Doğu Eroğlu (9 Haziran 2013 BirGün Gazetesi)
Son 10 günde hızlanan Türkiye tarihi, polis şiddetinin doruğa çıktığı, toplumun bu şiddetin muhataplığı hususunda ortaklaştığı günler olarak hafızalara kazındı.
18 Aralık 2012’de, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Göktürk-2 uydusunun fırlatılması dolayısıyla düzenlenen törene katılmak üzere, beraberindeki binlerce çevik kuvvet, TOMA’lar ve panzerlerle ODTÜ’ye gelişi, Türkiye’deki –iktidarın deyişiyle– “toplumsal olay” algısını yeni bir noktaya taşıdı. ODTÜ’de Erdoğan’ı protesto etmek için toplanan yürüyüş kortejine polisin gerçekleştirdiği müdahaleyi yalnızca “orantısız” biçiminde tarif etmek abesle iştigal olur: Saat 14.00’ten akşam 22.00 civarına dek süren polis şiddeti, barışçıl bir eylem yapmak üzere toplanmış yüzlerce kişinin günlerce hasta yatacak kadar biber gazı solumasına, onlarcasınınsa hedef gözetilerek ateşlenen biber gazı bombalarının vücutlarına isabet etmesiyle yaralanmasına yol açmıştı. Çevik kuvvet ekipleriyle karşı karşıya kalanların uğradığı linç ise ilgili görüntü kayıtları bulunmadığı için kulak arkası edilmişti. O günkü terörden nasiplenenlerden biri de, polisin yere paralel gönderdiği biber gazı bombasının başına isabet etmesiyle yaralanarak beyin kanaması geçiren ve 16 gün boyunca hastanede kalan Ankara Üniversitesi öğrencisi Barış Barışık‘tı. Barışık hakkında söylenenler, ODTÜ’deki polis şiddetinin diğer muhatapları hakkında konuşulanlardan elbet farksızdı; göstericiler Başbakan’a saldırmaya kalkınca polis vazifesini yapmış, Barışık ise birlikte eylem yaptığı kişilerin attığı taşla yaralanmıştı. Barışık, taburcu olmasının ardından yaptığımız görüşmede bu iddiaları anlamakta zorlandığını, kendisini tedavi eden doktorların, travma izinin biber gazı kapsülünü işaret ettiğini belirtmesine karşın taşla yaralandığına ilişkin söylemlerin niçin bu kadar yaygınlaştığını anlayamadığını söylemişti.
2013’ün Ocak ayında yaptığımız görüşmeden sonra, dönem dönem şu soru kafamı kurcaladı: “Acaba Barış Barışık’ın yaşadıklarını insanlara yeteri kadar anlatamadık mı?” Barışık’ın yaşadıklarının kamuoyunda polis yöntemlerine ilişkin oluşturduğu tartışmanın son derece kısa ömürlü oluşu, biber gazının çift yönlü kullanım uygulamasını (Kitle kontrolü için kullanılan kimyasal gazın yanı sıra, bombaların göstericilerde fiziksel travma yaratmak üzere hedef gözetilerek ateşlenmesi) artırdı ve tüm ülkede yaygınlaştırdı. Taksim Meydanı’nın yasaklandığı 1 Mayıs’ta Meral Dönmez ve Dilan Alp biber gazı kovanlarının kafalarına isabet etmesiyle ağır yaralandılar. İkisi de uzun süre tedavi gördükten sonra, biraz da talihli olmaları sayesinde, hayatta kalmayı başardılar. Barış Barışık için yürütülen kampanya 1 Mayıs’ta özellikle Dilan Alp için hayata geçirildi ve İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu, Dilan’ın militan bir radikal olduğunu, elinde Dilan’ın faaliyetlerine ilişkin kesin bulgular olduğunu söyledi. Bizim gördüğümüzse, çevik kuvvet polislerinin daracık bir çıkmaz sokakta 17 yaşındaki bir kıza 5 metre mesafeden biber gazı fişeğiyle ateş ettiğiydi. Toplumun önemli bir kısmının görmezden geldiği polis şiddeti, Gezi Parkı protestocularına 31 Mayıs sabahı yapılan müdahaleyle birlikte ayyuka çıktı.
