Türkiye’deki savaş karşıtı hareketin önemli isimlerinden Ercan Aktaş, Sivas’ta doğup büyümüş, üniversitedeyken örgüt üyesi olduğu gerekçesiyle 9 buçuk yıl hapis yatmış bir Kürt. Aktaş, önce yaşadığı köyün 12 Eylül’de “sakıncalı” ilan edilmesiyle sol düşüncenin tehlikeli olduğunu öğrendi, ilkokuldayken karşılaştığı ayrımcılıkla Alevi kimliğinin farkına vardı, Türkiye’deki savaşa karşı çıktığında ise Kürt kimliğini algıladı. Cezaevinden çıktıktan sonra vicdani reddini açıklayan ve savaş karşıtı hareketin örgütleyicilerinden biri haline gelen Aktaş, yaşadığı süreçleri ve Türkiye’deki vicdani ret algısını Türkiye’den Şiddet Hikayeleri’ne anlattı.

Röportaj: Doğu Eroğlu

Devletle ilk defa çocukken, bir kış gecesi tanıştım. Mahallede bir kalabalık vardı, annem bizi eve soktu ve pencereye çıkmamamızı söyledi. Askerlerin gece evleri bastıklarını ve mahalledeki tüm erkekleri götürdüklerini sonradan öğrendik. Birkaç hafta sonra geldiklerinde saçları, tırnakları yolunmuştu, korkunç işkencelerden geçmişlerdi. Sivas’ın Merkezkılıçlar Köyü’ne 12 Eylül’ün ilk etkisi bu şekilde oldu.

Darbeyle birlikte köyün bu baskılarla karşılaşmasının sebebi neydi?

Alevi olmamızmış. Ortaokuldayken arkadaşlarım hep, “Sizin evinizi basacaklar” derlerdi. Nedenini sorduğumda, “E siz Ramazan’da yemek yiyorsunuz” diye cevap verirlerdi. Oysa bana sorsan, bizim köyde her zaman yemek yiyoruz. Alevi-Sünni çatışmasını ilk bu şekilde fark ettim. Benim o güne kadarki algımda böyle bir farklılığa yer yoktu ancak, “Siz Ramazan’da oruç tutmuyorsunuz” sözleri hepimizin aynı olmadığını bana öğretti.

Ötekileştirildiğinizi ilk öyle mi fark ettiniz?

Evet. Aslında anadilimiz de farklıydı ancak köyümün Türkçe’nin baskın hale getirildiği bir Kürt köyü olmasından ötürü Kürt kimliğim yüzünden bir sorunla karşılaşmamıştım. Türkçe’yi çok düzgün konuştuğum için köydeki büyükler tarafından örnek gösterilirdim, işte bu yüzdendir ki ayrımcılıkla ilk karşılaşmam Kürt olduğum için değil, Alevi kimliğimden ötürü oldu.

Yaşıtınız Alevi arkadaşlarınızla bu durumu değerlendirir miydiniz? Onlar ne düşünüyorlardı?

Köylerden gelen öğrencilerin kaldığı öğrenci evlerimiz vardı bizim. Bir süre sonra oralarda hikâyeler anlatılmaya başlandı. Daha siyasetin, aidiyetin, Kürt’ün, Türk’ün ne olduğunu bilmiyorken, solcu olduğu için yakalanan, cezaevlerinde işkenceler görenlerin yaşamlarını konuşmaya başladık. Daha sonra Halit Çelenk’in “İdam Gecesi Anıları” kitabı elden ele dolaşmaya başladı. Hepimiz ağlayarak okuyorduk, “Alevi olmak başka bir şey, ama demek ki bir de sol ve sosyalizm var. Biz de solcuymuşuz” demeye başladık. Okul idaresi de bizdeki değişimi fark etti ve bizim okulda, ders aralarında bir araya gelmemiz yasaklandı. Ancak dışarıda sürekli birlikteydik, aramızda siyasi bir bağ oluşuyordu. Birbirimizin köylerine gidip o köylerde yaşanan hikâyeleri dinlemeye başladık.

Siyasi bilincinizi edinmeye başladığınız o dönemde, sınıfınızda ve okulunuzdaki diğer arkadaşlarınızla ilişkileriniz nasıl gelişti?

Arkadaş gruplarımızın ne derece ayrıştığının çok sonra ayırdına vardım. Lisede bir münazara yarışması yapılıyordu ve tartışma konusu şuydu: “Halk müziği mi, arabesk mi?” Biz halk müziğini savunuyorduk, Ahmet Kaya’nın, Selda Bağcan’ın, Zülfü Livaneli’nin kasetlerini götürüp sınıfa anlatıyorduk. Diğerleri ise Orhan Gencebay’ı, Ferdi Tayfur’u anlatıyorlardı. Sonra da şöyle bir şey gözlemledim; sınıfın pencere tarafında bize en uzak siyasi görüşteki arkadaşlar, duvar tarafında yani solda biz, ortada ise genellikle tüccar ailelerin, esnafların çocukları oturuyordu. Mutlaka arada geçişkenlikler vardı ama sınıfta geçirdiğim her an bu ayrımı hissedebiliyordum.

