Emek temelinde örgütlenmeye çalışan emniyet mensupları sendikal haklarını talep ediyorlar. Polisin çalışma koşullarında ve özlük haklarında iyileştirmeler hedefleyen sendikanın, emniyetin insan hakları duyarlılığına yapacağı etki merak konusu.
2009’da sosyal medyada konuşulmaya başlayan, zaman içerisinde daha yüksek sesle telaffuz edilen “polis sendikası” fikri, 2012’nin Kasım ayına gelindiğinde 7 kurucu üyenin Emniyet-Sen’in kuruluş belgelerini Ankara Valiliği’ne teslim etmeleriyle somutlaştı. Önce Valilik belgeleri almamakta direndi, ardından da Emniyet Genel Müdürlüğü (EGM) polisin sendika kurma hakkının olmadığını, kurucular hakkında disiplin soruşturması başlatıldığını duyurdu. Kuruluşunda karşılaştığı engellemelerle gündeme gelen sendika, akıllara 12 Eylül öncesindeki POL-DER POL-BİR çatışmasını getirdi. Bir yandan emniyet hizmetlerinin stratejik önemi olduğu gerekçesiyle toplu sözleşme ve grev hakkı bulunan bir sendikaya sahip olmasının kimi sakıncalar doğurabileceği tartışılırken, kimileri ise daha şimdiden Emniyet-Sen’e potansiyel bir “sarı sendika” gözüyle bakıyor. Emniyet teşkilatındaki uzun çalışma süreleri, usulsüz tayin ve sürgünler, verilmeyen özlük hakları gibi konularda çalışacağını duyuran sendikanın karşısındaki en büyük engel ise polisin toplumla kurduğu olumsuz duygusal ilişki. Gözaltındaki kayıpların, açık insan hakkı ihlallerinin, anayasal hakların şiddetle bastırılması eylemlerinin cezasız kalması veya tolere edilmesi, 2007’de çıkartılan Polis Vazife ve Selahiyetleri Kanunu’nun pek çok yargısız infaza hukuki zemin hazırlaması gibi meselelerde sendikanın takınacağı tavır, toplumla gelecekteki ilişkisini de belirleyecek.
Meselenin öncesi: POL-DER ve POL-BİR
Emniyet veya silahlı kuvvetler mensuplarının sendikalaşması gündeme geldiğinde, iktidarların eleştirilerinin ve “Türkiye buna hazır değil, daha zamanı gelmedi” gibi argümanların temel dayanak noktasını, 1980 öncesinde polis arasında patlak verdiği ileri sürülen “ikilik” oluşturuyor. Ne zaman emniyet mensuplarının sendika talebi birazcık olsun tartışılmaya başlansa, dönemin iktidarının sözcüleri, “1980 öncesinde polis ikiye bölünmüştü. Yeniden o görüntüler yaşansın istemiyoruz” türünden savunmaları sıralayıveriyorlar. 2009’dan beri yeniden gündemde olan Polis Sendikası’nın yüksek sesle tartışıldığı dönemlerde de (Ocak 2012’deki tartışmalar ile şu sıralarda sendikanın tüzel kişilik kazandığı dönem de buna istisna değil) yetkili isimler bu bildik tartışmayı kamuoyu önünde dillendirmekten geri durmadılar. Öyle ki, bu tartışmalardan uzak kalmak kalmak isteyen Emniyet-Sen kurucuları, sendikanın ismini seçerken bile titiz davrandıklarını açıklamadan çekinmiyorlar. Sendikanın kurucu kadrosu, sendikanın ismini ilk olarak Polis Sendikası olarak tasarladıklarını, ancak bu ismin POL-SEN olarak kısaltılmasının, kamuoyuna POL-DER ve POL-BİR’i anımsatabileceği endişesiyle Emniyet Sendikası isminde karar kıldıklarını belirtiyorlar.
Gerçekten de, 12 Eylül öncesindeki POL-DER POL-BİR ikiliği, daha doğrusu kendini “halkın polisi” olarak nitelendiren POL-DER’in varlığı, o güne dek böyle bir olguyla karşılaşmamış Türkiye sosyalistlerinin, popüler tabirle, ezberini bozmuştu. Birikim Dergisi’nin 1978’de yayımlanan 46-47 numaralı sayısında, Robert Reiner’in İngiltere’deki Polis Federasyonu’nun (POLFED) tarihini ve polis sendikal hareketlerinin siyasetle ilişkilerini irdelediği makalesi üzerine kaleme alınan isimsiz bir yazıda, POL-DER’in olağandışılığı şu kelimelerle ifade ediliyordu:
“Yalnızca, ‘devlet egemen sınıfın baskı aracıdır’ tezinin düz yorumundan hareket eden ve teoriyi bu sığlığa indirgeyen birçok eğilim, POL-DER gibi bir olgunun varlığında, çoğu kez, ‘teoriye aykırı’ bir durumla karşılaşıldığı duygusuna kapılmaktadır. Gerçekten de bünyesinde polislerin 15 bine yaklaşan önemli bir bölümünü toplayan ve kongrelerinde sosyalist eğilimlerin yönetim mücadelesi yapabildikleri, yayın organında herhangi bir sosyalist eğilimli derneğin yayınını aratmayacak yazıların sürekli yayınlandığı bir polis derneğinin varlığı ile, ‘devlet egemen sınıfın baskı aracıdır’ tezini birlikte düşünmek ilk bakışta hayli güçlük yaratır gibidir.”
