Amerika Birleşik Devletleri’nde 6 Kasım’daki başkanlık seçimleri yaklaşırken Cumhuriyetçi Parti’nin adayı Mitt Romney ve yardımcısı Paul Ryan, kendilerini ummadıkları bir tartışmanın içerisinde buldular. 13 Ağustos’ta The New York Times’ta yayınlanan ayrıntılı röportajda ailesini, hayatını ve kişiliğini anlatan Romney’nin başkan yardımcısı adayı Paul Ryan, Rage Against the Machine’in [tr. Makinaya/sisteme karşı öfke] en sevdiği müzik grubu olduğunu belirtince ortalık karıştı.
Ailesi petrol şirketlerinde hisse sahibi olan, kendisi ise ABD’nin en zengin kesimi için ilave vergi kesintileri öngören Ryan’ın, Irak’taki savaşı protesto eden, Guantanamo’daki tutukluların salıverilmesini talep eden, Chiapas’taki Zapatista gerillalarını ve EZLN’yi desteklediği için Meksika’da yasaklanan Rage Against the Machine grubuna duyduğu sempati herkesi şaşırttı.
Romney’nin açıklamalarına cevap çok da gecikmedi; dünyanın en iyi gitaristlerinden biri olarak kabul edilen ve Rage Against the Machine’in kurucularından Tom Morello , Rolling Stone dergisi için kalema aldığı oldukça sert yazıda Ryan’ın grubun temsil ettiği değerlerin tam karşısında yer aldığını söyledi. Morello’nun olay yaratan yazısı şöyle:
Paul Ryan’ın Rage Against the Machine’e duyduğu sevgi gerçekten de akıl almaz cinsten; zira kendisi yirmi yıldır öfke duyduğumuz ve karşı çıktığımız sistemin [makinenin] ete kemiğe bürünmüş halinden başka bir şey değil. Charles Manson the Beatles’ı severdi fakat onları hiç bir zaman anlayamadı. Cumhuriyetçi Vali Chris Christie, Bruce Springsteen dinlemekten hoşlanıyor ama onu anlayamıyor. Paul Ryan’ın da en sevdiği müzik grubu olduğunu ilan ettiği Rage Against the Machine hakkında en ufak bir fikri yok.
Ryan, grubun yaptığı müziği sevdiğini fakat şarkı sözlerinden hoşlanmadığını belirtiyor. Ryan’ın hoşuna giden müzik tarzı da, şarkı sözleri de umrumda değil. İstediği müzik grubunu sevip sevmemekte özgür ancak Ryan’ın yüzde 1’lik kesimi daha da zengin etmeye dayalı siyasal vizyonu, Rage Against the Machine grubunun verdiği mesajlarla taban tabana zıt.
Paul Ryan acaba en çok hangi şarkımızı seviyor? Kızılderililer’e uygulanan soykırımı lanetlediğimiz şarkı olabilir mi? Yoksa Amerikan emperyalizmini yerden yere vurduğumuz şarkı mı? Belki de “Fuck the Police” eserine getirdiğimiz yeni yorumdan hoşlanıyordur. Kim bilir, Ryan belki de topluma üretim araçlarına el koymaları çağrısında bulunduğumuz şarkıyı seviyordur. Genç Cumhuriyet Partililer’in toplantılarında çalınabilecek o kadar çok şarkımız var ki!
Yanlış anlaşılmak istemem, Ryan’ın ne kadar da “öfkeli” olduğu apaçık ortada. Kadınlara, göçmenlere, emekçilere, eşcinsellere, yoksullara, doğaya karşı yönelmiş büyük bir öfkeye sahip. Öfke duymadığı tek şey ise seçim kampanyasına destek sağlamak için ayaklarına kapandığı imtiyazlı elit kesimdir.
