Suriye-Irak cihadından Türkiye’ye kalanlar ve ılımlılaştırma

Doğu Eroğlu (Haziran 2016, Redaksiyon Dergi)

Bir savaş sona erdiğinde ne olur? Çoğunlukla galip tarafın koşullarıyla masaya oturulur. Taraflar bağlayıcı belgelerin altına imza atarak belirli sorumluluklar üstlenir; aynı belgeler bu sorumlulukların yerine getirilmediği takdirde tarafların karşılaşacağı yaptırımları da betimler. Peki, ya bir cihat bittiğinde ne olur?

Küresel İslami cihat, yönelimini bu kadar resmi biçimde değiştirmez. Bir cihadın sonlanması, cihadın cereyan ettiği topraklarda artık hayata geçirilebilecek hedefler kalmadığı veya bu hedeflerin ciddi engellerden ötürü zora girdiğini gösterebilir. Süreç karmaşık bir şekilde işleyebilir; arzuladığı hedeflere ulaşamayıp moral bozukluğu yaşayan muharipler cepheyi terk etmeye başlayarak siyasal-dinsel otoriteyi söylemlerini değiştirmeye zorlayabilir ya da tam tersine halihazırdaki otorite figürlerinin aldığı kararlar cephede (varsa) ve sahadaki çözülme sürecini getirebilir. Yine de mekanizmanın prensiplerinden bağımsız olarak sonuç, muğlak ve açık uçlu olur. Küresel cihat tarafından kazanılan bir zaferin teyidi zor olduğu gibi, bir cihadın kesin olarak sona erdiğini söylemek de çetrefilli bir iş, hatta iddialı bir söylemdir.

Afganistan (ve dolaylı yoldan Pakistan) ile Çeçenistan’da küresel cihat hareketinin kendini sınadığı savaşları kimin kazandığı sorusuna yanıt bulmak, mücahitlerin sıcak savaştaki varlığı üzerinden yıllar geçse de hâlâ kolay değil. Küresel cihat hareketinin cephede galip ayrıldığı çatışmalar, hareketin savaşlar kazandığını söylemeye yeterli olmuyor. Öte yandan hareketin yayıldığı Pakistan ve Afganistan’da idareler, farklı gerekçelerle cihat hareketine kaynaklık edip kısa dönemli kazanımlar hedeflemenin bedelini uzun dönemli karmaşalarla ödüyor. Bu iki ülkenin statülerinin conflict [tr. çatışma], post-conflict [tr. çatışma sonrası] veya başka bir tanım kümesine girip girmediği konusu bile içinden çıkılamayan bir tartışmaya dönüşmüş halde.

Ağustos 1984 – Pakita-Afganistan’da Sovyetlere karşı savaşan Afgan mücahitler

Çeçenistan’da da durum çok farklı sayılmaz. Aktif savaştan çekilen Rusya bölgedeki ayrılıkçı hareketlerle uğraşma görevini şimdilik, Çeçenistan’ın atanmış Devlet Başkanı Ramazan Kadirov’a (veya son açıklamasıyla görevi devredeceğini söyleyen Kadirov’un selefine) bırakmış gibi gözüküyor. Yani buradaki siyasal çıktı da cihat hareketinin temenni ettiği gibi olmadı fakat tüm bu bulgulara karşın cihat hareketinin bu savaşlardan mağlup ayrıldığını söylemek gerçeği tam manasıyla yansıtmaz. Bir başka deyişle, uluslararası cihat hareketinin savaşları kazandığı veya kaybettiği, ilgili savaşın geçtiği toprakların orta veya uzun vadedeki durumuna bakılıp karar verilebilecek bir unsur değil. Belki de şu soruyu sormak ve tartışmayı genişletmek, cihat hareketinin yöntemlerini anlamayı kolaylaştırabilir: Bir silah taciri savaş kaybeder mi?