İlkin toplumun ortaklaşa yaptığı “polislik” görevi, kapitalist ekonomiler ortaya çıkıp da devletin tekeline girince, polislik kurumuna da devletin şiddet tekeli oluşturma görevini düştü. Ancak devletin, egemenlerin hizmetine soktuğu polis kurumunun bazı üyeleri 1975’te “halkın tarafına” geçmeye karar verince, Server Tanilli’nin “Egemenleri korumak üzere kurulmuş güvenlik teşkilatının halkın yanına geçmesi dünyada ilk defa oluyor” diye tarif ettiği şey gerçekleşti.
Faaliyette olduğu süre içerinde POL-DER’in mensuplarından olan Avukat Ayhan Erdoğan, 5 yılda 45 şubeye ve yaklaşık 15 bin üyeye ulaşan kurumun ortaya çıkmasını gerektiren koşulları şöyle açıklıyor: “O dönem paramiliter güçler ile devletin resmi güçlerinin halka saldırıları vardı. POL-DER, devlet içerisindeki egemenlere hizmet etmek üzere kurulmuş polis teşkilatındaki bir grup insanın, faşizmin ve resmi görevlilerin halka saldırıları karşısında ‘bir dakika!’ deyip tutum almasıdır.” Erdoğan, POL-DER’in bir savunma örgütü olduğunu, kendisini ifade eden insanların başına devlet tarafından çorap örülmesini, işkence görmesini engellemeye çalışan bir örgüt olduğunu belirtiyor. POL-DER’i, “Devletin polisine halkın polisi diyen, polisin haysiyeti ve şerefi ile oynamaya çalışan bir kuruluş” diye tanımlayan POL-BİR’i ise Erdoğan şöyle anlatıyor: “POL-DER savunmada kalan devrimcilerin ve halkın, faşist saldırılara karşı bir güvencesiydi. POL-BİR diye bir örgüt ise yoktu. POL-BİR, bizim çok etkin olmamız, paramiliter güçlere ve devletin faşist saldırılarına direnç oluşturmamız karşısında kamuoyu karşısında düşülen durumu kurtarmak için, devletin bizle muhatap olması için oluşturduğu bir yapıydı. Güya POL-DER’in karşısında bir de POL-BİR diye bir örgüt vardı, güya polis ikiye bölünmüştü. Hayır; gerçekte faşist bir devletin açık saldırıları vardı . Kahramanmaraş’ta, Çorum’da, Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nde, Piyangotepe’de, Şentepe’de ve her yerde…”
Kısaca, bundan 35 yıl önce oldukça hantal bir yapıdaki devlet, kendi polisi içinden çıkan ayrık otlarını temizlemek için, emniyet teşkilatı içerisindeki başka bir grubu kullanmakta sakınca görmüyordu. Ancak neo-liberal süreçle birlikte gittikçe küçülen ve yalnızca şiddet aygıtını ve yargıyı yöneten bir yapıya doğru ilerleyen devlet, bu defa da sürüden ayrılanları (siyasi motivasyonlardan yoksun gözükseler dahi) etkisizleştirmek uğruna emniyet teşkilatının bir bölümünü seferber edebilecek mi? İç güvenliğin tamamının polise devredildiği, ağır silahların polis tarafının kullanılmasının gündemde olduğu, ülke içindeki ceberrut bir yapılanmanın polis aracılığıyla ilerletildiği bir dönemde sendikalaşmanın getireceği potansiyel tehditlere göz yumulabilir mi?
Emniyet-Sen’in kurulmasının önünde yasal engel var mı?