En zengin kesimin mensupları, Amerika’da her gece milyonlarca çocuk yatağa aç girerken, sahip oldukları harcayabileceklerinin de ötesindeki mal varlığını içlerine sindirebilmenin çarelerini ararlar. Aynaya baktıklarında, “O insanlar hiçbir şeyi hak etmiyorlar. Onlar değersizler” diyerek kendilerini ikna etmeye, rahatlatmaya çalışırlar. Aşırı sağcılarının arasında toplumsallığa, kamusal faydaya inanmayan pek çok kişi bulunuyor. Ancak Paul Ryan söylediklerine inanıyormuş gibi gözüküyor. Romney ve Ryan’ın oluşturduğu parti programının temel taşı da, toplumun en yoksun kesimine duyulan bu dizginlenemez öfkenin kendisi.
Rage Against the Machine’in yaptığı müzik insanları farklı biçimlerde etkiler. Kimileri grubun bahsettiği şeyleri dikkate bile almadan kendini konser alanlarında dans etmeye, eğlenmeye adar. Rage Against the Machine kimilerinin ise düşünce dünyalarında ve hayatlarında değişimlere yol açar. Tüm dünyaya yayılan işgal hareketini tertipleyenlerin de dahil olduğu pek çok aktivist, Rage Against the Machine sayesinde radikalleşmiş, daha insancıl ve adil bir dünya için varını yoğunu ortaya koymuştur. Görünen o ki Paul Ryan şarkılarda bahsedilenleri dinlemesi gereken yerde dans edip tepinmekle meşgulmüş.
Paul Ryan’ın bir istisna olmasını diliyorum. Belki de Rage Against the Machine gerçekten de bu aşırı sağcı, akılsız fanatiğin kafasına bir kaç mantıklı fikir sokmayı başarabilmiştir. Belki de seçilirse Leonard Peltier’in [1977’den beri tutuklu bulunan Kızılderili aktivist] affedilmesini sağlar. Belki Amerikan askeri güçlerinin Zapatistalar’ı desteklemesine önayak olur. Belki de Guantanamo’yu, kendi seçim kampanyasına da destek veren, holdingleri yöneten toplum düşmanlarıyla doldurur ve onlara günün her dakikası Rage Against the Machine dinleterek işkence eder. Tüm bunlar mümkün. Ama gerçekleşeceklerinden pek de ümitli değilim.
Morello’nun Rolling Stone’da yayınlanan yazısına Paul Ryan’dan, Mitt Romney’den veya Cumhuriyetçi Parti’den henüz bir yanıt gelmedi. Zira Cumhuriyetçiler sicili oldukça kabarık grupla girilen tartışmayı daha fazla uzatmak istemiyorlar. Partililer, Zapatistalara açıkça destek veren ve konser ile albümlerinde EZLN’ye ait görselleri kullanan, iki partili ABD siyasal sistemini her fırsatta topa tutan, Noam Chomsky ile kişisel dostlukları bulunan, gittikleri her ülkede azınlıkların ve muhaliflerin sesi olan, hiçbir baskı ve sansüre baş eğmeyen grubun, tartışmanın sürmesi halinde gittikçe radikalleşeceğini ve en nihayetinde yaklaşan başkanlık seçimleri öncesinde partiyi kamuoyu karşısında küçük düşüreceğinin bilincindeler.
Rage Against the Machine’in “sabıka dosyası”nda pek çok radikal eylem bulunuyor. Ancak işin Cumhuriyetçi Parti açısından nerelere varabileceğini en kestirmeden gösteren olay, 2007’de grup Coachella Festivali’nde sahnedeyken solist Zack de la Rocha’nın yaptığı konuşma. De la Rocha, konserin kapanışındaki “Wake Up” şarkısı sırasında yaptığı konuşmada, grubun Noam Chomsky ile olan dostluğuna göndermede bulunmuş, Tom Morello’nun Chomsky’yle 1996 yılında yaptığı röportajı yeniden gündeme getirmişti. Röportajın, de la Rocha tarafından konser sırasında hatırlatılan kısmı şöyleydi:
Tom Morello: Nürnberg Mahkemeleri’nden bahsettiğiniz oldukça kışkırtıcı bir yazınızı okumuştum. Nürnberg yargılamaları sırasında kabul edilen hukuk normları uygulanmış olsaydı, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Amerika Birleşik Devletleri’nde görev yapan tüm devlet başkanlarının savaş suçlusu ilan edileceğini ve asılmış olacağını belirtiyordunuz. Amerikan başkanları tarafından işlenen savaş suçlarını biraz daha detaylandırabilir misiniz?
