Doğu Eroğlu (12 Mayıs 2013 BirGün Gazetesi)

AKP iktidarı, güvenlik, atık korunumu ve şişmeye müsait enerji pazarı gibi meseleleri cevaplandırmaksızın nükleer enerjide ısrar etmeyi sürdürüyor. Tüm bu somut kaygılar, nükleer enerjiye ilişkin toplumsal-ekonomik tartışmaları bile geri planda bırakıyor.

1986’daki Çernobil Felaketi’nden sonra, kamuoyunun radyasyonla ilgili endişelerini gidermek için basın mensuplarıyla bir araya gelen dönemin Sanayi ve Ticaret Bakanı Cahit Aral, “Dininize, imanınıza inandığınız gibi biliniz ki, Türkiye’de kesinlikle böyle bir tehlike mevcut değildir” açıklamasını yapıyordu. Çok uzak değil, 2012’deki Okul Sütü Programı çerçevesinde dağıtılan sütlerin binlerce ilkokulluyu zehirlemesi sonra konuşan Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer, “Süte karşı bir hassasiyet olabilir” derken, Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç ise meseleye, “Üzücü bir olay ama büyütülecek bir durum değil. İlk kez içildiğinden, aşırı doz nedeniyle rahatsızlanmış olabilirler” diye açıklama getiriyordu. Dolayısıyla, Türkiye devlet geleneğinin vatandaşlarına, “Devletin elinden hiçbir şey alma!” mesajını verdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. AKP de dâhil olmak üzere, Türkiye’deki tüm iktidarlar vatandaşlarıyla böylesine çarpık ilişkilere sahip olmuşken, Sinop ve Akkuyu’ya yapılması planlanan nükleer enerji santrallerine niçin karşı çıkıldığını anlamamakta ve antika kalkınmacı tezlerde direten iktidar hepimizi şaşırtıyor.

Nükleer çöpte yeni adres Türkiye mi?

Türkiye nükleer enerjiyle tanışmadan, işbaşındaki kurumlar sayesinde hâlihazırda nükleer çöplük olma yolunda ilerleyen bir ülke. İzmir Gaziemir’de, radyoaktif ve ağır metallerin gömüldüğü tespit edilen fabrika arazisini çevreleyen tel örgüleri yeterli önlem sayan bir Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’ndan, 1987’de taraf olduğu Nükleer Materyallerin Korunumu Konvansiyonu’na göre, bölgedeki ekolojik zararı giderip sağlık risklerini ortadan kaldırması gerektiği halde sorumluluk üstlenmeyen bir Türkiye Atom Enerjisi Kurumu’ndan bahsediyoruz. Üstelik Gaziemir Türkiye’nin ilk nükleer çöplüğü de değil. 1997’de ortaya atılan iddialara göre, 1987 yılında yaklaşık 2 bin ton nükleer atık Isparta ve Konya’da gömülmüş veya yakılmıştı. Şu anda İzmir Konak Belediye Başkanlığı görevinde bulunan, dönemin CHP İzmir Milletvekili Hakan Tartan’ın bu iddiaları içeren 10 Mart 1997 tarihli soru önergesi, Çevre Bakanlığı tarafından iki hafta içinde yanıtlanmıştı. Bakanlığın rekor sürede yaptığı araştırmalarda nükleer atığa rastlanmamış, 1987’de Almanya üzerinden Isparta’ya getirilen atıkların ise radyoaktif özellikte olmadığı belirlenmişti. Gelelim günümüze: TAEK tarafından düzenli olarak yapılan çevresel gama doz hızları ölçümlerinde Türkiye ortalaması saatte 95 nanosievert olarak belirlenirken, ağır sanayi bölgelerinde ise bu değer saatte 150-180 nanosievert arasında gözleniyor. Peki ya tek ağır sanayi tesisi, atıkların yakıldığı iddia edilen Göltaş Çimento Fabrikası’ndan ibaret olan Isparta’da bu değerin saatte 300 nanosievert (Türkiye’deki en yüksek ölçüm değeri) olarak gözlemlenmesinin sebebi ne? Bizzat nükleer enerji üretmemesine karşın yaşanan nükleer skandallar göz önünde bulundurulduğunda, Türkiye’nin kısa zamanda Kuzey Amerika’nın kimyasallarının depolandığı Meksika veya Avrupa’nın nükleer çöplüğü konumundaki Afrika gibi olmayacağımızın garantisini kim verebilir?

Tüp kaçağı değil, radyoaktif sızıntı!