Başlıktaki soruyu hiç dolanmadan, olanca açıklığıyla cevaplayalım: “Hayır.” O halde Emniyet-Sen kurucularının, kuruluş dilekçesini teslim etmekte hayli zorlandıkları Ankara Valiliği’nin ve polis sendikasının kanunlara aykırı olduğunu kamuoyuna duyuran, kurucular hakkında ise soruşturma başlatan Emniyet Genel Müdürlüğü’nün eylemlerinin yasal dayağını nedir? İki kurum da Türkiye Cumhuriyeti kanunlarınca, polisin sendika kurmasının yasaklandığını, polis memurlarının başka sendikalara üye olmalarının mümkün olmadığını ısrarla vurguluyor.
EGM, 13 Kasım’da yaptığı basın açıklamasıyla Birleşmiş Milletler Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi’nin 22’nci maddesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 11’inci maddesi ve Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) 151 sayılı sözleşmesinde, silahlı kuvvetler ile polis mensuplarının sahip olduğu sendikal hakların taraf devletler tarafından belirlenebileceğini işaret etmişti. EGM aynı zamanda Anayasa’nın 51’inci maddesinin ( j ) bendindeki “Emniyet hizmetleri sınıfı ve Emniyet teşkilatında çalışan diğer hizmet sınıflarına dahil personel ile kamu kurum ve kuruluşlarının özel güvenlik personeli, üye olamazlar ve sendika kuramazlar” hükmünü ileri sürerek Ankara Valiliği’nin tutumunu desteklediğini ilan etmiş, ilgili personel hakkında disiplin soruşturulması açılacağını belirtmişti. EGM’nin basın duyurusu şu satırlarla son buluyordu: “Mevcut ulusal ve uluslararası düzenlemeler çerçevesinde ülkemizde Emniyet Teşkilatı mensuplarının sendika kuramayacakları ve herhangi bir sendikaya da üye olamayacakları açıktır.”
EGM ve dolaylı olarak Ankara Valiliği, savunmalarında ısrarla bir noktanın altını çiziyorlar. İki kurum da, Anayasa’nın 51’inci maddesindeki “Sendika kurma hakkı ancak, milli güvenlik, kamu düzeni, suç işlenmesinin önlenmesi, genel sağlık ve genel ahlak ile başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması sebepleriyle ve kanunla sınırlandırılabilir” ifadesine ve 4688 sayılı Kamu Görevlileri Sendikaları ve Toplu Sözleşme Kanunu’ndaki çeşitli hükümlere atıfta bulunarak, emniyet hizmetleri iş kolunda çalışanların sendika kurma veya sendikalara üye olma hakkının bulunmadığını belirtiyorlar. EGM’nin, Anayasa’nın 90’ıncı maddesini hatırlatanlara da verilecek cevapları var. Anayasa’nın 90’ıncı maddesine göre, TBMM’ce kabul edilmiş uluslararası antlaşmalarca düzenlenen konuların, iç hukukla uyuşmaması halinde, ilgili uluslararası antlaşmalar esas alınıyor. EGM’nin görüşüne göre, imza konulan anlaşmalarda, emniyet hizmetleri iş koluna tanınacak sendikal haklar, imzacı devletlerin inisiyatifine bırakılıyor. Böylelikle EGM’ye göre, Anayasa’nın 51’inci maddesinden doğan kısıtlama, Türkiye Cumhuriyeti’nin, uluslararası antlaşmalara uygun bir biçimde aldığı bir önlem haline geliyor. Oysa durum EGM’nin ileri sürdüğü gibi değil.
Türkiye’nin de imza koyduğu ILO’nun 151 sayılı, kamudaki sendikal hak esaslarını düzenleyen sözleşmesinin 1’inci maddesindeki, “Bu sözleşmede öngörülen güvencelerin silahlı kuvvetlere ve polise ne ölçüde uygulanacağı ulusal yasalarla belirlenecektir” ibaresi, belirli bir kesimin sendika kurma hakkını elinden almıyor. Tam tersine, her iş kolunun sendikalaşma hakkı olduğunu ancak polisin sendikal özgürlüklerinin imzacı devletçe kısıtlanabileceğini belirtiyor. Yani sözleşmede bir sendika yasağından bahsedilmiyor; toplu sözleşme veya grev gibi sendikal hakların polis sendikalarına tanınıp tanınmayacağının imzacı devletin inisiyatifinde olduğu belirtiliyor. BM Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi’nin 22’nci maddesindeki “Bu madde, silahlı kuvvetler ya da polis teşkilatı mensuplarına bu hakkın kullanılmasında yasal sınırlamalar konulmasını engellemez” ifadesi ile, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 11’inci maddesinde yer alan “Bu madde, silahlı kuvvetler, kolluk kuvvetleri veya devlet idaresi mensuplarınca yukarda anılan haklarını kullanılmasına meşru sınırlamalar getirilmesine engel değildir” ifadesi de aynı biçimde değerlendirilebilir. Sonuç olarak, EGM’nin ileri sürdüğü uluslararası sözleşmelerin hiçbirinde sendika yasağına dayanak oluşturabilecek bir ifade bulunmadığı görülüyor. Anayasa’nın 90’ıncı maddesinin de, 51’inci maddedeki kısıtlamayı geçersiz kılmasıyla emniyet sendikası önünde hukuki bir engel kalmıyor.
