak, Amerika “adil bir ülke” olma hüviyetini kaybedecek. Bu yoksunluğun ekonomiye yapacağı doğrudan etkilerin yanında, dolaylı etkileri de olacak. Bizleri bir ulus olarak bir arada tutan bağlar yıpranacak.
Güvensizlik meselesi
Modern siyasal iktisadın cevap aradığı gizemlerden biri de, insanların niçin zahmet edip oy kullandığıdır. Tek bir bireyin oyunun sonuca doğrudan tesir ettiği seçim sayısı çok çok azdır. Oy kullanmanın bir maliyeti olsa da (Hiçbir devlet oy kullanmayıp evinde oturan vatandaşına somut bir para cezası kesmez; oy verme maliyeti, bu işe ayrılan zaman ve çabadır) görünüşe bakılırsa bu işlemin hiçbir zaman bir getirisi olmaz. Modern siyaset ve iktisat teorileri, oy verme sürecindeki aktörlerin mantık çerçevesinde hareket eden ve kendi çıkarlarını gözeten bireyler olduğunu varsayar. Tüm bunlara karşın insanların niçin sandığa gittiği gizemini korur.
Bu bilinmezin bizlere öteden beri belletilen yanıtı, “yurttaşlık erdemi” kavramıyla ilintilidir. Oy vermek, bizler için bir sorumluluktur. Ancak yurttaşlık erdemi denen şey oldukça kırılgandır. Siyasi ve ekonomik yapının tıkanmış ve değiştirilemez olduğuna dair inanış yaygınlaştığı vakit, bireyler kendilerini yurttaşlık ödevlerini yerini getirmekten azat ederler. Toplumsal sözleşme yürürlükten kalktığında, hükümet ve vatandaşlar arasındaki güven yok olur; toplumsal hayal kırıklığı ve çözülmeyi daha da kötüleri takip eder. Günümüzde Amerika Birleşik Devletleri ve dünyanın pek çok yerindeki demokrasilerde böylesi bir güvensizlik hüküm sürmektedir.
Bu durum öylesine yerleşik hale gelmiştir ki! Goldman Sachs’in başındaki Lloyd Blankfein’ın sözleri güven kavramına bakışı tüm açıklığıyla ortaya koyar. Blankfein’a göre, aklı başında hiçbir yatırıcımcı karşılıklı güvene bel bağlamaz, en azından bağlamamalıdır. Blankfein’ın yönettiği bankanın ürün ve hizmetlerini satın alanlar aklı başında, kendi kararlarını verebilen yetişkinlerdir ve neye yatırım yaptıklarını bilmek mecburiyetindedirler. Tüketiciler, Goldman Sachs’ın, başarısızlığa uğrayabilecek ürünler tasarlama, piyasa ve ekonomiyle ilgili bazı bilgileri kasten kendilerine saklama ve yarattıkları bu bilgi asimetrisini şirkete fayda sağlamak için kullanabilecek motivasyon ve gereçlere sahip olduğunu bilmek durumundadırlar. Yatırım bankası kurbanları çoğunlukla varsıl yatırımcılardı. Amerikan toplumundaki bankalara güvenilmemesine ilişkin yaygın kanıyı oluşturan ise, tüketiciyi kandıran kredi kartı uygulamaları ve fahiş borçlanma koşullarıydı.
Ekonominin çalışmasını sağlayan ögelerden biri olan güven, genellikle iktisatçılarca hafife alınır. Üzerinde uzlaşılmış her anlaşmanın işlerlik kazanabilmesinin ön koşulu, taraflardan birinin hukuki yollara başvurması olsaydı, ekonomi tam bir arapsaçına dönerdi. Tarih boyunca gelişen ve büyüyen ekonomilerin ortak özelliği, anlaşmaların karşılıklı güven düsturuyla nihayetlendirilmiş olmasıdır. Güven unsurunun noksanlığında, karşılıklı anlayış temelinde uzlaşıya varılan ve detayları ötelenen anlaşmalar, nihayetinde içinden çıkılamaz hale gelir. Güven olmadığında, taraflar olası bir ihaneti kestirebilmek için birbirlerini kollamaya başlarlar.
Artan eşitsizlik karşılıklı güveni yıpratır. Eşitsizlik, ekonomi dünyasındaki bütün bağları koparan bir işlev üstlenir. Yarattığı dünyada kazananlar bile her dâim tetiktedir. Peki ya kaybedenler? Bir şirketle, patronla veya bürokratla her karşı karşıya gelişlerinde, ceplerine uzanan ellerden başka şey göremez olurlar.
