Geçtiğimiz seneki genel seçimlerden beri Başbakan Erdoğan ve AKP, dış basında çıkan sert eleştirilerden mustarip. Genel seçimler öncesinde The Economist’te yayınlanan makaleyle başlayan, Uludere Katliamı konusunda Washington Post’ta çıkanlarla devam eden furya, Stanley Weiss tarafından Huffington Post için kaleme alınan makale ile devam ediyor. Weiss, Rusya’da Sovyetler Birliği dönemini sonlandıran Boris Yeltsin‘den beri iktidarda olan Vladimir Putin‘le, 2002’den beri tek parti rejimiyle Türkiye’yi yöneten Recep Tayyip Erdoğan arasında önemli benzerlikler olduğunu işaret ediyor ve Erdoğan’ın iktidarını perçinlemek için uyguladığı yolları tek tek irdeliyor. 

Ortadoğu’nun Issız Adamı*

Yazan: Stanley Weiss

Türkçe’ye çeviren: Doğu Eroğlu

* Yazının başlığında, Radikal Gazetesi yazarı Koray Çalışkan’ın 29 Haziran tarihli “Ortadoğu’nun ‘Issız Adam’ı” başlıklı yazısına atıfta bulunulduğu için “The Lonely Man of the Middle East” ifadesi aslına uygun olarak kullanıldı.

Geçtiğimiz ay Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, Suriye’deki iç savaş konusunda Rusya’nın nüfuzlu lideri Vladimir Putin’le görüştüğünde siyaset tarihçileri haklı bir şaşkınlığa kapıldılar. Ne de olsa bu liderlerden biri Çin ve İran’ın toplamından daha fazla gazeteciyi hapse atmış, özel mahkemelere yetki vererek vatandaşların kanıt olmaksızın, savunma yapma fırsatı tanınmadan demir parmaklıklar ardına atılmasını sağlamış, parasız eğitim talebinin dile getirildiği bir afiş açtıkları gerekçesiyle iki öğrenciyi 8 senelik hapis cezasına çarptırmış, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne 2008’den bu yana 20 binden fazla şikayet başvurusu yapılmasına yol açmıştı. Diğer lider ise Rusya Başkanı’ydı.

Uzun süredir ABD’nin müttefiki ve NATO’nun bir üyesi olan laik ve demokratik Türkiye’nin lideri, iş yurttaşlık haklarını ortadan kaldırmaya gelince Putin’i kendi oyununda mağlup etmeyi başardı. Geçtiğimiz 10 yılda yaşananlar, Karadeniz’de yaşanan siyasal değişimin yalnızca başlangıcı. Putin’in, Pussy Riot isimli punk grubuna mensup üç genç kadının iki yıl hapis cezası alması üzerine uluslararası kamuoyu tarafından aşağılanmasının üzerinden çok geçmedi; Erdoğan ise biri hariç Putin’in her numarasını başarıyla uygulamaya koymuş durumda. Ancak Erdoğan’ın yaptığı o tek hata hem Türkiye’nin geleceğini çarpıcı biçimde değiştireceğe, hem de ABD dış politikasına yeni bir yön vereceğe benziyor.

18’inci yüzyıldan 20’nci yüzyılın başına dek tam sekiz defa savaşan iki komşu Rusya ve Türkiye, gerçekte pek çok ortak yöne sahipler. Her ikisi de Asya ve Avrupa’yı birbirine bağlıyor. Her ikisi de geçmişlerinde küresel güç olmayı başarmış uluslar. Her iki devlet de Avrupa’ya dahil olma heveslerini ortaya koydular. Son olarak, her iki ülke de Putin ve Erdoğan iktidarları boyunca geçmişin şanlı günlerine dönebilmek için demokrasi geleneğinden ayrılma yolunda tarihi adımlar attılar. Bu yönelimi, küreselleşme çağında mutlakiyete doğru atılmış adımlar olarak da adlandırabiliriz.

Birinci adım: Düşmanlarını ezmek için hukuk sistemini kullan.    