Küresel cihat hareketinin yenilikçi modeli

Yirminci yüzyıl savaş çalışmalarının anaakımlaştırdığı terörizm konsepti özellikle 1970’lerden itibaren temel asimetrik savaş algısını oluşturdu. Hala geçerliliğini koruyan terör anlayışı, Türkiye’nin güvenlik politikalarını da şekillendirmeyi sürdürüyor. Örneğin bu algının asimetrik savaştan ne anladığını, Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığının internet sitesinde de görmek mümkün. Ana hatlarıyla, “Özellikle muharip olmayan ve sivillerin hedef alındığı rastgele katliam/cinayetler,” “Suikastler,” “Saldırı eylemlerinin şaşırtma amaçlı doğası,” “Basın yoluyla toplumda şok uyandırma uğraşısı” ve “Saldırıları meşrulaştırmak için başvurulan sözde ajandalar” Dışişleri Bakanlığına göre[1] terör konseptinin temelini oluşturuyor (Batılı algının da bundan çok farklı olmadığını belirtmek gerek). Bir süredir değişmeyen bu asimetrik savaş anlayışı, Soğuk Savaş dönemindeki savaş aygıtının ürettiği yeni makineyi anlamaktaysa zorlanıyor. Küresel cihat hareketi asla bir savaşın salt tarafı olmayarak, daha berrak ifade etmek gerekirse, savaşın ana iki cephesinden birine hiçbir zaman dönüşmeyen, yani geleneksel bir savaşın dualist yapısını bozarak belirsizlikle kendini var eden yapısıyla, Sovyetler Birliği sonrasındaki dönemin en yenilikçi savaş modelini geliştiren hareket oldu. II. Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan uluslararası silahsızlanma hareketinin ortaya çıkardığı, Kuzeyden Güneye veya Batıdan Doğuya arka kapı silah ticaretinin ana unsuru silah tacirleri ile küresel cihat hareketi arasında temel bir benzerlik kurmak mümkün. Tıpkı bir silah tacirinin gerekirse savaşın her iki tarafına (Eğer ihtilaf binary, yani ikili bir savaş modeliyse) silah ve mühimmat sağlayıp, savaşın gerçek sonucundan bağımsız olarak tüm savaşlardan galip ayrılması gibi, küresel cihat hareketinin de uğradığı/filizlendiği topraklardan hep kazançlarla –bazıları kısa vadeli bazılarıysa uzun vadeli olmak üzere– döndüğünü (hatta dönmediğini, yani tam manasıyla o coğrafyayı hiçbir zaman terk etmediğini) söylemek mümkün. Cihat hareketi konuşlandığı ülkedeki yapısal bozuklukları sömürüp (El Nusra Cephesi ve IŞİD gibi devlet dışı aktörler Suriye İç Savaşının asli unsurları haline geldiğinden beri popüler ve kolay tüketilebilir teorilerde Batılı ülkelerin örgütlerin doğumundan sorumlu olduğundan bahsediliyor. Bu teoriler çoğunlukla iradi eylemleri işaret etse de, IŞİD’in kısmen hoşnutlukla karşılandığı Irak’taki durum özelinde Koalisyon ülkelerinin dolaylı katkısından söz edilebilir. Örneğin ABD’nin İkinci Irak Savaşının ilk yıllarından sonra uygulamaya koyduğu drone policy [tr. insansız hava aracı politikası] yöneltilen eleştirilerde başı çekiyor) bitmeyen savaşlar ortaya çıkarıyor, buna ek olarak eski savaşçıların [eng. ex-combatant] cihadın sıcak savaş evresinin sona ermesiyle önceki yaşamlarına –muharip olmayan– dönüşü, tansiyonları ilgili ülkelere de taşıyor.

Cihat yanlısı bir grubun hazırladığı İHA’lara karşı hayatta kalma rehberinden bir infografik.

Üstelik cihatların gerçekleştiği ve insan kaynağını bulduğu ülkelerde, post-conflict süreçte genel geçer kural olarak bir tarihsel yüzleşme, geçiş süreci adeleti (eng. transitional justice) veya toplumsal barış (eng. reconciliation) mekanizmaları genellikle işletilmediğinden, küresel cihat hareketi uğradığı ve kaynak edindiği ülkelerde cihadın tepe noktasına ulaştığı yılları takip eden nesiller boyunca taban sahibi olabilmeyi başarabiliyor.