Noam Chomsky: Bu düşünceye kitaplarımda bir kaç defa yer verdim. Başkan Truman’la başlayalım; göreve gelmesinin hemen ardından Hiroşima’ya atom bombası atıldı. Kendim bu düşünceye katılmasam da, Hiroşima’ya atılan bombanın savaş suçu olarak değerlendirilmemesi gerektiğini iddia edenler olabilir. Peki ya Nagazaki’ye ne diyecekler? Nagazaki’ye atılan bombanın hiçbir açıklaması yoktur; yeni bir silah teknolojisinin test edilmesinden ibarettir. Atom bombalarını tamamen haksızca gerçekleştirilen bombardımanlar izledi. Savaştan sonra binlerce uçak Japonya’yı bombaladı, üstelik Japonya teslim olmuşken. Adına da “kapanış,” “büyük final” dediler. Bu dönemdeki suçlara bir örnek de, Yunanistan’daki vahşi isyan karşıtı harekata verilen destektir. Nazi işbirlikçilerini ve isyancıları ortadan kaldırmak için düzenlenen bu harekatlarda yaklaşık 150 bin kişi katledildi. Örnekler bu şekilde sürüp gidiyor.
Gelelim Eisenhower dönemine. Eisenhower dönemindeki –Eisenhower ve Truman dönemlerindeki demek daha doğru olur– bombalamaları konuşalım. Kore Savaşı oldukça karışık bir hikayedir; ancak bu savaş hakkındaki düşünceniz ne olursa olsun, Kuzey Kore’nin 1951 ve 1952 yıllarında bombalanması düpedüz bir savaş suçudur. Hava Kuvvetleri tarihçesine baktığınızda Eisenhower döneminde Kore’de bombalanacak hiçbir yerin kalmadığını, askerlerin sırf oluşan selin köylüleri ve tarlaları yutuşundan aldıkları haz sebebiyle barajları havaya uçurduğunu görebilirsiniz. Tarih boyunca pek çok kişi bundan çok daha hafif suçlardan ötürü idam cezasına çarptırılmıştır. Nürnberg’de su kanallarındaki setleri kaldırıp baskınlara sebep olanlar asılarak idam edilmişlerdi. Eisenhowerlı yıllar, Guatemala ve diğer yerlerde işlenen korkunç suçlarla devam etti.
Kennedy’yi tartışmanın lüzumu dahi yok. Kennedy Vietnam’a saldırmış, Güney Vietnam’ı düpedüz işgal etmiştir. 1961 ve 1962’de ABD Hava Kuvvetleri’ne ait napalm yüklü uçaklar köyleri bombalamışlardır. Bunun yanı sıra, ABD’nin doğrudan desteğiyle Latin Amerika’da neo-nazi çeteler türetilmiş, bölgede yıllar boyu hüküm süren baskı rejimlerinin tohumları atılmıştır. Bu politikalar Kennedy’den sonra da sürdürülmüş, Johnson öneminde tepe noktasına ulaşmıştır.