Geçmişte, mutfak tüplerinin en az nükleer santral kadar riskli olabileceğini ifade eden Erdoğan, nükleer santrallerin güvenliğini eleştirenlere, “Kaza yapar diye arabaya, düşer diye uçağa binmeyecek miyiz?” cevabını veriyor. Enerji Bakanı Taner Yıldız ise Sinop’a kurulacak nükleer santral için Japonya’nın tercih edilmesine, “Japonya’yı her türlü kötü duruma karşı kendisini geliştirebildiği için seçtik. Nükleer santral, Japonya’nın kendisini sınayacağı bir sınav haline gelmiştir” diyerek açıklık getiriyor. Erdoğan ve Yıldız ya Fukuşima Dai-ichi Nükleer Santrali’nde olanlardan habersizler, ya da adları gibi bildikleri gerçekleri kamuoyundan gizlemeye, daha doğrusu meseleyi örtbas etmeye çalışıyorlar. Japon Hükümeti’nin enerji şirketi TEPCO’nun baskısıyla, felaketten sonra Fukuşima eyaletinin gerekenden çok daha az bir bölümünü tahliye edebildiğini ve halkı kaderiyle baş başa bıraktığını; bölgedeki radyasyon oranlarının hala çok yüksek olduğunu; radyasyonlu tarım ürünlerinin tüm Japonya’ya dağıldığını; soğutulan yakıt çubuklarının saklandığı havuzların yıkılma riskinin ve sızıntıların hala sürdüğünü, nükleer hamlesi yapan bir başbakan ve enerji bakanının bilmemesine imkân var mı?

Hedef nükleer pazarı

Geçtiğimiz yıl görüşme fırsatı bulduğum Japon araştırmacı Yasufumi Suezawa, Japonya’daki nükleer enerji gerçeğini şöyle açıklamıştı: “70’lerde çıkan ve hala yürürlükte olan bir yasa, enerji şirketlerine ciddi devlet sübvansiyonları getirdi. İnşa edilen nükleer santral için şirket devletten maddi yardım alıyor, bu yardım santral çalıştıkça azalarak sürüyor. Sübvansiyon süresi bittiğinde şirket yeni bir reaktör inşa ediyor ve döngüyü yeniden başlatıyor. Bu durum, farklı alanlara enerji yatırımı yapılmasını da önlüyor. Kasabanıza veya kentinize nükleer santral kurulmasına bir defa izin verirseniz, sonradan gelecek pek çok reaktörü de kabul etmek zorunda kalıyorsunuz. Yaşamları gittikçe reaktörlere bağlanan kentler, zaman geçtikçe bu uyuşturucusuz yapamaz oluyorlar. Zamanında reaktörleri terk edilmiş, yoksul mahrumiyet bölgelerine kurdular. Bu yüzden de istihdam ve refah vaatleriyle kandırılan halk itiraz edemedi. Karşı çıkanlar ise marjinalleştirildi. Bu yüzdendir ki Fukuşima’da yaşayanlar kendilerini nükleer felaketin yalnızca mağduru olarak değil, suçlusu olarak da görüyorlar.” Suezawa’nın anlattığı süreç, Türkiye’deki HES pazarıyla muazzam benzerlikler taşıyor. HES müteahhitlerini, “Eşim ve çocuklarım için birer HES yaptım. Ne de olsa sabit gelir, hepsinin geleceğini garanti altına aldım” ifadesiyle özetlenebilecek bir vurdumduymazlığa sevk eden alım garantileri, etrafından dolaşılan ÇED prosedürleri ve uygulamada görmezden gelinen yargı kararları, günün birinde Türkiye’de benzer çarpıklıktaki bir nükleer pazarı da meydana getirebilir mi?

Suezawa’yla yaptığım görüşmenin sonunda, Japon araştırmacıya Türkiye ile Japonya arasındaki nükleer yakınlaşma hakkındaki görüşlerini de sormuştum. Cevabı şöyleydi: “Japon yetkililer kazanın sebebini eski teknoloji olarak açıklıyorlar. Oysa bir zamanlar Çernobil ve Fukuşima’daki santraller de yeniydi. Zamanla hepsi eskiyor! Türkiye’nin bu tutumu gerçekten çok garip; eninde sonunda elinizde köhne, saatli bomba gibi nükleer santraller kalacak. Niye Türkiye Japonya’ya bu kadar güveniyor?” Doğanın maliyetinin sıfır olduğunu düşünen, nükleeri şehvetle savunan iktidarın tüm bu sorulara cevap vermesi gerekiyor.