Radikalleşme ve ılımlılaştırma

Britanya ve Almanya ile bazı Avrupa ülkeleri ve kısmen de olsa ABD, radikal İslamcı örgütlere angaje olan yurttaşları için –bununla kısıtlı kalmamak şartıyla– de-radicalization (ılımlılaştırma) programları yürütüyor (Programların önemli kısmı sivil sektör-hükümetler işbirliğiyle hayata geçiriliyor). Türkiye’deyse, küresel cihat hareketinin yerel insan kaynağını ortadan kaldırmak için sert tedbirler ve güvenlikçi yaklaşım haricinde hiçbir şey yapılmıyor.

Ağustos 2015’te Berlin’de görüştüğüm radikalleşme uzmanı Dr. Daniel Kohler, Almanya’daki post-endüstriyel dönemde, geçmişte ağır sanayi işçiliğinden geçinen ailelerin çocuklarının radikalleşen neslin önemli kısmını oluşturmasının sebebini sorduğumda şu yanıtı eriyor: “Birinci ve ikinci kuşak Selefilerin tercihleri, Almanya’nın göçmenlerle olan ilişkileriyle karşılaştırılarak değerlendirilebilir ve arada bağlantı olup olmadığı sorgulanabilir. Fakat çoklukla göçmen işçilerin çalıştığı kömür madenlerinin veya büyük fabrikaların kapanması, şu anda örgütlenip savaşmaya giden gençleri değil, onlardan daha yaşlı bir nüfusu, onların ailelerini etkilemiş olan eski bir olgu. Radikalleşme, hayatınıza tesir eden bir unsur yüzünden basitçe gerçekleşivermez; birinin işinden olması, babasının kapanan madenlerden ötürü işsiz kalması, yaşadığı bölgedeki ırkçılık veya neo-nazizm gibi şeyler radikalleşmeye yol açmak zorunda değildir. Ancak ilgili kişinin biyografisini, yani kişisel yaşam öyküsünü eylemliliğe dönüştürecek bir radikal hareket veya ideolojinin çevredeki varlığı, psikolojik değişim sürecini başlatarak biraz önce sayılan unsurları bir idealizme veya radikalleşmeye dönüştürebilir. Yani radikalleşme bir kömür madeninin kapanmasıyla değil, birinin size yol göstermesiyle olur.”

Dr. Daniel Kohler

Dolayısıyla IŞİD veya El Nusra Cephesi örgütlenmelerinden bahsederken pasif faktörler (kentsel dönüşüm, eğitime erişimdeki güçlükler, yoksulluk, şiddet eğilimi ve kamusal tartışmada anılan diğer tüm sebepler), Kohler’e göre aktif faktörler karşısında önemsiz kalıyor. Bu aktif faktörlerin birincisiyse bizatihi sahada çalışan örgütleyiciler (Selefi cihatçı hareketin çevrimiçi propagandasını da bu aktif faktörün bir parçası olarak değerlendirebiliriz).

