Doğu Eroğlu (28 Nisan 2013 BirGün Gazetesi)

Polisin tırmandırdığı toplumsal şiddet olaylarının faturasını kitlelerin iletişim becerilerine kesen İçişleri Bakanlığı arabulucu yöntemini denemeye hazırlanıyor. Polis, sahip olduğu şiddet tekelini sağlamlaştırmak için yeni yollar ararken arabulucuların varlığı anlamsızlaşıyor.

Emek Sineması’nın yıkılmasını protesto etmek için toplanan ve önemli bir kısmı sinema çevrelerine mensup kişilerin, su ve biber gazlarıyla karşılaşması pek çoklarını şaşırttı. Toplumsal muhalefet olaylarına, gösteri ve protestolara aşina olanların yaptığı ortak yorum, “Eskiden hangi eyleme sert müdahalede bulunulacağını, hangi eyleminse olaysız geçeceğini tahmin edebilirdik; artık polisin ne yapacağını kestirmek mümkün değil” biçimindeydi.

Takındığı ötekileştirici, her türlü toplumsal muhalefeti terör kavramıyla özdeşleştiren üslubuyla hatırlanan İdris Naim Şahin’den sonra İçişleri Bakanlığı koltuğuna oturan Muammer Güler, görevinin ilk aylarında İstanbul Valiliği günlerinden edindiği “Gazcı Muammer” namına yakışır bir profil çizdi. Emniyet, en barışçıl gösterilere bile fiziksel müdahalede bulunma âdetini Güler döneminde de sürdürdü; ancak toplumsal olaylardaki sorunların orantısız güç kullanan, saldırgan polisten değil de, kitlelerin iletişim konusundaki beceriksizliklerinden kaynaklandığını tespit eden Güler yönetimi, arabulucu formülünü devreye soktu. İçişleri Bakanlığı’nın yayınladığı son yönergeye göre, HDK heyetinin Sinop ziyaretinde linç girişimcilerini koruyan, Dicle Üniversitesi’ni basan Hizbullah güçlerine arka çıkıp öğrencileri darp eden, Emek protestosunda ise iletişim kurulması son derece basit olan bir kitleyi güç kullanarak dağıtma yoluna giden polis, “arabulucu” olarak görevlendireceği kişileri kullanarak olayları başlamadan bitirecek. İfade özgürlüğü ve demokratik ifade biçimleri ile toplantı ve gösterileri düzenleyen kanunların öğretileceği arabulucular, hâlihazırda amirlerin yaptığı görevi üstlenip, göstericiler ile polisin iletişimini sağlayacak. Ancak polisin elindeki silahlar gittikçe ağırlaşırken İçişleri Bakanlığı’nın bu çabasının neyi, nasıl değiştireceği gizemini koruyor.

Polis distopyasına doğru

Emniyet kuvvetlerinin son yıllardaki yenilik hamleleri arabuluculuk yöntemiyle sınırlı değil. Ancak diğer yaklaşımlar, arabuluculuk yönteminin diyalog iddiasının yanından bile geçmiyorlar. İlk defa Mayıs 2012’de deneme amaçlı olarak 6 bin adet satın alınacağı duyurulan teleskopik batonlar, diğer bir deyişle demir coplar, kamuoyunun gözünü bir anlığına korkutmuştu. Neyse ki Emniyet teşkilatı çok geçmeden bir açıklama yaparak, alüminyum ve çelikten üretilen, boyu 65 santime dek uzayan bu copların çevik kuvvet polislerine dağıtılmayacağını, dolayısıyla copların toplumsal olaylarda kullanılmayacağını belirtmişti. Aynı açıklamalarda, polisin copları kullanmaya başlamadan önce eğitimden geçeceği, söz konusu coplarla hayati bölgelere vurulmayacağı da ifade edilmişti. Benzer açıklamalar, biber gazı hakkında da yapılmış, “Gazımız sağlıklı ve organiktir, öldürmez” dense de pek çok vatandaş gazın yarattığı etkiler yüzünden yaşamını yitirmişti. Anadolu Ajansı’nın, “Açılırken çıkardığı sesten dolayı suçluda psikolojik etki yaratacağı da düşünülüyor” diye tanıttığı coplar gerçekten de henüz çevik kuvvetin eline geçmedi. Lakin bu, yurdun çeşitli yerlerinde copların orantılı orantılı kullanılmadığı anlamına da gelmiyor.