Öte yandan, EGM ve Ankara Valiliği, çeşitli yasaları işaret ederek polisin sendika kurma hakkını gasp ederken, bir yandan da suç işliyorlar. Türk Ceza Kanunu’nun 118’inci maddesinde, bireylerin sendikal haklarını kullanmasını engelleyen kişi ve kurumların suç işledikleri açıkça belirtiliyor. EGM doğrudan, Ankara Valiliği ise yetkisi olmamasına karşın verilen dilekçeyi işleme sokmayarak (Oysa Valiliğin böyle bir yetkisi bulunmuyor. Valilik dilekçeyi kabul etmeli, evraklarda usulsüzlük veya eksiklik tespit etmesi halinde başvuranlara süre vermeli, bu sürenin sonunda usulsüzlük veya eksiklikler devam ediyorsa kapatma talebiyle iş mahkemesine başvurmalıydı. Valilik bu eylemiyle vatandaşların dilekçe hakkını da yok saymış oluyor), TCK’nın 118’inci maddesini çiğnemiş oluyorlar.
Görünüşe göre EGM ve Ankara Valiliği ya TBMM’ce kabul edilmiş uluslararası antlaşmaları yeterince incelemiyorlar ya da sendikanın gayrimeşru olduğu algısını yaratmaya çabalıyorlar. Emniyet-Sen’in kurucularından ve aynı zamanda sendikanın basın sözcüsü, emekli polis Abdurrahman Yılmaz, yaptığı bir açıklamada Anayasa’nın 90’ıncı maddesini hatırlatarak, EGM’nin bilinçli olarak kamuoyunu yanlış bilgilendirdiğini söylüyor: “Başvurumuz üzerine EGM suç işleyip, uluslararası hukuk ve Anayasa’yı çiğneyip, parlamentonun ve mahkemelerin üzerine çıkıp bu açıklamaları yapmış, Ankara Valiliği’ni de baskı altına almıştır. EGM, ‘sendika kapatıldı, iş bitti’ algısı oluşturmaya çalışıyor. EGM suç işliyor.” Ayhan Erdoğan ise meseleyi şöyle özetliyor: “En tehlikeli şey vatandaşın kanunu ihlal etmesi değil, devlet görevlisinin kanunu ihlal etmesidir. Kanunu ihlal eden devletin görevlisi olunca, o devletin çivisi çıkar. O devletin karşısında herkes haklı olarak direnebilir, çünkü zulme karşı direnmek haktır. İnsanlar haklarını kullanırken, hiçbir devlet görevlisi kanunların kendisine vermediği yetkileri kullanamaz. Bir vali yardımcısı kanuna karşı gelirse, vatandaştan kanuna uygun hareket etmesini nasıl ister?”
Dünyada emniyet çalışanları nasıl örgütleniyor?
EGM’nin iddiası, uluslararası sözleşmelere imza koyan devletlerin, polis sendikalarının kurulmasına izin verip vermeme inisiyatifini ellerinde bulundurduğu yönünde. Peki ya anılan sözleşmelerin çoğuna imza koyan diğer dünya devletlerinde durum nasıl? ABD, Almanya, İngiltere, Avustralya, Yunanistan, Slovenya, Slovakya, Romanya, Portekiz, Polonya, Norveç, Letonya, Kuzey İrlanda, Finlandiya, Danimarka, Çek Cumhuriyeti, Fransa, Kosova, İzlanda, İtalya, İsviçre, İspanya, İskoçya, Hollanda, Belçika, Bulgaristan ve Güney Afrika Cumhuriyeti gibi ülkelerde emniyet çalışanlarının ülke çapında, özelleşmiş mesleki alanlarda ve hatta eyalet veya kent çapında örgütlenmelerinin önünde bir engel bulunmuyor. 13 Avrupa ülkesinde polis sendikaları grev de yapabiliyorlar. Bu ülkelerdeki polis sendikalarının önemli bir kısmı, aynı zamanda ülkelerindeki kamu sendikaları konfederasyonlarının da üyeleri. Güney Afrika Cumhuriyeti’nde 1989’da Kurulan Polis ve Cezaevi Emekçileri Sendikası (POPCRU) yaklaşık 120 bin kişiyi temsil ederken, Güney Afrika Sendikaları Kongresi’nin de bir üyesi urumunda. ABD’deki pek çok polis sendikasından biri olan Polisin Kardeşlik Örgütü (FOP) 2 bin 100 ayrı şube aracılığıyla 325 bin çalışanı temsil ediyor. Ülkedeki polis örgütlerinin bir kısmı, AFL-CIO ve CTW gibi çatı örgütlere de üyeler. Almanya’nın önde gelen polis örgütlerinden Polisin Sendikası (GdP) ise yaklaşık 181 bin polisin hak mücadelesini yürütüyor.