Dr. Kohler Almanya’da gözlemlediği örgütleme prensipleriniyse şu sözlerle özetliyor: “IŞİD’in örgütleyiciler için hazırladığı el kitabı temelde 5 adımdan oluşan bir program içeriyor. Bu program, yeni örgütlenmiş bir kişinin cihada katılmasına kadar atılacak adımları öngörüyor. Bir örgütleyici yeni bir kente gidip sıfırdan bir ağ oluşturmak istediğinde bakacağı ilk şey, etrafta ona destek olabilecek bir cami veya İslami komünite bulunup bulunmadığı oluyor. Öncelikle, tipik bir Müslüman görüntüsüyle gittikleri yerlerdeki camilerin tümünü geziyorlar. Camilere kimlerin geldiğini, cemaat içerisinde gençlerin olup olmadığını, camide gençlere yönelik çalışmalar yapılıp yapılmadığını, daha fazla kişiye ulaşmak için çaba gösterilip gösterilmediğini araştırıyorlar. Bir yandan da kendilerinin bir gençlik programı başlatmasına caminin hoşgörüyle yaklaşıp yaklaşmayacağını ölçüp biçiyorlar. Bir nevi Truva atı gibi çalışıyorlar yani. Herhangi bir camide gençlere yönelik çalışma yürütme teklifleri kabul görürse onlarla vakit geçirmeye veya spor yapmaya başlıyorlar. Bu noktadan sonraysa hangi gencin potansiyel birer mücahit olabileceğini değerlendirip insanlara yaklaşmaya başlıyorlar. Bölgedeki gençlerle daha önceden internet üzerinden bağlantıya geçmişlerse, zaten gençlerin cihada ilgilerinin olup olmadığını biliyorlar.” Elbette bu genel geçer prensipler, her bir yerel için tamamen farklı dönüşümlerden geçiyor. Kişisel gözlemlerim, benzer uygulamaların Türkiye’de de tercih edildiği ancak belli başlı farklılıklar gösterdiği yönünde. Lakin bu yöntemler tartışmasından gözümüze ilk çarpması gereken, radikalleşme karşıtı kampanyaların ve ılımlılaştırma çalışmalarının da, tıpkı örgütlenme faaliyetlerinde olduğu gibi, ana stratejilerle tutarlı vakalar/kişiler özelinde çalışma yapılması zorunluluğu. Türkiye ise bu konularda oldukça geride. Dr. Kohler, bir konferansta tanıştığı Türkiyeli güvenlik yetkililerinin ılımlılaştırma hakkındaki görüşlerini aktarırken şaşkınlığını gizleyemiyor. Konferansta Kohler, Türkiyeli uzmanlara ne tip ılımlılaştırma tedbirleri aldıklarını soruyor. “Çok uzun zamandır ılımlılaştırma çalışmasının içindeyiz zaten. Devamlı operasyonlar yapıyoruz” yanıtını alan Kohler, radikalleri tutuklamakla sorunların çözüleceğini ummanın hayalden ibaret olduğunu söylüyor. Türkiye’de uygulanmayan ılımlılaştırma programlarının içerikleri ülkeden ülkeye değişse de, çoğunlukla programlar üç ayaklı bir yöntem benimsiyor.

Ilımlılaştırmanın üç yöntemi

Birinci aşama geleneksel önleme yöntemi; radikalleşme tehdidi sürdüğü sürece devam eden bu ajanda, belli unsurların radikalleşmeye yol açtığını ve özellikle genç erkekleri siyasal şiddete ittiğini öngörüyor ve bu unsurların ortadan kaldırılmasıyla radikalleşme eğiliminin azalacağı normatif varsayımında bulunuyor. Önlemenin yumuşak tedbir yüzünde, örneğin belli bir yerelde radikal İslamcı örgütlere katılımı tetikleyen sebeplerden birinin eğitime erişimdeki düşüklük olduğu tespiti yapılıyorsa, önleme çabaları kapsamında eğitime erişimdeki engeller ortadan kaldırılmaya çalışılıyor. İşlevsel olup olmadığı uzun vadede anlaşılabilen bu tedbirlere, kişisel ve aile danışmanlığı eşlik ediyor. Radikalleşme sıcak bölgelerinin belirlenmesinin ardından, biyografisi radikalleşen gençlerle örtüşen danışmanlar (Özellikle Avrupa’da, radikal örgütlere katılan genç erkeklerin kimliklerine yakın, çoğunlukla göçmen ailelerin çocukları olan, İslami örgütlerle temas kurmuş veya bizzat radikal İslamcı silahlı örgütlere katılmış kişiler danışmanlık görevi için tercih ediliyor), radikalleşme mekanlarında (camiler, kitapçılar, spor kulüpleri veya diğerleri) ellerinden geldiğince var olmaya çalışıp, gençleri bu fikirlerden vazgeçirmeye çalışıyor. Aynı sırada ailelere de çocuklarının radikalleşme eğilimleriyle nasıl başa çıkabilecekleri aktarılıyor. Önleme çalışmalarının sert tedbir tarafındaysa, uçuşa yasaklı kişi listelerinin yapılması, kara listelerdeki kişilerin cihadın sürdüğü ülkelere seyahatinin engellenmesi (gerekirse pasaportlarına el konularak) gibi uygulamalar bulunuyor. İkinci aşamadaki takip ve adalet süreçleriyle de bağlantılı çalışan sert önleme tedbirleri arasında örgütleyicilerin tespit edilmesi ve istismara açık bölgelerden uzaklaştırılması da var.