Polis şiddetinin sınırı ne?
Hafta içinde Beşiktaş’ta olayları fotoğrafladığım sırada ana caddeden ara sokaklara doğru hücuma kalkan polisin eline düşmemek için kısa bir süreliğine mahalle sakinlerinden birinin evine sığındığımız sıralarda nazik ev sahibimize, Ankara’da ve diğer illerde benzer durumlar yaşandığında polisin civar evlere zorla girerek gözaltı yaptığını hatırlattım. Ev sahibimiz daha sözümü bitirmeme fırsat vermeden, öfkeyle şöyle dedi: “Nasıl basarmış evimi! Hangi hakla!” Ben ve beraberimdeki sığınmacılardan aldığı yanıtsa yalnızca gür kahkahalar oldu; bu gülüşmenin altında, polisin her şeye muktedir olduğuna ilişkin son yıllarda oluşmuş katı inanç yatıyordu. Metin Lokumcu‘nun katili olan, Dilşat Aktaş‘ı öldüresiye darp eden, “dur emri”ne uymadığı gerekçesiyle onlarca kişiyi öldüren de aynı polisten başkası değildi. Lokumcu “astım hastası olmasına karşın” tedbirsizlik edip eyleme gitmişti, Aktaş polis panzerinin üzerine çıkmıştı, diğerleri ise polisin emirlerine karşı gelmeye cüret etmişlerdi. Bunların hepsi polis –ve kamuoyunu önemli bir bölümü– için geçerli, meşru ölüm sebepleriydiler.
1 Mayıs’ta emekçilerin Taksim’e çıkmaması için tüm kentin toplu taşıma ağını karartan, Gezi Parkı’na ulaşımı engellemek için Taksim metro istasyonunu keyfi biçimde devre dışı bırakan, Ankara’daysa direnişçilerle toplumun kalanının duygusal irtibatını kesmek için ulaşım ağlarını sakatlayan belediye başkanlarının ve mülki amirlerin olduğu bir ülkede, emniyet teşkilatının da farklı davranması beklenemezdi. Bugüne dek yoluna, “Bu ülkede yasalar çiğnenecekse onu da biz yaparız” anlayışıyla devam eden AKP iktidarının 2007’de düzenlediği Polis Vazife ve Selahiyet Kanunu’yla (PVSK) birlikte, polis en basit suç şüphelerinde dahi en ağır tedbirleri almaya, en kuvvetli araçlara başvurma özgürlüğüne kavuştu. Dolayısıyla pasif biçimde direnen vatandaşa onlarca biber gazı bombası atabilmenin, tazyikli su sıkabilmenin, zırhlı araçlarla üzerine yürüyebilmenin de yasal dayanağını edinmiş oldu. Son 10 güne damgasını vuran polis eylemleriyle yaşamını yitirenler de göz önüne alındığında, PVSK’nın 2007’de yürürlüğe girmesinden itibaren failinin polisin olduğu ölümlerin sayısı 140’a yaklaştı.
Tarihçi Fernand Braudel, tarih olgusunun türdeş bir akışa sahip olmadığını, zamana ve mekana göre farklı zamansallıklar söz konusu olduğunu belirtir. Türkiye’de de son günlerde tarih, kendini çevreleyen dünyadan daha farklı bir hızla seyrediyor. Bir başka deyişle, “çığırından çıkmış bir zaman” söz konusu (Philip K. Dick). Bu hızlı akan yıldırım günlerinde polis şiddetinin muhatabı olan bizleri bir araya getiren ve sokaklara iten zamansallığın geride bırakacağı en büyük kazanımlarından biri, emniyet teşkilatının zorbaca alışkanlıklarını terk ederek yeni bir eğitim sistemi ve vazife kanunu çerçevesinde yeniden yapılanmasının sağlanması, dolayısıyla düşman hukuku anlayışının da rafa kaldırılması olacaktır. Güncel tecrübelerimizle birlikte polis müdahalelerine ilişkin “orantılı-orantısız” tartışmaları son bulmalı, emniyet güçlerinin eğitim programları, insan hakları duyarlılıkları, yasayı koruma işlevleri ve iş etiği anlayışları konuşulmaya başlanmalıdır.