Hollanda’daki Nükleer Güvenlik Zirvesi’nden bir defa daha ‘toplum güvenliği için bireysel özgürlüklerin tasfiyesi’ yönünde karar çıkarken, aynı günlerde toplanan Nükleer Endüstri Zirvesi ise basınla kurduğu ilişkiyle tarihe geçti
Doğu Eroğlu (28 Mart 2014 BirGün Gazetesi)
ABD Devlet Başkanı Obama’nın kişisel girişimleriyle ilki 2010’da Washington’da, ikincisiyse 2012’de Seul’de gerçekleştirilen, Dünya Nükleer Güvenlik Zirvesi’nin üçüncü ayağı 24-25 Mart tarihlerinde Hollanda’nın Den Haag kentinde (Yaygın bilinen ismiyle Lahey) yapıldı. Kırım tartışmalarının zirveye çıktığı haftada ABD, Çin, Japonya, Almanya ve AB ülkelerinin katıldığı toplantı, beklendiği gibi Rusya için öngörülen yaptırımların değerlendirilmesi ve Rusya’nın Batı’yla olan bağlarının kopuşunun keskinleşmesi ile geçti. Nükleer güvenlik ve nükleer terörizme karşı geliştirilecek önlemler ise bazı bürokratlar, bilim insanları ve sermaye temsilcilerinin temel gündemi olmayı sürdürdü. Geleneksel güvenlik anlayışının en kabul görmüş yaklaşımını, bir sistemin en zayıf halkası kadar güçlü olduğu kabulünü görmezden gelerek küresel nükleer ağın en zayıf halkaları olarak değerlendirilen İran ve Kuzey Kore’nin çağrılmadığı zirvenin özellikle alt metinleri, küresel nükleer terörizm söylevinin ilerleyen yıllarda kurabileceği egemenliği fısıldar gibiydi. Devletler ile şirketlerin tüm uyarılarına karşın hala varsayımsal olma özelliğini koruyan nükleer terörizm düsturu, bireylerin özel hayatına getirilen kısıtlamaların bir seviye daha artacağını, devletlerin ön ayak olduğu güvenlik sektörününse büyümeye devam edeceğini gösterdi.
Hangi nükleerin güvenliği?
Zirvenin ideal şartlarda kendine konu edindiği nükleer terörizmle savaşmanın yolu paydaşlara göre ancak nükleer materyallerin güvenliğinin sağlanmasından geçiyor. Ham haldeki nükleer materyalden, nükleer bomba başlıklarında kullanılabilecek seviyedeki aşırı zenginleştirilmiş uranyum ve ayrıştırılmış plütonyum imal etmek milyarlarca dolar yatırım, dev tesisler, uç bir ekspertiz ve yıllar süren çalışma gerektiriyor. Batı bloğunu yıllardır uğraştıran, bu kararlılığı kısmen gösterebilmiş İran’ın yalnızca yüzde 19 zenginleştirmeli uranyuma sahip olduğu (Yüzde 20 ve üzeri seviye, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı standartlarına göre aşırı zenginleştirilmiş uranyum sayılıyor bu değerdeki uranyumun nükleer silahlanma programına kapı araladığı varsayılıyor. İran bu sebeple uranyumunu yüzde 19 seviyesinde tutuyor) düşünüldüğünde, terörist bir organizasyonun kendi imkânlarıyla uranyumu yüzde 90’lar seviyesine dek zenginleştiremeyeceği son derece açık. Dolayısıyla uzmanlar nükleer terörizm tehdidini çoğunlukla “kirli bomba” senaryosu üzerinden değerlendirme eğilimindeler. Dünya üzerindeki nükleer materyallerin 2 binden fazla kez çalınma teşebbüsüne maruz kaldığını, yaklaşık 20 kilo nükleer materyalin kayıp olduğunu belirten nükleer terör analistleri, kirli bomba denen sistemlerin nükleer terörizmde başvurulması en olası yöntem olduğunda ısrarcılar. Sıradan bir bomba düzeneğine radyoaktif kirlenmeye yol açabilecek maddelerin eklenmesiyle oluşturulabileceği varsayılan bu radyolojik yayılımlı cihazlar söz konusu olduğunda ise herkesin başvurduğu yalnızca birkaç temel örnek var.
Kirli bomba gerçek bir tehdit mi?