Emniyet-Sen ne yapacak? Kritik konularda nerede duracak?
Emniyet-Sen kurucularının yanı sıra, EGM bünyesinde çalışan hemen hemen herkesin kabul ettiği bir takım olgular var. Ortak kanı polis memurlarının; uzun ve belirsiz saatler çalıştırıldığı, can güvenliklerinin her daim tehlikede olduğu, fazla mesai ücretlerinin ödenmediği, aynı zamanda toplamdaki ücretlerinin de düşük olduğu, sosyal haklarının korunmadığı, ufak sürtüşmeler veya anlaşmazlıklar neticesinde kolaylıkla sürülebildikleri, şiddet mağduru oldukları ve meslekleri gereği toplumla sağlıksız bir duygusal ilişki kurmaya zorlandıkları yönünde. Emniyet’in 12 Eylül’den önceki ve sonraki durumlarını gözlemleyebilenlerse, 12 Eylül sonrasında Polis Akademisi mezunu olanlar ile olmayanlar arasında ciddi statü farkları oluştuğunu, bu statü farkının en çok alt-üst hiyerarşisinde kendini gösterdiğini savunuyorlar.
Emniyet-Sen’in gerçekten de yapacak çok işi var; sendika temsilcileri ilk hedeflerinin düzensiz ve uzun çalışma saatlerini çalışanın lehine yeniden düzenlemek olduğunu söylüyorlar. Polis memurlarının düzenli olarak günde 12 saat çalıştığını, gece mesaisinde ise bu sürenin 13 saate çıktığını belirten sendika yetkilileri, diğer memur ve işçilerin haftada 40-50 saat arasında çalıştığını, polisin ise haftada en az 60 saat mesai yaptığını belirtiyorlar. Üstüne üstlük fazla mesai ücretleri de ödenmiyor. EGM, çalışanlarının fazla mesai ücretlerini tek tek hesaplamak yerine, fazla mesai yapsa da yapmasa da tüm memurlara aynı miktarda bir ek ödeme yapıyor.
Hozat’taki fişleme skandalının ardından ilçe emniyet amiri Çağlar San’ın intiharı da, sendikanın ilgilenmesi gereken konuları tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyor. Eşinin şehit yakını bir polis memuru olmasından ötürü tayini imkansız olmasına karşın Hozat’a gönderilen San, kendisinin ilçede göreve başlamasından yıllar önce gerçekleşmiş fişleme skandalının ortaya çıkmasından bir kaç gün sonra intihar etmişti. Konuyla ilgili Radikal Gazetesi’ne konuşan sendika sözcülerinden Emrullah Aksakal, emniyet bünyesindeki intiharların sayısına dikkat çekmişti: “Resmi bilgiye göre 1990-2010 arası 516 polis intihar etti. EGM 254 bin personeli için sadece 149 uzman [psikolog] görevlendirmiş durumda. Yani 1700 polise bir uzman ediyor. 83 polis kendini ‘belli olmayan’ bir nedenden dolayı öldürmüş. Biz bu ‘nedeni belli olmayan’ intiharların kurum içi mobbing olduğunu düşünüyoruz. İdareden kaynaklı olduğunu düşünüyoruz. Çağlar San’ın da böyle bir mobbinge kurban gittiği şüphesini taşıyor ve bir an önce bu olayın gerçek nedeninin ortaya çıkarılmasını istiyoruz.”
Emniyet-Sen için hazırlanmış ve sosyal medyada yaygınlaştırılan bir videoda, emniyet mensuplarının çalışma koşulları, “İnsan haklarının koruyucuları, insan haklarına aykırı çalıştırıyor…” diye özetleniyor. Emniyet hizmetleri alanındaki çalışma koşullarının, pek çok iş kolunda olduğu gibi ağır olduğu bir gerçek. Peki, “insan haklarının koruyucuları” olan polisler, çalışma koşulları düzeldiğinde bu vazifelerini daha ciddi ve insan onuruna yakışır bir şekilde yapacaklar mı? Emniyet-Sen şu günlerde ilk sınavını veriyor; sancılı bir kuruluş sürecinde, diğer tüm meslek grupları gibi, sendikal haklara sahip olduklarını kanıtlamaya çalışıyorlar. Ancak bir sonraki sınavları daha kritik; Emniyet-Sen’in, polis memurlarının (amirlerin talimatıyla veya değil) imza attığı insan hakkı ihlallerine karşı belirleyeceği tutum, bir anlamda sendikanın samimiyet testi olacak.