The Economist tarafından “mutlakiyetçi bir sistemin hukuki zeminini inşa etmek”le itham edilen Putin gibi, Erdoğan da mahkemeleri “İstanbul’da yeni bir korku atmosferi” yaratmak için kullandı. Rekor sayıda öğrenciyi, gazeteci ve aktivisti tutuklatan Erdoğan en ağır taarruzu, Mustafa Kemal Atatürk’ün Osmanlı’nın küllerinden modern Türkiye’yi yarattığı 1921’den bu yana ülkedeki laik rejimin muhafızlığını yapan silahlı kuvvetlere gerçekleştirdi. Bir Türk vatandaşı, Suriye’nin kana susamış diktatörü hakkındaki değerlendirmesinde, “Türkiye’nin hiçbir zaman bir Esad’a sahip olmamasının sebebi silahlı kuvvetlerdir” diye konuşmuştu. Uyduruk askeri darbe planları iddiaları sebebiyle yüzlerce subay cezaevinde tutulurken, Erdoğan bu ay içersinde, halihazırda yargılanmaları süren ve henüz iddia edilen suçlardan hüküm giymemiş 40 amiral ve generali emekliliğe zorladı. Ancak tıpkı Putin gibi, Erdoğan da vatandaşlarının gözünde çokça krediye sahip. Erdoğan iktidarı, 2003’te iflasın eşiğindeyken devraldığı ekonomiyi Avrupa’nın en güçlülerinden biri haline getirmeyi başardı. İstanbul, büyük bir kültürel gelişim içerisinde. Pek çok vatandaş, hayatlarının Erdoğan yönetimi altında daha iyi olduğuna inanıyor, 1960’dan beri gerçekleşen üç askeri darbe ve 1997’de hükümeti düşüren olaylar ise pek de sevgi ve özlemle anılmıyorlar.

İkinci adım: Demokrasi kisvesi altında gerçek ideolojini gizle.

Tıpkı Putin’in Rusya’da bir yandan demokrasi nutukları atarken bir yandan da merkezileşmiş, Sovyetler Birliği zamanlarındaki gibi KGB’nin egemenliği altındaki bir ülke özlemini gizlememesi gibi, Erdoğan da hem demokrasiyi övüyor, hem de Türkiye’de cami ve devletin ayrıksı konumundan iğrendiğini belirtiyor, “İstanbul’un imamı” ve “Şeriatın hizmetkarı” olduğunu söylüyor. Erdoğan’ın Adalet ve Kalkınma Partisi, 2003’te iktidara geldiğinden beri İslamcı liselerde okuyan öğrencilerin sayısını üç kat arttırdı, ülkedeki her fakültede mescit olmasını şart koşan bir yasa hazırladı, tarihsel olarak laik bir karaktere sahip olan Türkiye Bilimler Akademisi’ni kontrol altına aldı, şimdiye kadarki hükümetlerin hepsinden fazla cami inşa etti ve hatta İstanbul’da dünyadaki en yüksek minarelere sahip bir süper-cami yapılması planlandığını açıkladı. 2010’da Suudi Arabistan Kralı Abdullah’ın Erdoğan’ı “İslam’a yaptığı hizmetler”den ötürü ülkesinin en prestijli ödülüne layık görmesine şaşmamalı.

Üçüncü adım: Geçmiş müttefiklerinle aranı bozmak pahasına eski düşmanlarınla dost ol.

Putin’in iktidardaki ilk döneminde ülkenin eski düşmanları Almanya, İtalya ve Fransa’yla etkin dostluklar kurmasına benzer biçimde, Erdoğan da iktidara geldikten sonra “komşularla sıfır sorun” politikası üzerine bina edilecek yeni dış politika stratejisini açıkladı. ABD ve İsrail’le olan ilişkilerini bozmak pahasına, İran, Suriye, Libya, Pakistan ve Hamas’la ortaklıklar kurdu. 2003 yılında, askeri birliklerini Irak’a sevketmek için izin isteyen ABD’yi geri çevirerek Arap dünyasından övgü aldı. 2009’da, Davos’taki Dünya Ekonomik Forum’u sırasında İsrail Başkanı Şimon Peres’le girdiği kavga sonrasında İslam dünyasının kahramanı haline geldi. Başka meselelerde de Batı’nın tepkisini çekmeye devam etti; ABD’nin Tahran yönetimine uygulamak istediği yaptırımlara karşı İran’a destek verdi, Birleşmiş Milletler’in Filistin’i bir devlet olarak tanıması yönünde çaba harcadı, ABD insansız hava araçları tarafından kazara öldürülen Pakistan askerlerinden “şehitlerimiz” diye söz etti, Libya’nın eski diktatörü Muammer Kaddafi’nin elinden insan hakları ödülü bile aldı.

Dördüncü adım: Aba altından sopa göstererek kudretini belli et.