Ilımlılaştırmanın tüm safhalarıyla eşgüdümlü gerçekleşse de, yasal takip ve adalet sürecini ikinci aşama olarak nitelendirebiliriz. Türkiye’de yarım yamalak (sonuçları ve uzun erimli etkileri düşünülmeden) başvurulan sert tedbirler de bu aşama altında değerlendirilebilir (Türkiye özelinde, Selefi cihatçı harekete karşı uygulanan başarısız ve baştan savma güvenlikçi modelin oluşmasında siyasi iradenin de rolünü atlamamak gerekiyor. Esad rejiminin devrilmesi uğruna, Arap Baharı sonrasında gelişen sivil hareketin yerini alan silahlı mücadelenin sekter karakter kazanmasıyla birlikte önce Özgür Suriye Ordusunu, sonrasındaysa cihatçı karakterlerini gizlemeyen silahlı örgütleri destekleyen Türkiye’deki iktidarın, güçlenen Kürt hareketinin ulusal ve bölgesel pozisyonunu yıpratmak için IŞİD’le en naif ifadesiyle deneysel bir ilişki kurduğunu söylemek yanlış olmaz. Dolayısıyla sert tedbirlere gelindiğinde karşılaşılan işlevsiz, beceriksiz ve kısa vadeli çözümler ile toplumdaki farklı unsurların şiddetsiz biçimde eşzamanlı varoluşunu garantileyecek politikaların yokluğundan bahsederken, iktidarın bu politikaları oluşturmaktaki isteksizliği akıllardan çıkartılmamalı Örneğin IŞİD ve El Nusra Cephesi örgütlenmeleri konusunda hakkında basında en çok haberi çıkan kentlerden biri olan Ankara’da, iktidarın Haziran 2015’teki Kürt siyaseti stratejisindeki kırılmaya dek hiçbir tedbir alınmadığı sır değil. Sınırlar IŞİD geçişlerine göreceli olarak kapatılıp, söylem sertleştirilip aslında pek de etkili olmayanlar IŞİD operasyonları başlatıldıktan sonra kamuoyunda AKP’nin IŞİD karşıtlığı algısını güçlendirmek için basına servis edilen belgeler, örgütlenmeye tanınan müsamahanın boyutlarını gösteriyor. Habertürk Gazetesinde 9 Ocak 2016 tarihinde yayımlanan bir habere göre, istihbarat raporları Ankara’da faaliyet gösteren 8 ayrı IŞİD hücresini işaret ediyor. İşin trajikomik kısmı, bu grupların tamamının basında haberlerinin çıkmış olması; üstelik görünüşe göre istihbarat El Nusra Cephesi için örgütleme çalışması yapanları da IŞİD’den ayıramıyor[2]). Türkiye’de Selefi cihatçı örgütlerle ilişkili olduğu bilinen (basında haklarında haberler çıkan, sınırda yakalanan veya en basitinden örgütlerle angajmanlarını kendileri ilan eden) şahıslar hakkında çoğunlukla soruşturma yürütülmüyor. Uluslararası Kriz Grubunun verilerine göre, Haziran 2015’ten Ocak 2016’ya dek, IŞİD’le ilişkilendirilmiş yaklaşık 1,500 kişi gözaltına alınırken, bunlardan neredeyse 300’ü tutuklandı (Veriler bu kişilerin hala tutuklu olup olmadığını bildirmiyor, yani haklarındaki tutukluluk tedbirinin kaldırılmasına karar verilmiş şahıslar varsa onların bu sayıdan düşülmesi gerekiyor). Yürütülen soruşturmaların davalara dönüştüğü nadir durumlarda iddialar Türk Ceza Kanununun belirli maddeleri üzerinde yoğunlaşıyor.[3] Şüphelilerin yargı karşısına çıkmasını sağlayan TCK 314/1 maddesi (Silahlı örgüt kurmak veya yönetmek) 10 ila 15 yıl, TCK 314/2 maddesiyse (Silahlı örgüte üye olmak) 5 ila 10 yıl arasında hapis cezası öngörüyor. Türkiye’de yerellerdeki örgütlenmeye karışmayan, sınır giriş-çıkışlarına ancak Koalisyon ülkelerinin (Özellikle ABD’nin) sert uyarıları sonrasında tedbir alan iktidar, şahıslar hakkında derin istihbarat çalışması yapmadığından Suriye ve Irak’ta işlenen suçların boyutları çoğunlukla bilinmiyor. Dolayısıyla yargılamaya yalnızca Türkiye’deki faaliyetler konu olabiliyor. Üstelik bu yargılamalardan doğacak ceza infazlarında, üçüncü aşamada bahsedeceğimiz rehabilitasyon önlemleri eksik olduğu için hapis cezsı gibi sert tedbirlerin Türkiye’ye yerleşen Selefi cihatçı geleneği sonlandıracağını öngörmek hayalcilik olur.