Brezilya’nın Goiânia kentinde cereyan eden ilk olay, radyolojik tehditlerin ciddiyetini ortaya koymak istendiğinde başvurulan ilk örnek olmayı sürdürüyor. 1987’de kentteki terk edilmiş bir hastanenin radyoterapi ünitesini çalan hırsızlar cihazın tehlikesinin farkına varamamış, iki hafta uğraştıktan sonra radyoaktif Sezyum-137’yi muhafaza eden koruyucu kaplamayı yerinden sökmeyi başarmışlardı. Radyolojik kirlenme, ünitenin çalınmasının bir ay sonrasında hırsızların ve ailelerinin radyasyon zehirlenmesine uğramasıyla açığa çıkmış, bölgedeki 120 bin kişinin yaklaşık 250’sinin çok tehlikeli seviyede radyasyona maruz kaldığı anlaşılmıştı. Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı Goiânia Olayını o güne kadarki en kötü radyolojik tehdit olarak nitelemişti. İkinci en bilinen olgu ise çok yakın bir tarihte Meksika’da gerçekleşti. Bir hastanede kullanılmış ve atık olarak depolanmak üzere ıskartaya çıkartılmış bir teleterapi cihazından kalma radyoaktif Kobalt-60 taşıyan bir araç, Mexico City yakınlarında silahlı iki kişi tarafından kaçırıldı. Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı standartlarına göre, doğrudan maruz kalınması halinde dakikalar içinde ölüme yol açabilecek kadar kuvvetli olan 40 gram Kobalt-60’ı çalan hırsızlar, birkaç gün içinde çeşitli şikâyetlerden ötürü hastanelere başvurunca yakalandılar. Nükleer materyalinse hala cihazın içinde oldu anlaşıldı; hırsızları kurtaran da cihazı sökmeyi başaramamış olmalarıydı. Nükleer güvenliği konusunda lügate geçen bu iki örnek, radyolojik kaynakların güvenliğinin ciddiye alınması gerektiğini gösterse de, tarihte henüz kalabalıklar hedef alınarak gerçekleştirilmiş bir kirli bomba saldırısı mevcut değil. Çeçen ayrılıkçıların 1995’te Moskova’daki bir parka Sezyum-137 destekli bir kirli bomba bırakıp daha sonra patlatmaktan vazgeçtiği hadise ile 2006’da üzerinde 100 gram aşırı zenginleştirilmiş uranyum bulunan ve buna ek olarak 3 kilogramlık bir rezerve erişimi olduğunu iddia eden Oleg Khinsagov’un Gürcistan’da yakalanması en ciddi olaylar olarak kayıtlara geçtiler.
Olası tehdide geniş önlem
Bu örnekler üzerine bina edilen tehdit algısı ise Nükleer Güvenlik Zirvesi’ne katılan ülkelere, yurttaşları üzerinde kurdukları baskı ve takip mekanizmalarını yaygınlaştırma ve meşrulaştırma imkânı veriyor. NSA küresel sürveyans skandalının, Nükleer Güvenlik Zirvelerinin mucidi Obama döneminde patlak vermesi rastlantı değil; Nobel Barış Ödülü sahibi Başkan 5 yıllık görev süresince, vaat ettiği üzere devlet terörünün dünya üzerindeki Kâbe’si sayılabilecek Guantánamo’yu kapatmaya yönelik bir girişimde bulunmadığı gibi, tüm dünyayı dinleyen NSA’i güçlendirdi. Nükleer Güvenlik Zirvesi gibi bir organizasyonu göreve gelişinin ilk yılında başlatmasıylaysa bir başka küresel “halk düşmanı” yarattı. Uluslararası siyasete sıkça müdahalede bulunmadığından daha demokrat olduğunu kanısına sahip olduğumuz Hollanda da, Nükleer Güvenlik Zirvesi sürecinde yaptığı katkılarla devletlerin hareket alanının genişletilmesine katkı koydu.
Müdahaleye bir gerekçe daha
Zirveye adli nükleer bilim alanında destek veren Hollanda, bu konudaki kapasitesini zirvenin 3 gün öncesinde Hollanda Adli Bilimler Enstitüsünde yaptığı gövde gösterisiyle ortaya koydu. Enstitüde yapılan kirli bomba senaryosu birilerini gerçekten etkilemeyi başarabildi mi bilinmez ancak özel sektör ve devletlerin nükleer terörizm söylevlerinin altında yatanları olanca açıklığıyla gösterdi. Tam 7 şirketin görev aldığı nükleer terörizm tespit ve karşı önlem süreci simülasyonunda, Hollanda Adli Bilimler Enstitüsü hiçbir masraftan kaçınmayarak teröristlerin kullandığı varsayılan kaza yapmış bir aracı sahneye kadar getirdi ve temsili adli incelemeleri gösteren bir sunum yaptı. Şirketler biyometrik kanıtlardan, kamera görüntüleri ve taramalardan şüphelilere nasıl ulaştıklarını büyük bir kıvançla anlattılar. Hatta şirketlerden biri milyonlarca insanın yüz simetrisi bilgilerini muhafaza ettiği havuzdan, olası şüphelilerin kimlik tespitlerini nasıl gerçekleştirdiğini tüm detaylarıyla ifade etti. Nükleer terörizmin tespiti ve önlenmesinde görev alan şirketlerin kurup destekledikleri Den Haag Güvenlik Deltası’nın kuruluşunun üçüncü yılında 1,7 milyar avro ciroya ulaştığı bilgisi, şova bambaşka bir aroma kattı. Nükleer güvenlik tehditleri karşısında şirketlerin özel hayatın gizliliği ve güvenlik çelişkisini dillerine dolaması ise söylev düzeyindeki tehlikelerin pratik sonuçlarını müjdeler gibiydi.