Alevi ve solcu kimliklerinizle ilköğretimde tanıştınız. Kürt kimliğinizle tanışmanız nasıl oldu?

Lisedeyken Cumhuriyet Gazetesi’ni takip ederdim; Oktay Akbal’ın, İlhan Selçuk’un yazılarını altını çize çize okurdum. Kürt meselesini de Cumhuriyet ne kadar anlatıyorsa o kadar biliyordum. Sivas Cumhuriyet Üniversitesi’ne başladıktan sonra durum değişti. Önce Özgür Halk Dergisi’ni okumaya başladım. Bir gün elime İsmail Beşikçi’nin fotokopiyle çoğaltılmış “Devletlerarası Sömürge Kürdistan” kitabı geçti. Yıllar önce İdam Gecesi Anıları’nı okurken nasıl “Demek ki biz de solcuymuşuz” diye kafamda şimşekler çaktıysa, Beşikçi’nin kitabını okurken de tüylerim diken diken oluyordu. Halepçe Katliamı’nın televizyonda yayınlanan görüntüleri ve o sıralarda, yani 1992’de Nusaybin’de Newroz sırasında yaşanan katliam bende farklı duygular yaratmaya başladı. Sonrasında üniversitedeki faaliyetlere aktif bir şekilde katılmaya başladım. Alevi olduğumu, emekçi bir aileden geldiğimi fark edişim gibi, bu defa da Kürt olduğumun ayırdına varıyordum. Yine o dönemde ev arkadaşım bir gün bana geldi ve bir arkadaşımızın Kürtçe kaset getirdiğini söyledi. Çok şaşırmıştım, kendi kendime “Kürtçe cümle kurulabilir mi? Kürtçe müzik olabilir mi?” diye sorduğum bir dönemdeydim. O kaset Şivan Perwer’inmiş meğer.

Köyde hiç Kürtçe şarkı söylenmiyor muydu?

Bir tek cenazelerdeki ağıtlar vardı. Köydeyken okulda Kürtçe konuşmak zaten yasaktı. Her mahallede birer jurnalci seçilmişti; mesela amcamın oğlu onlardan biriydi, jurnalcilerin kimler olduğu bilinirdi. Kürtçe konuşanları hemen öğretmene söylerlerdi. Aile içinde de Türkçe konuşuluyordu. Anlayacağınız, gündelik hayatımızda Kürtçeyi kullanamazdık. Ben de liseyi bitirene kadar asimilasyonun öngördüğü profile son derece uygundum.

Fikirlerinizdeki dönüşümle beraber, üniversite döneminizde faaliyetleriniz nasıl şekillendi?

Sorgulamalarım derinleştikçe Kemalizm çizgisinden çıkıp sosyalizme doğru kaydım. Üniversitedeki faaliyetlerin bir süre sonra yetmediğine karar vererek, Sivas’tan İstanbul’a geldim. Sonra 1994’te Ankara’da gözaltına alındım ve yargılandım. Birlikte çalıştığım arkadaşlarım yakalanmışlardı ve benim hakkımda verdikleri ifadeler vardı.

Hangi iddiayla yargılandınız?

Örgüt üyeliğinden. Mahkememiz 2 buçuk ay sürdü ve örgüt üyeliğinden 9 buçuk yıl aldım. O zamanlar, “Ya dağda, ya şehirde ya da zindanda olacaksın” diye düşünüyordum. Madem ki zindanda olacaktım, arkama dönüp bakmamaya, ne zaman çıkacağımı düşünmemeye karar verdim. O kadar inatlaşmıştım ki, 1999’a dek ne zaman dışarı çıkacağımı bile bilmiyordum.

Cezaevinde nasıl bir atmosferle karşılaştınız?

PKK içerisinde bir sürü farklı sosyal gruplar, insanlar vardı. Dışarıda bu işin ideolojik politikasını, örgütlenmesini yapıyordum ama halkın, sınıfın, küçük burjuvanın nasıl bir şey olduğuna cezaevinde tanık oldum. Bir de örgüte ait olma durumu vardı; istiyordum ama kendimi bir türlü öyle hissedemiyordum. Cezaevindeki ilk 5 yılda korkunç bir çatışma ve tartışma ortamının içindeydim. O sırada hep, “Zaten devletin elindeyiz, neyi paylaşamıyoruz ki?” diye düşünüyordum. O süreçte bende en derin iz bırakansa ölüm oruçlarıydı. 1996’da ölüm oruçları başladığında, köy yakmalar, infazlar, faili meçhuller, gözaltında kayıplar hızla devam ediyordu. Tansu Çiller’in askeri parkayı sırtına geçirdiği dönemdi. Dışarıdaki bu gelişmeler, cezaevindeki tüm gruplarda psikolojik bir travma yaratmıştı.