Aynı dönemde Emniyet’in adının karıştığı bir başka yenilik de, ABD’de üretilen yeni bir savaş teknolojisi olan Sessiz Bekçi (Silent Guardian) isimli elektronik kitle durdurma aygıtıydı. Aygıt, konuşlandığı alanın 50 ila 250 metre yarıçapında etkili oluyor; yaydığı mikrodalga ışınlar bölgede istenmeyen kişilere yöneltildiğinde, dokuda yanık travmasına benzer bir his yaratarak kişileri alandan uzaklaştırıyordu. Cihazın toplumsal olaylarda olası kullanımı halinde Sessiz Bekçi insansızlaştırılmış bölgeler yaratacak, bu bölgelere yaklaşanları ise yakacaktı. Üretici firma Raytheon her ne kadar cihazın on binlerce defa denendiğini ve insan vücudunda kalıcı hasara yol açmadığını söylese de, henüz kimse cihazı kullanmaya cesaret edemediği için olası sonuçlar kestirilemiyor. Raytheon ile cihazın özelliklerini öğrenmek adına 2012’de İstanbul’da bir toplantı yapıldığı biliniyorsa da, Emniyet’in Sessiz Bekçi’ye olan ilgisinin sürüp sürmediği meçhul. Kim bilir, belki de Emniyet yetkilileri işkence ve kötü muamelenin önlenmesi için oluşturulmuş İstanbul Protokolü’nü anımsamışlardır…

Arabulucu: Bir emniyet maasalı

Arabuluculuk yönteminin uygulamadaki tezahürü ve olası sonuçları, Vatikan’da yeni bir papa belirleneceği zaman toplanan Konklav’a mal edilmiş ancak Vatikan’ca yalanlanan, tarihçiler tarafındansa gerçekliği sorgulanan bir âdeti akla getiriyor. Söylentiye göre, 9 ila 11’inci yüzyıllar arasındaki bir tarihte yaşadığı iddia edilen Jean de Mailly, kadın olmasına karşın erkek sanılarak Papa seçilmiş, Papa Sekizinci John ismini almıştı. Efsane burada sonlanmıyor. Jean de Mailly’nin papa seçilmesi, iddiaya göre Konklav’daki papa seçilme kriterlerine bir yenisini ekliyor. Buna göre papalığa getirilen kardinal seçim sonrasında, oturağında delik bulunan bir sandalyeye oturur ve bir muayeneci, erkekliğinden emin olmak adına sandalyenin altındaki boşluğa elini uzatıp yeni papanın testislerini yoklar. Sonuç olumluysa, “Duos habet et bene pendentes” yani, “İki taneler ve düzgünce sarkıyorlar” denir. Vatikan’ın varlığını hiçbir zaman kabul etmediği bu yöntem, gerçekte uygulansa bile son derece farazi olurdu. Zira Katolik Kilisesi gibi eril ve patriarkal bir kurumun ne kadınları, ne de eşcinseller veya trans erkekleri üst kademelere kabul etmediği, kardinal veya papa olarak seçmediği biliniyor. Dolayısıyla hiyerarşinin tepesine ulaşabilenler yalnızca erkekliğinden şüphe duyulmayanlar oluyor. Yeniden temel meseleye, ara buluculuk yöntemine dönersek; gerçekten de Konklav’ınkine benzer bir teste ihtiyaç var mı? Polisten kaynaklandığı bilinen bir sorun, sorumluyu başka yerlerde arayarak çözülebilir mi? Toplumsal şiddet olaylarının, polis memurlarının eksik eğitimlerinden, olmayan insan hakları duyarlılıklarından, hukuk konusundaki cahilliklerinden, çalışma şartlarının yarattığı saldırganlıktan ve hor görülen toplumsal konumlarından kaynaklandığı herkesçe biliniyor. Hem İçişleri Bakanlığı, hem de Emniyet Genel Müdürlüğü şiddetin kökeninde yatanların farkında, ancak yapısal olmayan bir çözümle sorun geçiştirilmeye çalışılıyor. Polisin başvurabileceği şiddet araçlarını çeşitlendiren İçişleri Bakanlığı’nın yaptığı diyalog çağrısı oldukça anlamsız gözüküyor.