Antalya’da yapılan bir IŞİD operasyonundan bir kare

Üçüncü aşamadaysa cihada insan kaynağı veren ülkelerde ortak yaşamın yeniden kurulması, yani mücahitler için bir tür rehabilitasyon ve resosyalizasyon hedefleniyor. Eğer Suriye ve Irak’ta savaştıktan sonra Türkiye’deki yaşamına dönmüş, çatışmalı hayatını geride bırakmış bir mücahitle karşılaşıp yaşadıkları hakkında konuşmaya başlarsanız, dikkatinizi yalnızca anlattıklarına değil, anlatımın dramatik kurgusuna, anlatıcının istemese de dışa vurmaktan alıkoyamadığı tepkilerine ve jestlerine, hatta kelime seçimlerine de vermelisiniz. Selefi cihatçı örgütlerin siyasi hedefleri ve örgütlenme kapasitelerini genişletme istekleri düşünüldüğünde, sonuçları gururla aktarılması eylemlerin dahi failleri tarafından kolaylıkla dillendirilemiyor olduğunu görürseniz, karşınızda I. Dünya Savaşında isimlendirildiği biçimiyle shell-shocked [tr. savaş bunalımı], bugün kabul görmüş adıyla çatışma stresi bozukluğu, hatta travma sonrası stres bozukluğundan mustarip biri oturuyor olabilir. Radikalleşmek için pasif etkenlerden ziyade aktif bir örgütleyicinin varlığı gerekiyorsa, yeniden uyum için de radikalleşmiş kişinin bunu bizzat istemesi gerekiyor. Almanya tecrübeleri, rehabilitasyon çalışmaları için en uygun anın, kişinin cezaevine girip kararlarını sorgulamaya başladığı, oldukça dirençsiz olduğu ve yaşamına yeni bir yön çizmeye yatkınlık gösterdiği o ilk anlar olduğunu işaret ediyor. Pek çok farklı teknikle cezaevlerinde başlayan terapiler, şahısların cezalarının ardından yeni yaşamlarını kurmak için danışmanlık almasıyla sürüyor. Elbette rehabilitasyon ve resosyalizasyon modüllerinin çalışması için cezasızlığın önlenmiş olması, etkin soruşturmalar ve yargılamaların gerçekleştirilmesi gerekiyor. Türkiye, güncel cihattan uluslararası ve yerel sonuçlar bakımından en çok ülke etkilenen ve etkilenecek ülkelerin başında gelmesine karşın bu üç yönteme de başvurmuyor (Suriye ve Irak’taki cihada katılanların önemli bir kısmı, daha önceki cihatlara katılmış, Afganistan, Pakistan ve Çeçenistan’da bulunmuş kişilerin sosyal çevrelerinden çıkıyor. Dolayısıyla gelecekteki cihatlar için Türkiye’nin önemli bir insan kaynağı olması beklenebilir).