Endüstri kaçak dövüşüyor
Rusya’nın Kırım’ı ilhakıyla başlayan uluslararası krizin, ABD ve Çin devlet başkanlarının bulunduğu 24-25 Mart tarihli zirvenin kendi meşgalesinin önüne geçeceği anlaşılınca, ilk günü sermayedarların buluşmasında, yani Nükleer Endüstri zirvesinde geçirmeye karar verdim. Ancak yan zirveyle ilişkimiz krizli başlamıştı; dünya protokolünün bir numarası Obama’nın katıldığı Nükleer Güvenlik Zirvesi’ne akredite olmayı başarmış ancak nükleer endüstrisinin CEO’ları ile ulusal ajanslarını buluşturan toplantıya katılma talebim reddedilmişti. Her ne kadar gerekçe “Süre geçti” şeklindeydiyse de, benimle aynı dakikalarda zirveye katılım başvurusu yapan Çinli bir meslektaşımın talebi onaylanırken geri çevrilmem, aklıma yazın portföyümdeki nükleer enerjiye eleştirel yaklaşan haber ve makaleleri getirdi. Neyse ki, bazı Hollandalı yetkililerin araya girmesiyle biraz zoraki de olsa zirveye katılım vizesi alabildim. Akreditasyonumun onaylanmasının ardından, dünya nükleer piyasasının önemli 5 aktörünün temsilcileriyle zirve sırasında özel görüşmeler yapmak istediğimi ilettim. Görüşmek istediklerim, Fukuşima felaketinden sonra artık kimselerin güvenmediği Japonya Atom Enerjisi Ajansı, dünyanın en sorunlu nükleer enerji tesislerinden biri olan İngiltere’deki Windscale’de reaktör söküm işlemlerini yöneten Sellafield LTD, Sinop ve Akkuyu iddialarına tatmin edici yanıtlar vermekten imtina eden Türkiye Atom Enerjisi Kurumu, Sinop Nükleer Güç Santrali (NGS) için oluşturulması planlanan konsorsiyum için adı geçen Fransız Areva şirketi ile Türkiye’deki skandallara sessiz kalan Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’ydu. Lakin zirvenin yapıldığı binaya adım atmamla, tüm bu kritik kurumlarla görüşme imkânı bulabileceğime dair umutlarımın sönmesi bir oldu; arzu ettiğim görüşmeleri yapamazken, daha önce hiç karşılaşmadığım düşmanca bir ortamla da yüz yüze geldim. Nükleer baronlarının gazeteciler için kurduğu ortam, gerçekten de eşi görülmedikti.
Nükleercilerden şeffaflık vurgusu
Amsterdam’ın tarihi yapılarından biri olan, 19. yüzyılın sonunda inşa edilmiş Beurs van Berlage binasından içeriye adım attığımda, beklemediğim biçimde boş koridorlar ve kimseciklerin olmadığı kocaman salonlarla karşılaştım. Bir an için toplantının başladığını, Hollandalı nükleer karşıtlarının bina önündeki protestosunu takip ettiğim için koca binada kimseye rastlamadığımı sandım fakat kısa sürede yanıldığımı anladım. Nükleer endüstrisinin dev CEO’ları ve ulusal ajansların başkanları kapalı bir salona geçmiş, toplantıyı izlemek isteyen basın mensuplarını ise kendilerinden izole edilmiş ayrı bir salona koymuşlardı. Sabah 09.00’dan 17.00’ye dek, salonları ayıran kapıların önünde nöbet tutan korumalar basının olası sorularının nükleer sermayedarlarına erişmesini engellerken, günün en ironik anı ise zirve sonunda laf olsun diye yapılan basın toplantısında yaşandı. Yayınladıkları zirve sonuç bildirgesinde “Endüstrinin gelişimi için şeffaflık şart” diye yazan nükleerciler, tüm günü hayal kırıklığı ve şaşkınlıkla geçiren dünya basını temsilcilerinin karşısına çıkınca malum soru gecikmedi: “Hangi şeffaflık?” Akkuyu ve Sinop’a kurulması planlanan NGS’lerin çarpık planlamaları ve hukuksuz adımlarını dile getirirken bilgi saklamakla eleştirdiğimiz nükleer endüstrisi, bir defa daha huyundan vazgeçmedi. Elimize tutuşturulan zirve sonuç bildirgesiyle etkinlikten ayrılırken, 10 gazeteciden ölesiye korkan milyar dolarlık CEO’ların, türlü manevralarla haklarındaki iddiaları yanıtlamaktan kaçınan Türkiyeli siyasetçilere benzediğini düşünüyordum.