Türkiye’ye ilişkin raporunu tamamlayan Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri, Gezi olaylarındaki şiddetin polisin orantısız müdahalelerinden kaynaklandığını belirtti
Doğu Eroğlu (27 Kasım 2013 BirGün Gazetesi)
Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri Nils Muižnieks’in Gezi olaylarının hemen ardından Türkiye’ye yaptığı ziyarete ilişkin raporunu yayınladı. Raporda, Türkiye’deki sistematik cezasızlığın, yargı ve emniyetin alışkanlık edindiği uygulamalardan kaynaklandığı belirtilirken, Gezi olayları boyunca ortaya çıkan şiddete polisin yol açtığı kaydedildi. BirGün’e özel açıklamalarda bulunan İnsan Hakları Komiseri Muižnieks, iktidarın toplumla polis arasındaki güveni yeniden teşkil edebilmek için polisteki cezasızlığı önlemesi gerektiğinin altını çizdi.
Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri Nils Muižnieks, Gezi olayları sırasında ortaya çıkan polis şiddeti görüntülerinin tüm dünyada büyük tepki toplaması üzerine 1-5 Temmuz tarihleri arasında Türkiye’yi ziyaret etti. Adalet Bakanı Sadullah Ergin, İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu, Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç, TBMM İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Ayhan Sefer Üstün, Ombudsman Nihat Ömeroğlu ve çeşitli bakanlık müsteşarlarıyla görüşmeler yapan insan hakları komiseri, pek çok sivil toplum kuruluşu ve meslek örgütüyle de bir araya geldi. Muižnieks, yaptığı görüşmelere ilişkin raporunu dün yayınladı.
Toplantı özgürlüğü engelleniyor
Muižnieks’in raporuna, bireysel özgürlüklerini kullanmak isteyen yurttaşlara yapılan polis müdahaleleri damga vurdu. Gezi olayları kapsamında protesto haklarını kullanmak isteyen vatandaşların karşılaştığı polis şiddetinin geçmişten gelen bir uygulama olduğuna dikkat çeken Muižnieks, bu durumu “sistemik bir sorun” olarak niteledi. 2012’de 295 gösterinin polis tarafından engellendiğine, çıkan olaylarda 490 kişinin yaralanıp 1 kişinin de öldüğüne dikkat çeken Komiser, 4 kişininse biber gazı, plastik mermi ve tazyikli suyla yapılan müdahaleler sonucunda yaşamını yitirdiğini belirtti. Kitle kontrol cihazlarının kullanımının çok ciddi etkilere yol açabildiğini belirten Muižnieks, bu biber gazı ve plastik mermi cihazlarının kullanımı sırasında alanlarda sağlık ekiplerinin bulunması gerektiğini, 2011’de Hopa’da yaşamını yitiren Metin Lokumcu’nun ölümünün bu tedbirsizliğe bir örnek olduğunu söyledi.
Öldürme yetkisi poliste
Yeni hali 2007’de yürürlüğe giren Polis Vazife ve Selahiyet Kanunu’nun polise ateşli silah kullanımı ve şiddet uygulama noktasında çok geniş yetkiler devrettiğinin altını çizen Muižnieks, kanunun 16’ncı maddesinin kabul edilemez olduğunu belirtti. 2007-2012 yılları arasında 130 kişinin polis tarafından öldürüldüğü belirtilen raporda şu ifadeler yer aldı: “PVSK’nın 16’ncı maddesinde hayati tehlikenin mevcudiyetinin ateşli silah kullanımıyla ilgili kesin bir ön koşul olarak belirtilmediğini kaygıyla gözlendi. Yasada, yetki verilen hallerde bile, vücudun hayati bölgelerinin hedef alınmaması gerektiği belirtilmemektedir.”
Polis iç düşman arıyor
Raporun en çarpıcı kısmı ise emniyet teşkilatında görev yapan polislerin profiliyle ilgiliydi. Polisin son derece tektip bir yapıda olduğuna dikkat çekilirken, emniyet teşkilatının yalnızca yüzde 6’sının kadınlardan oluştuğu, polisin toplumun çeşitliliğini yansıtmadığı ortaya konuldu. Polisin 1980’den kalma alışkanlıklarla, kendinden farklı kesimlere tahammül etmediğini ifade eden Muižnieks, “Emniyet teşkilatındaki hakim alt kültürün, milliyetçi muhafazakar, militarist ve devlet merkezci bir kültür olduğu ve özellikle de farklı kültürel kimliklerini ifade etmek isteyen etnik azınlıkları, sol grupları ve işçi sendikalarını içeren bazı grupları ‘iç düşmanlar’ olarak görebildiğini” diye not düştü. Muižnieks, polisin maço, homofobik ve transfobik tavırlarının da pek çok kez kayıtlara geçtiğini yazdı.