Siyasi irade olmadan ortak yaşam mümkün mü?

“Türkiye bir yol ayrımında” değerlendirmesini yapmayı gerçekten çok isterdim fakat böyle deseydim bozulan toplumsal barışı tamamen görmezden gelmiş; tarihi geçmiş, safdilli bir yaklaşımda bulunmuş olurdum. Rubicon aşılalı, yol ayrımı geride bırakılalı epey oldu; karar alıcılar ülkedeki radikalleşmenin tüm maliyetlerini, dış politika emellerine ulaşmak karşısında göze alınabilir/karşılanabilir görmüş olmalı. Sünni bir dini hatta bulunmak dışında Selefilikle tarihsel bağları olmayan AKP, yereldeki radikalleşmeyi bir şekilde kontrol edebileceğini, kontrol edemese bile yerel cihat hareketinin namlusunu arzu ettiği hedeflere yönlendirebileceğini, en kötü ihtimaldeyse çatışmalı ortamın kendi güvenlik devletini sağlamlaştırmak karşısındaki psikolojik bariyerleri (kaldıysa) eriteceğini, özgürlük-güvenlik terazisini haklar aleyhinde daha da dengesizleştirilmesinde fayda sağlayabileceğini düşünüyor olmalı. Bu bakımdan tüm olasılıkların iktidarı daha da konsolide etmeye yarayacağı, Selefi cihatçı hareketin karşısına doğrudan AKP’yi alsa bile, her eylemine karşı iktidarın kolaylıkla acil durum planları üretebileceği öngörülebilir. Ne yazık ki bu acil durum planlarının hiçbirisi toplumsal ortak yaşam becerilerini yeniden teşkil etmek gibi amaçlara sahip olmak durumunda değil (Selefi cihatçı hareket kendi örgütlediği binleri IŞİD veya El Nusra Cephesi saflarına gönderirken, Türk-İslam geleneğinden gelen milliyetçi-muhafazakarlarsa söylemlerinde Suriye Türkmenlerinin varlığını öne çıkartarak El Nusra Cephesinin çalışma ortaklarına katılıp ellerine silah aldılar. Radikal İslamcılarla milliyetçi kesimler birbirine yakınsarken, karşılarına ortak düşman olaraksa IŞİD karşıtı cephenin Suriye-Irak sahasındaki en önemli unsuru olan Kürtleri aldılar. Kobane Kuşatmasıyla yükselen Kürtlerin IŞİD karşısındaki konumunun Türkiye’deki yankısı, Haziran 2015’ten itibaren çözüm sürecinin rafa kaldırılmasıyla başlayan çatışmalı durumun, içinde AKP seçmenlerinin de dahil olduğu tüm muhafazakar kesimler tarafından onay görmesi biçiminde oldu. Yakın zamanda milliyetçi ve radikal İslamcı küçük koalisyonların yerellerde Kürt topluluklara karşı şiddet eylemlerine girişmesi sürpriz olmaz). O halde radikalleşme karşısında eylemsizlikten çıkar sağlayan bir iktidar karşısında sivil sektörün ve toplumsal muhalefetin neler programlayabileceği, ortak yaşam inşası için hangi adımları atabileceği ve yeni bir sekülerlik tartışmasını nasıl yürüteceği en önemli tartışma konuları arasında olmalı.

[1] Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı internet sitesinden “Terörizme dair ideoloji ve konsept” metni http://bit.ly/1Ug6Iyh

[2] İstihbaratın basın taraması yaparak hazırladığı anlaşılan raporla ilgili habere bu bağlantı aracılığıyla ulaşılabilir: http://bit.ly/1pybYCa