1973’te, Nixon’ın başkanlığı sırasında Kamboçya’ya düzenlenen hava saldırıları korkunç bir suçtur. Saldırılar, Kamboçya’nın iç bölgelerinde yaşayan köylülerin katledilmesinden başka bir şey değildi. Kamboçya’da yaşananlar ABD’deki kimsenin dikkatini celbetmediğinden, olaylar o dönemde çok da gündeme gelmedi. Ancak bu saldırılar Kızıl Kmerler’in kuruluşuna meşru bir zemin hazırladı. CIA, bölgede ABD tarafından doğrudan veya dolaylı olarak gerçekleştirilen eylemlerde yaklaşık 600 bin kişinin öldürüldüğünü doğruluyor.
Carter döneminde de büyük suçlar bulunuyor. Ford yönetimi sırasında başlayan ve Carter döneminde de süren Doğu Timor’un Endonezya tarafından işgali sırasında, Yahudi Soykırımı’ndan bu yana yaşanan, soykırıma en yakın katliam gerçekleşti. Nüfusun dörtte biri, belki de üçte biri katledildi. Bu katliamda kullanılan silahların yüzde 90’ı Amerikan malıydı. İşgalin Endonezya’nın silah stoğunu eritmesi üzerine, Başkan Carter 1978 yılında silah sevkiyatına hız verdi ve böylece katliamın en kanlı dönemine girildi. Carter’ın hem askeri hem de diplomatik destek verdiği Somoza ve ulusal muhafızları, iktidarların devrilmesinden önceki son bir kaç günde 40 bin kişiyi katletti. Hatırlatayım, bu yalnızca örneklerden biri.
Reagan dönemindeki savaş suçlarının varlığı yadsınamaz bir gerçek. Öyle ki, ABD bu dönemde Uluslararası Adalet Divanı tarafından Nikaragua’daki askeri eylemleri yüzünden “hukuka aykırı güç kullandığı” gerekçesiyle kınanmıştı. ABD’nin Güney Amerika’da yürüttüğü vahşi program, yalnızca Orta Amerika’da belki de 200 bin kişinin hayatına mal oldu. Birleşmiş Milletler’in yürüttüğü inceleme sonuçlarına göre, 1980 ila 1988 yılları arasında, Afrika’nın güneyinde 1 buçuk milyon insan öldürülmüş, 60 milyar dolarlık ekonomik zarar meydana gelmişti. Bu hasarı yaratan, Güney Afrika’da yaşanan ve ABD’nin de doğrudan destek verdiği mezalimdi. Örnekler çoğaltılabilir. Bush hakkında zaten konuştuk, fakat Panama’nın işgali uluslararası hukukun düpedüz ihlalidir. ABD’nin eylemleri tüm dünyaca kınandı; ABD’nin Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ndeki oylamada kendisi için öngörülen resmi kınamayı veto etmiş olması hiçbir şeyi değiştirmez.
Clinton yıllarına baktığımızda, başkan olarak göreve başlamasının üzerinden yalnızca aylar geçmişken giriştiği ilk eylemlerden biri olarak Bağdat’ın bombalanmasını görüyoruz. Bombalama katliam boyutlarına ulaşmadı, yanlış hatırlamıyorsam 8 kişi hayatını kaybetti. Ancak böylesi bir saldırı için hiçbir geçerli sebep yoktu, hatta saldırının kendisi bile sebepsizdi diyebiliriz. Clinton, yalnızca ne kadar çetin ceviz biri olduğunu ispatlamak istemişti. Saldırı hakkında öne sürülen gerekçe o kadar gülünçtü ki burada yinelemekten bile hicap duyuyorum. Bombalamanın, daha önce gerçekleştirilen bir silahlı saldırı yüzünden yapıldığı ileri sürüldü. Güya, Bağdat’ın bombalanmasından iki ay önce, Iraklı olup olmadığı bile tam olarak bilinmeyen biri Bush’a suikast düzenlemek istemiş veya ona benzer bir eyleme niyetlenmiş ancak başarısız olmuştu. Saçma sapan bir hikaye. Clinton iktidarı boyunca, Güney Amerika’ya gönderilen askeri yardım ve eğitimlerin neredeyse yarısı Kolombiya’ya aktarıldı. Aynı dönemde bölgenin en kötü insan hakları siciline sahip ülkesi olan Kolombiya’da binlerce kişi korkunç şekilde katledildi. Tüm bunlar suç teşkil etmektedir. Bu suçları kapsayan bir iddianame hazırlanmak istense çok da zorlanılacağını zannetmiyorum.