O sırada cezaevindeki şiddet de arttı mı?

1996’da Diyarbakır Cezaevi’nde 10 kişi kalaslarla, demir çubuklarla katledildi. Cezaevinde ölenlerin cenazeleri dışarı çıkartılmayıp bekletiliyordu çünkü sadece Diyarbakır’da değil, Erzurum’da da, Ankara’da da korkunç şeyler yaşanıyordu. Cezaevlerine hep devletin bir şekilde müdahale edeceği beklentisi vardı. Buna karşı olarak da ölüm oruçları başladı. Bir insanın bedenini ölüme yatırması olayına ilk defa tanık oluyordum. Biz, “Yaptığımız eylemlerde bedenlerimizi ölüme yatırmamalıyız” diyorduk. Diğer sosyalist gruplar ise ölüm orucunu destekliyorlardı. Bursa’da üniversite öğrencisiyken alınmış Hicabi Küçük, 1996’da ilk kaybettiğimiz arkadaştı. Devamında iki arkadaşımızı daha kaybettik.

1999’da Abdullah Öcalan’ın yakalanması cezaevini nasıl etkiledi?

PKK daha çok fiziğe, güce dayanan bir yapıdaydı. Dağda en iyi silah veya yük taşıyan gerillanın öne çıkması gibi, örgüt hiyerarşisi içinde tercih edilenler de en iyi biat edenlerdi. Benim gibi farklı şeylere de bulaşmış, ağzı laf yapan kişilere “Sen küçük burjuvasın, Kemalist eğitim okullarından geçmişsin” denirdi. Bireysellik gibi kavramlar çok ifade edilemezdi; konuşmalarda bireysellik konusu açıldığında hemen “Ercan arkadaş gibi” dendiğini, önemli tartışmalarda gözlerin bana çevrildiğini hatırlarım. 1999’da Öcalan’ın yakalanmasından sonra çok sarsıldık, ama bir yandan da kendimi daha özgür olarak ifade edebileceğim bir süreç başlamış oldu. Hepimizin ruhsal travma yaşadığımız o süreçte cezaevlerinde kendini yakma eylemleri başlamıştı. Bursa’da da benzer olaylar oldu ve 24 saat birbirimizi gözlemeye, kendini yakan olmasın diye nöbet tutmaya başladık. Buna rağmen teşebbüsler gerçekleşti.

Vicdani retten ilk olarak nasıl haberdar oldunuz?

Cezaevindeyken Yıldırım Türker’in bir makalesinde Mehmet Bal’ın hikâyesini okudum. Ülkücü bir insan olan Bal, askeri cezaevinde Türkiye’de kamuoyunun bildiği ilk vicdani retçi olan Osman Murat Ülke ile kalıyor. Sonrasında vicdani reddini açıklayan Bal, cezaevinde korkunç işkencelere maruz kalıyor. Benim de devlete büyük bir öfkem vardı ve hiçbir şekilde ona ait olmak, askerlik yapmak istemiyordum. Mehmet Bal’ın hikâyesi bana yol gösterdi ve cezaevindeki arkadaşlarla vicdani reddi tartışmaya başladık.

9 buçuk yılın sonunda cezaevinden çıkınca beni alıp karakola götürdüler ve askerlik işlemlerimi yaptılar.  “Senin askeri birliğin şurasıdır” deyip, zarfımı verdiler. Sonra 10 yıldan uzun zamandır görmediğim ailemin yanına, İstanbul’a gittim ve askerlikle ilgili hiçbir adım atmadım. 2005’te de vicdani reddimi açıkladım.

Vicdani retçi Mehmet Bal için yapılan basın açıklamasından bir kare. Fotoğraf: Nilgün Yurdalan

Vicdani retçi Mehmet Bal için yapılan basın açıklamasından bir kare. Fotoğraf: Nilgün Yurdalan

Vicdani reddinizi açıkladıktan sonra devletle yeniden muhatap olmak durumunda kaldınız mı?

İlk başlarda endişeleniyordum; akşam oldu mu dışarılarda kalmazdım, polis noktalarından uzak durmaya çalışırdım, geceleri şehirlerarası yolculuk yapmazdım. Ailem de aynı endişelere sahipti, akşam eve gelmekte birazcık geciksem, “Nerede kaldın?” diye ararlardı. İlk 2 yıl boyunca bu korkuları yaşadıktan sonra duruma alıştım ve sokaktaki eylemlere, etkinliklere katılmaya başladım, hala da tüm bunların içerisindeyim. Yani vicdani retçi olmamdan ötürü devletle muhatap olmadım.