Polis şiddetiyle ölen Baran Tursun‘un babası Mehmet Tursun tarafından kurulan BARANSAV‘ın (Baran Tursun Uluslararası, Dünya Ölçeğinde Silahsızlanma, Yaşam Hakkı, Özgürlük, Demokrasi , Barış ve Dayanışma Vakfı) verilerine göre, 2007’de yürürlüğe giren Polis Vazife ve Selahiyet Kanunu’ndan (PVSK) sonra, 23’ü karakollarda olmak üzere tam 125 kişi polis şiddeti neticesinde yaşamını yitirdi. Polis şiddetinin son kurbanı olan Kenan Kapısız, Uşak’ta polis memurları ile vatandaşlar arasında çıkan bir tartışma sırasında başından vurularak öldü. Eylül ayında Merve Erçetin, erkek arkadaşı olan polis memurunun silahından çıkan kurşunlarla, sokak ortasında ensesine ateş edilerek infaz edildi. Temmuz ayında Emrah Barlak, trafik yüzünden tartıştığı polis memurunun 5 kurşunuyla sokak ortasında infaz edildi. Yalnızca 2012’de polis şiddetiyle yaşamını yitirenlerin sayısı, 25 Kasım 2012 itibarıyla 18’e ulaştı. PVSK’nın da etkisiyle, vatandaşların yaşam hakkına tecavüz ederken çok da tereddüt etmeyen polislerin gerçekleştirdiği yargısız infazlara sendika ne yapacak? EGM bünyesindeki psikologların yetersizliğinden, uzun çalışma saatlerinin emniyet mensuplarının psikolojisini bozduğundan mı dem vuracak, yoksa emniyetteki “insan hakkı” algısını değiştirmeye mi çalışacak?
Gazeteci İsmail Saymaz’ın deyimiyle, polisin vatandaşa “sıfır tolerans” gösterdiği belirli noktalar var. Basın mensuplarının olmadığı, kameralarca izlenmeyen, denetlenemeyen mekanlar ile saat itibarıyla hayatın olağan akışının yavaşladığı anlarda polis memurlarının saldırganlaştığı biliniyor. 4 Aralık 2010’da, bir toplantı için üç otobüsle Ankara’dan İstanbul’a giden öğrenci örgütlerinin başına gelenler, polisin kamuoyunca denetlenemediği anlarda nelere kadir olduğunu açık bir biçimde gösteriyor. Tuzla civarındaki ıssız bir benzinlikte durdurulan öğrenciler biber ve portakal gazlarına maruz kalmış, saatlerce sıra dayağı yemiş, üstelik İstanbul’a girmeleri de cebren engellenmişti.
Benzer bir olay, 31 Mayıs 2011’de Hopa’daki AKP mitingi sırasında çıkan olaylarda Metin Lokumcu’nun öldürülmesi üzerine Ankara’da gerçekleştirilen protesto eylemlerinde de gerçekleşmişti. Eylem sonrasında polis 53 kişiyi gözaltına almış, bu kişilere avukatların alınmadığı gözaltı arabalarında yaklaşık 5 saat boyunca işkence yapılmıştı. Gözaltına alınanlardan Büro Emekçileri Sendikası Danıştay Temsilcisi Hacı Özkan, o gün yaşadıklarını, gözyaşlarına da hakim olamayarak, şöyle anlatmıştı: “Hukuk devletlerinde kolluk kuvvetlerin işi insanları öldürmek, dövmek, parçalamak değil. İnsanları sağlıklı bir şekilde savcılığa teslim etmek. Bu mudur ileri demokrasi, bu mudur hukukun üstünlüğü? Orada insanlara yapılan işkenceleri hiçbir din, hiçbir ideoloji, hiçbir düşünce açıklayamaz. Ben orada yaşadıklarımı hala anama anlatamadım.”
Aynı olayın bir başka tanığı Ozan Gündoğdu ise gözaltı arabalarındaki işkencenin sistematik olduğunu ve polisin o sıradaki duygudurumu sebebiyle yaşandığını söylüyor: “Gözaltına alındıktan sonra kelepçelendik ve Akköprü’deki emniyet binasının önüne getirildik. 5 saat boyunca düzenli, sistematik bir dayak yedik. Her çevik kuvvet her eylemciye vurmak istiyor, dolayısıyla bir nöbet değişimi yşanıyordu. Arabının dışında bekleyenler, içeride dayak atanlar 10 dakikayı geçirdiği zaman, ‘aşağı inin, sıra bizde’ diye bağırmaya başlıyorlardı.”