Cezasızlığın sebebi devlet
Gezi olayları sırasındaki polis şiddetinin en büyük sebebinin cezasızlık mekanizması olduğunu belirten Muižnieks, örnek olarak Festus Okey davasını gösterdi. Kanıtların toplanmadığı, Okey’i öldüren memurun “taksirle adam öldürmek” suçundan yalnızca 4 yıl 2 ay hapis cezası aldığını anımsatan Muižnieks, bu davanın Türkiye’deki tüm polis soruşturmalarıyla benzerlikler içerdiğini ifade etti. Suç işlediğinden şüphelenilen kolluk kuvvetlerinin çoğunlukla soruşturulamadığını, siyasilerinse polisin suç teşkil eden eylemlerini söylemleriyle savunduğunu kaydeden Komiser, bu kayıtsızlığın Gezi olaylarında tırmanan şiddetin temel sebebi olduğunu söyledi. Biber gazının aşırı kullanımı, kapalı mekanlarda gaz kullanımı, alıkoyma esnasında kötü muamele ve işkence, polislerin kimliklerini gizlemeleri, basına karşı polis şiddeti gibi olayların Gezi Parkı eylemleri sırasında yaşandığını belirten Muižnieks, toplumla polis arasındaki gerilimin tek çözümü olarak etkin soruşturmayı işaret etti.
Etkin soruşturma ihlalleri raporda
Raporda, Festus Okey davasının yanı sıra, Hrant Dink, Ali İsmail Korkmaz ve Ethem Sarısülük davaları da etkin soruşturma ihlalleri noktasında örnek gösterildi. Abdullah Aydan’ın Siirt’teki bir gösteri sırasında öldürülmesi de raporda yer buldu. Güvenlik kuvvetlerinin kalabalığın üzerine ateş açmasıyla yaşamını yitiren Aydan’la ilgili Yargıtay verdiği kararda, “Bölgenin özellikleri bütün olarak göz önüne alındığında, yasal savunmada sınırın mazur görülebilecek bir korku ve telaşla aşıldığının kabulü gereklidir” ifadelerini kullanmıştı. Yargıtay’ın “bölgenin özelliklerini” öne sürerek ateşli silah kullanımını onaylaması, raporda eleştirildi.
Türkiye’deki incelemelerinizde karşınıza en çok hangi tip ihlaller çıktı?
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin toplanma özgürlüğünü düzenleyen 11’nci maddesi ile işkence ve kötü muameleyi yasaklayan 2’nci madde en çok ihlal edilenler. Etkin soruşturma ihlalleri ise Bu maddeler, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde (AİHM) de Türkiye’nin çok defa mahkum olmasını sağladı. Gezi olaylarında bu sorunların artarak büyümesinden ötürü AİHM ve Avrupa Parlamentosu bundan sonra etkin soruşturma ihlalleri, işkence ve kötü muamele ile toplanma özgürlüğünün kısıtlanmasıyla daha yakından ilgilenecekler.
Raporun hazırlanma safhasında Türkiye yetkilileriyle iletişiminiz nasıldı?
Kimi zaman sıkıntılar yaşadıysak da genel olarak olumlu bir süreç yaşadık. İki hafta önce Strazburg’da Adalet Bakanı Sadullah Ergin’le görüştüm ve bulgularımı kendisine anlattım. İşbirliğimiz olumlu ancak dikkat çekilen sorunlar hakkında kesin adımlar atılmadan çabalarımız sonuçlanmış olmaz.
Raporda 2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’na ait pek çok değerlendirme yer alıyor. Toplumsal olayların kolluk şiddetine sahne olmasında yasa rol oynuyor mu?
Yürürlükteki yasada açıkça sorun var. Toplumsal şiddetin temelinde polis olsa da, 2911 sayılı kanun yüzünden barışçıl, barışçıl olmayan gösteri ayrımı yapılmadan polis şiddete başvuruyor. Demokratikleşme paketinde bu konudaki kaygılara değinilmiş olması umut verici ancak yasanın baştan oluşturulması gerekiyor.
Gezi olaylarında belirli meslek gruplarına uygulanan baskı, olayların üzerinden aylar geçtikten sonra yargı üzerinden sürüyor.
Avrupa’nın hiçbir ülkesinde insan haklarını bu kadar odağına almış meslek örgütü yok. Hükümet yetkililerine bu durumun muhteşem bir fırsat olduğunu, insan hakları konusunda duyarlılık taşıyan bu örgütlerle bir araya gelip bir insan hakları eylem planı oluşturulması tavsiyesinde bulundum. Gezi olaylar sırasında basına cezalar yoluyla doğrudan uygulanan yasaklar ve otosansür, muhabirlerin maruz kaldığı şiddet kabul edilemezdi. Benzer baskılara meslek odaları ve sağlık örgütleri de maruz kaldı. Bu baskıların sürüyor olması düşündürücü.
Hükümetin görüşü, ilk günlerde barışçıl olan eylemlerin ilerleyen dönemde şiddete meylettiği, polis müdahalelerinin de bu bağlamda yerinde olduğu yönünde. Bu görüşe katılıyor musunuz?