Savaş karşıtı hareketin içerisinde ne zamandır bulunuyorsunuz? Hareketin şu anki durumu nedir?

2004’te cezaevinden çıkar çıkmaz savaş karşıtı hareketin içine girdim. 2009’da yaptığımız toplantılarda Barış İçin Vicdani Ret Platformu ortaya çıktı. Platformu oluştururken üç temel sözümüz vardı. Birincisi; savaşı görmek, ona karşı söz ve eylem geliştirmek zorundaydık. İkincisi; vicdani ret kişilerden ve rakamlardan çıkmalı, bu coğrafyada vicdani ret toplumsallaşmalıydı. Üçüncüsü; kışlada yaşanan asker cinayetleri vardı ve bu cinayetler kamuoyuna duyurulmalıydı. 2009’da sorsaydınız Türkiye’de kaç vicdani retçi olduğunu söyleyebilirdim, hepimiz birbirimizi tanıyorduk. Ancak şu an kaç vicdani retçi var bilmiyorum. Sosyalist gruplarda, Kürt hareketinde, Müslüman gruplar ve ülkücüler arasında çok sayıda vicdani retçi mevcut.

Vicdani ret hareketi, savaşa destek olan unsurları geriletmeyi başarabildi mi?

Yetersiz bir yerdeyiz. Vicdani reddimizi açıklarken hep, “Ortada bir savaş var ve biz savaşın insan malzemesini kurutmak için onun bir parçası olmayacağız” dedik. Bu sözler yeterli değil; daha başka şeyler yapılmalı, daha görünür olunmalı. Türkiye’de gerçek manasıyla savaş karşıtı bir hareket oluşmadı. 2004’te ABD’nin Irak işgaline karşı binlerce insan Kadıköy’de dünyanın hiçbir yerinde olmadığı kadar kalabalık bir eylem yaptı ama Türkiye’nin kendi savaşına dair böyle kitlesel bir eylem gerçekleştirilmedi. Savaş karşıtı hareketin anti-militarist söylemi püriten bir biçimde oluşturuldu. Savaşa ve şiddetin her türlüsüne karşı olmak türünde bir cümle kuruldu ve bu cümlenin arkasına saklanılarak yaşanan savaş görülmedi. Bizim böyle bir tasarrufumuz olamaz; korkunç devlet şiddetine karşı sokakta, eylemde olan çocukları görmemek ve o çocukların attığı taşı şiddet olarak görmek anlayabileceğim bir şey değil.

Vicdani reddin yeteri kadar toplumsallaşamaması, yasal düzenleme eksikliğinden mi ileri geliyor yoksa bu konudaki algıda mı sorun var?

Ercan Aktaş bir basın açıklaması sırasında.

Ercan Aktaş bir basın açıklaması sırasında.

Türkiye’de yaklaşık 500 bin asker kaçağı var. Asker kaçakları sivil ölümü vicdani retçilerden çok daha ağır yaşıyorlar. Bugün yüz binlerce insan, kışlanın bir parçası olmamak için her şeyi yapıyor; kaçıyor, sigortalı işlerde çalışmıyor, çocuğunu kendi üzerine kaydettiremiyor, evlenmiyor… Asker kaçakları ile vicdani retçilerin farkı, devlet şiddetine maruz bırakılan retçilerin basında görünür olması. Bir vicdani retçi şu an yakalansa, 5 dakika içerisinde ciddi bir kampanya örgütlenir. Ancak asker kaçaklarının neler yaşadığı meçhul. 2002-2009 yıllarında asker kaçağı olan İnan Süver korkunç şeyler yaşadı ve her şeyi tek başına göğüsledi. 2009’da vicdani reddini açıkladıktan sonra yine cezaevlerine konuldu ama bu kez aynı eziyetleri yaşamadı. Çünkü görünüyordu, açıktı ve arkasında bir destek vardı.

Vicdani reddi toplumsallaşmaktan alıkoyan bir şiddet algısı var. Vicdani ret, “cezaevinde yatmak, işkence görmek” olarak algılanıyor çünkü ancak bir vicdani retçi arkadaşımız cezaevine konduğunda kampanya yürütüyor ve görünür oluyoruz. Bu yüzden de dışarıdan bakanlar vicdani reddi hep ağır bir bedel olarak değerlendiriyorlar. Vicdani reddin, ret açıklayanların sayısından bağımsız olarak, görünürlüğünün artıp geniş kesimlerce tartışılarak toplumsallaşması gerekiyor. Bu da Türkiye’de militarizmin ve şiddetin sorgulanmasını, savaşa karşı etkili bir sesin yükseltilmesini beraberinde getirecektir.