Eğer Erdoğan’ın Putin’den alamadığı bir ders varsa, o da sert konuşmaları kararlı eylemlerin takip etmesi gerektiğidir. Erdoğan’ın girişmeye ceseret edebildiği mücadelelerin hepsi belagatle sınırlı kaldı, bu da gazeteci Gideon Rachman’ın da belirttiği gibi, “toy ve beceriksiz” görünmesine yol açtı.

Hamas ile El Fetih’i birleştirme vaadinde bulundu ve başarısız oldu. NATO’yu Libya’dan uzak tutacağı sözünü verdi ve başarısız oldu. NATO’nun Libya’ya yaptığı müdahaleye son vereceğini iddia etti ve başarısız oldu. İsrail 2010 yılında Gazze’ye doğru giden yardım gemisinde Filistin yanlısı 9 Türk vatandaşını öldürdüğünde, daha sonra yola çıkacak yardım filolarının Türk donanması tarafından korunacağını söyledi, bu sözü de yerine getiremedi. Yine 2010’da Kıbrıs, kıyıları boyunca petrol platformları kurmaya başladığında Türk savaş gemilerini bölgeye göndereceği tehdidinde bulundu, bu iddianın da devamı gelmedi. Geçtiğimiz Haziran ayında Suriye, Türkiye’ye ait bir keşif uçağını vurduğunda, Şam yönetiminin Türkiye’nin gazabına uğrayacağını söyledi, yine sözünü tutamadı. Tüm bu olup bitenler Türkiye için “havlar ama ısırmaz” benzeri yorumların yapılmasına yol açtı.

Suriye Erdoğan’ın felaketine yol açabilir. Türkiye önce Suriye’yi destekledi, sonra dönüşüm için ikna etmeye çalıştı, ardından eleştirdi, en sonunda da resmen Suriye’deki muhaliflerle ittifak kurdu. Gelişmeler Türkiye’yi nahoş bir pozisyona soktu; Türkiye hem Suriyeli muhaliflere üs sağlayan tek ülke oldu, hem de diğer NATO üyelerini müdahale için ikna etmeye çalışan yegane NATO üyesi haline geldi. Diğer Müslüman ülkeler, Türkiye’yi Şam yönetimine karşı gerçekleştirilen sabotaj ittifakının bir parçası olmakla ve İslami rejimleri devirme niyetindeki, -İran’ın deyişiyle- “şeytanın dünyadaki maşası” olan ABD ile aynı eksende yer almakla  açıkça itham etmeye başladılar.

“Komşularla sıfır sorun politikası”nın tam aksine, Türkiye’nin artık bütün komşularıyla, Rusya, İran, Mısır, İsrail ve Ermenistan’la büyük sorunları var. Gelişmeler, Türkiye’de yayınlanan Radikal Gazetesi’nde yer alan bir yorumda, zamanında Avrupa’nın hasta adamı biçiminde tanımlanan Türkiye’nin artık “Ortadoğu’nun ıssız adamı”na dönüştüğü analizini beraberinde getirdi. Kısa zamanda yardıma gelebilecek bir NATO ülkesinin olmadığını da değerlendirmeye alırsak, Türkiye’nin yürüttüğü Kürt siyasetinin de önemli bir risk taşıdığını görebiliriz; 30 yıldır mücadele eden Kürtler, iç sorunlarıyla uğraşan Suriye’deki Kürtlerle birleşek Türkiye’nin güney sınırında karışıklığa yol açabilir. Küreselleşme Araştırmaları Merkezi’nin (Centre for Research on Globalization) de belirttiği gibi, “Suriye yanarsa, Türkiye de er ya da geç alevler içinde kalır.”

Başbakanlık makamında geçirebileceği süre kısıtlı olan Erdoğan, yeniden Putin’in taktiklerine başvuruyor; Anayasa’da yapılacak değişikliklerle cumhurbaşkanın yetkilerini artırmayı ve 2014’te de Putin tarzı bir hamleyle cumhurbaşkanlığı koltuğuna aday olmayı tasarlıyor. Suriye’nin, bölgeye genç bir subay olarak giden Atatürk’ün meziyetlerini ilk defa ispat ettiği yer olduğu söylenir. Bir yüzyıl sonra aynı Suriye, Türkiye Başbakanı’nın zafiyetlerinin ortaya çıktığı yer haline geldi. Gelişmelerin Türkiye’yi ve Amerika’yı hangi yola sokacağını kimse bilmiyor. Ama kısa süre içinde Erdoğan’ın ne kadar Putinleşebileceğini göreceğiz.