Güven mefhumunun siyasetten ve kamusal alandan daha önemli olduğu bir yer yoktur. O halde birlikte hareket etmemiz gerekmektedir. Neredeyse bütün bireyler benzer pozisyonlarda olduğunda kolektif eylem kolaylaşır; hepimiz aynı gemide değilsek de, büyüklü küçüklü teknelerde aynı suda yol alıyoruz. Lâkin artan eşitsizlik bu bütünü bambaşka bir görünüme sokuyor; günümüzdeki manzara, bir kaç tane süper lüks yatın çevresine kümelenmiş, insan istifi biçimindeki flikalardan ve öteberiye tutunup yüzeyde kalmaya çalışan kazazedelerden ibaret. Bu bütünün her bir parçasının devletten farklı beklentilerinin olması anlaşılır değil mi?
Günümüzde artan eşitsizlik, neredeyse her alanda kendini hissettiriyor; güvenlik hizmetleri, yerel altyapı ve yolların durumu ile makul seviyedeki sağlık hizmetleri ve eğitime erişim gibi alanlar eşitsizlikten payına düşeni alıyor. Eğitim seviyesinin hükmü arttıkça (Yalnızca bireyler için değil, ABD ekonomisinin bütünü için), en tepedekiler üniversite harçlarının yükseltilmesi ve bütçelerde kesintiye gidilmesi için bastırıyor, bir yandan da öğrencilere verilen öğrenim kredilerinin azaltılması gerektiğini savunuyorlar. Öğrenim kredilerini savunanlar ise, bir diğer rant kollama fırsatının peşine düşenlerden başkası değil. Kârlılık dışında hiçbir prensibi olmayan, iflas halinde bile kurtulunamayan, piramidin tepesindekilerin en alttan katmandan kurtulmaya çalışanları sömürmek için kullandığı bir başka gereçten öteye gitmeyen bir öğrenim kredisi modelini arzuluyorlar.
Çözüm “bencillikte”
Hepsi olmasa da Amerikalıların çoğu, toplumumuzdaki eşitsizliklerin doğasını tam olarak kavrayamamaktadır. Bir yerlerde bir şeylerin ters gittiğini duyumsarlar, lâkin eşitsizliğin doğurduğu olumsuz sonuçları azımsar, bu durumu tersine çevirmek için alınabilecek önlemlerin ise fazlasıyla maliyetli olduğunu öngörürler. Oysa ideolojik söylemlerle desteklenen bu yersiz inanışların siyaset ve ekonomi politikaları üzerinde feci etkileri vardır.
Tüm o muhteşem eğitimleri, dizi dizi danışmanları ve o çok övülen ticari zekalarına karşın yüzde 1’lik kesimin bu denli yanlış bir algıya sahip olmasını mazur gösterecek hiçbir şey yok. Geçmiş nesillerde yüzde 1’i oluşturanlar daha bilgeydiler. Sağlam bir temel üzerine bina edilmediği takdirde piramidin tepesi diye bir şeyin olamayacağının bilincindeydiler; sağlıklı olmayan bir toplumun kendi konumlarını da tehlikeye sokacağının farkındaydılar. Duygusallıkla uzaktan yakından alakası olmayan Henry Ford, atabileceği en akılcı adımın çalışanlarına makul ücretler ödemesi olduğunu görmüştü. İşçilerin hem sıkı çalışmasını, hem de kendi ürettiği otomobilleri satın alabilecek kadar para kazanmasını istiyordu. Su katılmamış bir aristokrat olan Franklin D. Roosevelt, kapitalist Amerika’nın kurtuluşunun yalnızca refahı yaymakta değil, vergilendirme yoluyla kapitalizmin kendisini dizginleyen düzenleyici önlemlerde olduğunu anlamıştı. Kapitalistlerden hakaret dışında bir şey işitmeyen Roosevelt ve iktisatçı John Maynard Keynes, kapitalizmi kapitalistlerden kurtarmayı başarmışlardı. Hâlâ insanlara güvensizliği ve çıkarcılığıyla anılan Richard Nixon, toplumsal barış ve ekonomik istikrara ulaşmanın tek yolunun yatırım olduğunun altını çizmiş, sağlık sigortası, okul öncesi eğitim programları, sosyal güvenlik ve çevre korunumu gibi alanlarda yüklü yatırımlar gerçekleştirmişti. Bununla kalmayan Nixon, vatandaşların yıllık gelir güvencesine sahip olması gerektiği fikrini de ortaya atmıştı.
Günümüzün yüzde 1’lik kesimine tavsiyem şudur, kalplerinizi karartın. Vergilerin artırılmasını, eğitime, kamu hizmetlerine, sağlık sistemine ve bilime yatırım yapılmasını öngören ve eşitsizliğin azalmasını sağlayacak tekliflerle karşılaştığınız takdirde, fedakârlıkta bulunmanız gerektiğini öğütleyen içsesinizi bastırın ve yalnızca ama yalnızca kendi çıkarlarınızı düşünün. Başkalarına yardım etmeyi amaçlayan böylesi teklifleri elinizin tersiyle itin. Sadece kendiniz için var olun.