Kapanışı de la Rocha’nın söz konusu konuşmasıyla yapalım, ancak kısacık bir değerlendirmeye hala yer var. Chomsky ve Morello’nun ABD’nin karıştığı savaş suçlarını irdelediği 1996 yılındaki söyleşiden bu yana 16 yıl geride kaldı. ABD bu süreçte, Somali, Bosna, Sırbistan, Kosova, Haiti, Afganistan, Sudan, Irak, Filipinler, Pakistan, Yemen, Liberya ve Libya’da askeri operasyonlara imza attı. Bu listeye iktisadi ve diplomatik yollarla devrilen hükümetler ile resmi olarak doğrulanmamış operasyonlar dahil değil; ABD askeri müdahalesi tehdidindeki Suriye ve İran’daki durum da belirsizliğini koruyor. 2001’e dek ABD başkanı olarak görev yapan Bill Clinton’dan sonra yönetimi devralan Cumhuriyetçi George W. Bush ile savaş karşıtı söylemler ve Guantanamo Üssü’nü kapatma vaadiyle göreve gelen Barack Obama da savaş suçları işlemeyi sürdürüyorlar. De la Rocha ise 2007’deki konuşmasında meselenin 4 yılda bir iki parti arasında seçim yapmakla çözülemeyecek kadar derin olduğunu, mücadelenin ancak nesiller boyu sürdürüldüğü takdirde kazanılabileceğini söylüyordu. Dünya ülkelerindeki siyasi sistemler her geçen yıl ABD’nin iki partili temsili sistemine yakınsadıkça, de la Rocha’nın 5 yıl önce söylediklerinin ne kadar isabetli olduğu anlaşılıyor. Geçtiğimiz yıl ABD’de başlayan ve dünyaya yayılan işgal hareketleri, gittikçe benzeşen siyasi partilere söylemlerini değiştirme “tavsiyesi”nde bulunmuşken, ABD’de öncekilerden farksız bir seçim dönemi yaşanıyor.
Hareketlenmiş gibi gözüken kitlelerin mücadeleyi hangi noktaya taşıyacağını, dünyadaki siyasi partilerin bu hareketliliğe nasıl yanıt vereceğini bilemiyoruz. Bildiğimiz tek şey ise Rage Against the Machine’in protest tavrını sürdüreceği ve tüm dünyadaki aktivistlere ilham vermeye devam edeceği.
İyi bir dostumuz, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Nazilere uygulanan kanunlar ABD başkanları için geçerli olsaydı, Truman’dan itibaren, zengin ve beyaz başkanların asılarak idam edileceğini veya kurşuna dizileceğini söylemişti. Halihazırdaki yönetim de bu görüşe bir istisna oluşturmuyor. Yargılanmalı, asılmalı ve kurşuna dizilmeliler, tıpkı savaş suçluları gibi.
Ancak karşılaştığımız güçlükler iktidarların, seçimlerin, her dört yılda bir yapılan yeni tercihlerin çok ama çok ötesinde. Çünkü bu tümüyle çürümüş sistem o denli vahşi ve zalim bir hale gelmiş durumda ki, kendini sürdürülebilir kılmak ve hayatta kalabilmek için ülkeleri topyekün yok edip, yeniden inşa faaliyetlerinden kâr sağlamaktan başka yolu kalmadı. Böylesi bir sistem her 4 yılda bir değişmez. Bu sistemi ancak nesiller boyunca mücadele ederek yıkabiliriz.