İnsan onuruna aykırı müdahaleler yalnızca 31 Mayıs 2011’le sınırlı değil elbet. Ancak şu bir gerçek; teknolojinin getirdiği denetim mekanizmaları polisin eylemlerini kağıt üzerinde şeffaflaştırıyor gözükse de, polis bu sistemin etrafından dolaşmanın yollarını buluyor. İşkenceler gözaltı arabalarına, kimseciklerin olmadığı ıssız mekanlara kaydırılıyor. Kamera kayıtları kayboluyor, olaylar kameranın göremediği kör noktalarda gerçekleşiyor veya yine emniyet mensuplarının yaptığı görüntü incelemelerinde işkence “tespit edilemiyor.” Bu durumlar yargıya taşındığında Emniyet-Sen ne yapacak? Koşulsuz şartsız mensubunu korumaya mı çalışacak? “Bunlar münferit olaylar” veya “Her kurumun içinde bir-iki çürük elma vardır” gibi Türkiye siyasi tarihinin meşhur sloganlarını mı yineleyecek yoksa daha yapısal, insan hakları duyarlılığına sahip çözümler mi üretecek?
Emniyet-Sen kurucuları, emniyet içindeki performans sisteminden de şikayetçiler. Sendika sözcülerinden Abdurrahman Yılmaz, performans sisteminin memurları sıkıntıya soktuğu görüşünde: “Performans puanı sistemi getirilmiş ve bu da şarta bağlanmıştır. Bu performansı yapamayanlarda bir ilçeden diğer ilçeye gönderiliyor. Bu sorunların artık çözüme kavuşması gerekir.” Abdurrahman Yılmaz niçin performans sisteminde polisin kolay yoldan topladığı puanları anlatmıyor? Belki de Yılmaz, trans bireylerin performans kriterlerini gösteren belgelerde “malum şahıs” biçiminde tanımlandığını, kimi polislerin translara Kabahatler Kanunu uyarınca her gün yüzlerce farklı ceza keserek performans kotalarını doldurduklarını, bazı polislerin TC kimlik numaralarını bildiği trans bireylere hiç yoktan yere ceza kestiğini, cezaların daha sonra olup bitenden habersiz trans bireylerin adreslerine gönderildiğini bilmiyordur. Performans sistemi adı altında polis memurlarının uğratıldığı adaletsizliğin, bir başka kesime yönlendirilmesine Emniyet-Sen ne diyecek?
Emniyet-Sen yetkilileri ilk önceliklerinin polisin çalışma koşullarının düzeltilmesi olduğunu gizlemiyorlar. Sendika kurucularından Emrullah Aksakal, polisin sert müdahalelerine ilişkin bir soruya, “Saat 15’deki gösteri için saat 9’da görev alan, iaşesi uygun ve yeterli olmayan, akşam eve kaçta döneceğini bilmeyen polisin az da olsa sert müdahalesi oluyor” diye yanıt veriyor. Sendikanın, emniyet mensuplarının insan hakları duyarlılığına ilişkin tüm sorunları, olumsuz çalışma koşullarına bağlayıp bağlamayacağını zaman gösterecek.
Emniyet-Sen sarı sendika olur mu?
Aydınlık Gazetesi yazarı Yıldırım Koç, Emniyet-Sen’in kuruluşunu şöyle değerlendiriyordu: “Birçok toplantıda ‘aman dikkat, aramızda polis var!’ uyarısını duymuşsunuzdur. Artık devir değişti. Nihayet aramızda polisler de var. Ancak farklı biçimde varlar. Emniyet-Sen’i kurdular ve demokrasi mücadelesinde onlar da artık aramızda. Belki onlar da toplantılarında önce ‘aman dikkat, aramızda polis var’ uyarısını yapacaklar.”
Kuruluş tartışmalarından beri gündemde olan hususlardan biri de, Emniyet-Sen’in gelecekte iktidarla kuracağı ilişkilerin ne yönde seyredeceği. Koç’un dediği gibi, sendikanın iktidarlarla ters düşme pahasına demokrasi mücadelesi mi vereceği yoksa sarı sendika mı olacağı merak konusu. Emniyet-Sen kurucularının şimdiye dek basına verdikleri demeçlerde, televizyonlarda katıldıkları programlarda, hatta sendikanın tüzüğü ve logosu aracılığıyla verdikleri en göze çarpan mesaj, sendikanın yalnızca emek ekseninde bir örgütlenme olacağı ve siyasal unsurlar taşımayacağıydı. Logosuna KESK, Memur-Sen ve Kamu-Sen’in logolarındaki motifleri dahil etmekte sakınca görmeyen, böylelikle her kesime eşit mesafede olduğunun altını çizmeye çalışan Emniyet-Sen, Türkiye’den herhangi bir çatı örgüte katılmak niyetinde değil. Bu bağlamda Türk-İş’ten gelen teklifi kibarca reddeden Emniyet-Sen, Avrupa’daki emniyet hizmetleri sendikaları çatı örgütü Eurocop’a (Avrupa Ülkeleri Polis Sendikaları Birliği) katılma arzusunun altını çiziyor.