Bu görüşe katılmak zor. Şiddet içeren eylemlerin, polisin orantısız müdahaleleri üzerine tepki olarak ortaya çıktığını söylemek daha doğru olur. Kolluk kuvvetleri ateşin üzerine benzin döktüler bir anlamda… İçişleri Bakanlığı’nın yayınladığı genelgeler bir nevi aşırı şiddetin kabul edilmesi anlamına gelse de, iktidardaki siyasi aktörler orantısız şiddeti kabul etmedikleri için toplumdaki gerilim kaybolmadı.
Gezi olayları boyunca polis kalabalıklara defalarca biber gazı bombalarıyla, plastik ve gerçek mermilerle müdahale etti. Polislerin kitle kontrol cihazlarını suiistimal ettiğini düşünüyor musunuz?
Türkiye’deki kolluk kuvvetlerine, kalabalıklar üzerine kurşun sıkmanın, plastik mermi atmanın son çare olduğu, yaşamsal olaylarla sınırlı tutulması gerektiği anlatılmalı. Halihazırdaki kanunlar polise bu anlamda çok fazla serbestlik sağlıyor. Biber gazının da sorumsuzca kullanıldığı son derece açık İşkenceye Karşı Komisyon, polisin biber gazıyla müdahalesi halinde gerekli tıbbi önlemlerin alınmasını şart koşuyor ama Türkiye’de böyle bir şey olmadı. 2011’de Hopa’da Metin Lokumcu’nun ölümü bu eksikliğe kanıt. Türkiye’de görev yapan polisler biber gazının ölümlere yol açabilen ciddi bir silah olduğunu anlamalı.
TOMA’lardan suyla karıştırılmış biçimde biber gazı sıkıldığı iddiaları yetkililerce reddedildi. Raporda buna ilişkin bulgulardan söz ediliyor. Bu uygulama sizi şaşırttı mı?
TTB yetkililerinin sunduğu kanıtlar, görgü tanığı ve mağdurların ifadeleri bu uygulamayı doğruluyor. TOMA’lardan biberli su sıkılmasına şaşırdım ama bana asıl şaşkınlığı yetkililer yaşattı. İçişleri Bakanlığı önceki yıllarda yayınladığı bir genelgeyle bu konuda Emniyet Genel Müdürlüğü’ne yetki vermiş olmasına karşın TOMA’larda biberli su kullanıldığını reddediyor.
Toplumsal olaylarda emniyet güçlerinin şiddete kolaylıkla başvurmasında polis teşkilatının ideolojik, etnik, dini yapısının payı var mı?
Toplumla polis arasında güven olması için, kolluk kuvvetlerinin toplumun yapısını yansıtması gerekiyor. Toplumdaki cinsiyet, etnik köken, inanış yapısının Emniyet’te de görülmesi lazım. Poliste yalnızca yüzde 6 oranında kadın memur görev yapıyor. Elimizde polis memurlarının etnik yapısına, inanışlarına ilişkin bilgi yok ama geçmişteki olaylarda gösterilen tahammülsüzlüklerden, polisin belli bir düşünüş yapısına ve profile daha yatkın olduğunu anlayabiliyoruz.
Cezasızlıkta yargı mensuplarının rolü ne?
Cezasızlığın temelinde devletin yaklaşımı yatıyor. Savcılar ve hakimler toplumu korumak yerine polisin savunuculuğunu yapıyorlar. Polis de tıpkı onlar gibi, kamu güvenliğini, bireysel özgürlükleri koruyacağı yerde devleti muhafaza etmeyi kendine görev biçiyor. Festus Okey davasında kanıtların toplanamaması, kaybolan deliller, cezasızlık, delillerin görmezden gelinmesi gibi olgular tüm bu sistemin özeti gibi. Adli Tıp Kurumu dışındaki bağımsız kuruluşların hazırladığı adli ve tıbbi raporların mahkemelerce dikkate alınmaması, mağdur ve tanıkların yeterince dinlenmemesi, ihlallere ilişkin görüntü kayıtlarının görmezden gelinmesi etkin soruşturmayı önlüyor. Etkin soruşturmanın engellenmesinde en önemli unsurlardan biri de devlet memurlarının soruşturulabilmesi için üst makamlardan alınan soruşturma izinleri.
Cezasızlığa aşina olan Türkiye kamuoyu, Ali İsmail Korkmaz ve Ethem Sarısülük davalarında suçla orantılı cezalar çıkacağını düşünmüyor. Yetkililer, bu algıyı kırabilmek adına hangi adımları atmalılar?
Polis suçlarını araştırmakla görevli bağımsız bir birim oluşturulmalı. En önemlisi hükümetin yaklaşımı; iktidar suçluların cezalandırılacağını, orantısız polis şiddetine tolerans gösterilmeyeceğini açıklamalı. Kolluğun işlediği suçlara ciddi hapis cezaları verilmeli ve olaylar etkin biçimde soruşturularak toplumla polis arasındaki güven kaybı giderilmeli.