POL-DER tecrübesini yaşayan Ayhan Erdoğan, sendikanın konumunu belirleyecek temel kıstasın, hak arama mücadelesi olduğunu belirtiyor. Hak arama mücadelesinin polis-toplum ilişkisinde yapabileceği değişimi Erdoğan şöyle anlatıyor: “Polis bir sendikal hak mücadelesine girdiği zaman, başka hak arayanların karşısında müdahaledeki orantısı değişir. Bizde polisin müdahalesi değil, orantısız müdahalesi hakkında şikayet vardır. Müdahale amirlerin emriyle olabilir. Ama oradaki orantısızlık, gözaltına alındığı andan itibaren korumasını, güvenliğini sağlaması gereken kişilere işkence haline dönüşüyor. Polis, yerde oturan bir kızın suratına tekme atıyor. Bu duygulardan kurtulmanın yolu, kendisinin de bir emek sarfettiğini, bu emeğinin karşılığını alamadığını, kendisinin de bir emekçi olduğunu algılamaktan geçer.”
Ancak sendika kurucuları hak arama mücadelesinin ne derecede yürütüleceği konusunda çok da açık değiller. Bir yandan Emniyet-Sen’in 1 Mayıs’larda meydanlarda olabileceğini ifade ederken, bir yandan da emniyet mensuplarının toplumsal olaylar karşısında gösterdiği refleksleri onaylayan ifadeler sarf ediyorlar. Abdurrahman Yılmaz, kanunda belirtilen sınırları aşmadan hak arama mücadelesi yapacaklarını söylüyor ve ekliyor: “Tepkiler illa sokağa çıkıp ortalığı yakıp yıkmakla olmaz. Memurlar normal gösteri ve yürüyüş yaptıklarında ben polisin çok şiddetli müdahale ettiğini görmedim. Polis, grup çığırından çıkıp kontrolü kaybettiğinde müdahale ediyor. Bunu yapan polis de olsa asker de olsa, hangi devlet memuru olursa olsun, işler bu safhaya geldiğinde polis mutlaka görevini yapacaktır.”
Emniyet-Sen’in temkinli tavrını, POL-DER ve POL-BİR hakkındaki tartışmalarda da koruduğu gözleniyor. 12 Eylül öncesindeki ikiliğin emek mücadelesinden farkını ortaya koyarken, Yılmaz “ideolojik yapılanma”nın altını çiziyor: “1980 öncesi dönemde POL-DER ve POL-BİR denen iki yapılanma vardı. İkisi de tamamen ideolojik amaçlarla kurulmuştu. Sendika 167 yıllık emniyet tarihinde hiç olmadı. O yüzden sendikayı geçmişteki olumsuz örneklerle bir tutmamak lazım.”
Emniyet-Sen, temel amacının emniyet mensuplarının çalışma koşullarını düzeltmek olduğunu defaatle belirtiyorsa da, polis denince akla gelen her türden insan hakkı ihlali, istese de istemese de sendikanın karşısında duruyor. Sendika suya sabuna dokunmadan, polis ile toplum arasındaki ilişkiyi düzeltmeye kalkmadan, yalnızca çalışma koşulları ve özlük haklarının iyileştirmesi için faaliyet yürüten bir lobi kuruluşuna dönüşebilir. Durum böyle olursa Emniyet-Sen’i başka yazılara konu etmeye de pek gerek kalmaz. Ancak sendika, polislerin de toplumun geri kalanı gibi emekçi olduğunun, eşit haklar mücadelesinin toplumsallaşması gerektiğinin savunuculuğunu da yapabilir. Bu iki ihtimalden birincisi toplumsal uzlaşıya katkı yapmazken, diğeri ilerici bir misyon yükleniyor. Bir de üçüncü yol var. Emniyet-Sen’in sarı sendika olmaya kalkması, iktidarın polisi rolünü benimsemesi olasılığı, tüm toplum için tehlikenin büyümesi anlamına gelir. O zaman, halkı iktidarın polisinden kimin koruyacağı başka bir tartışmanın konusu.