11 Mart 2011’de Japonya açıklarında gerçekleşen deprem ve tsunami, Japonya kıyılarına yaptığı etkiden ziyade, Fukuşima nükleer santralinde yarattığı durumla dünya gündeminde yer bulmuştu. Aradan geçen bir yılda, tsunaminin yıktığı bölgelerde yaralar bir nebze sarıldı. Yeniden yapılanma çalışmaları tüm hızıyla sürüyor.
Ancak kamuoyunun Fukuşima Dai-ichi’de olup bitenlere ilgisini yitirdiği de bir gerçek. Önemli ölçüde zarar gören 4 reaktörü yüzünden tüm dünyanın ilgisini aylarca üzerinde tutan tesis, reaktörlerde “soğuk kapama” gerçekleştirilmesiyle birlikte tehdit olarak algılanmaktan çıktı. Japonya’da ise tartışmalar sürüyor, ülkenin İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana kaydettiği kalkınma başarısının arkasında yatan güç olan nükleer enerji, ilk defa ulus çapında tartışılmaya başlandı. Fakat enerji kartelleri, hükümet ve basın arasındaki çapraşık çıkar ilişkileri radikal adımları önlüyor.
Japonya’da yaptığım ziyaret boyunca konuşma fırsatı bulduğum herkesle bu konuyu tartışmaya çalıştım. Konuyu Tokyo Yabancı Diller Üniversitesi’nde (TUFS) medya dersleri veren ve ülkesindeki Dhaka Courier gazetesi adına Japonya muhabirliğini sürdüren Bangladeşli gazeteci Monzurul Huq‘la da değerlendirdik. Mart ayında Japonya’da faaliyet gösteren 15 yabancı medya kuruluşundan gazetecilerin Fukuşima Dai-ichi’ye yaptığı geziye katılan Huq, santraldeki durumun hala kritik bir aşamada olduğunu, bilgi kirliliğinin ve dolaylı sansürün sürdüğünü aktardı.
Fukuşima’nın gölgesindeki Japonya
Yazan: Monzurul Huq
Türkçe’ye çeviren: Doğu Eroğlu
Aralarında bedenleri hala bulunamayanların da olduğu 20 bin kişiyi ölüme götüren trajik deprem ve tsunami felaketlerinin üzerinden geçen bir yılın ardından, Japonya, doğanın büyük öfkesiyle yerle bir olan kuzey doğu sahil kesiminde yaşamını yitirenlerin yasını tutmaya devam ediyor. Trajedinin gerçek boyutlarının algılanabilmesi zaman aldı; çekilen acıları ve yapılan fedakarlıkları fark ettikçe, felaketin dünyanın en gelişmiş ülkelerinden birindeki insanların konforlu yaşamlarını ellerinden çekip alışına şahit olduk. Uluslararası kamuoyu da iyi niyet gösterileriyle vakit kaybetmeden, İkinci Dünya Savaşı’nın yarattığı yıkımın ardından tüm dünyaya emsal gösterilecek bir dirayet ve cesaretle mucizevi bir başarıya imza atan Japon halkının yardımına koştu.
Lakin, ilk felaketin üzerinden çok geçmeden bir başka trajedi ortaya çıktı. Japonya’nın önde gelen nükleer santrallerinden birinde meydana gelen felaketle birlikte, aynı uluslararası kamuoyu – özellikle de gelişmiş Batılı devletler – Japonya’nın durumu kontrol altına alamayacağından kuşkulanmaya başladılar. Pek çok ülke radyasyon sızıntısının ciddi sağlık riskleri teşkil ettiğini belirterek vatandaşlarına ülkeyi terk etme çağrısında bulundu. Tüm sene boyunca farklı şekillerde tartışılan ve tüm ülkenin temel gündem maddesi haline gelen çelişki işte böyle başladı.
Japonya’nın başına gelen talihsizlikler dizisini başlatan, 9 şiddetindeki deprem ve buna bağlı oluşan boyu 35 metreyi bulan tsunami dalgalarıydı. Dalgalar, yoluna çıkan arabaları, evleri, dalgakıranları, köprüleri ve elbette insanları önüne katarak Pasifik Okyanusu kıyısındaki yerleşim birimlerini yerle bir etmişti. Bazı bölgelerde tsunami dalgaları o denli yıkıcıydı ki, son derece dirençli yapılar bile, binaların üçüncü katına dek yükselen dalgalara karşı direnememişlerdi. Binaların üst katlarında tsunamiye karşı güvende olacaklarını umanlar ise yaşamlarını yitirmişlerdi.
Dalgalar geldikleri yere dönüp medya felaketin geride bıraktığı ölüleri saymaya dalmışken, Fukuşima trajedisinin sonuçları da yavaşça ortaya çıkmaya başladı. Santralin hem depremin merkez üssüne olan yakınlığı, hem de deniz kıyısına kurulu oluşu, tsunami ve depremin Fukuşima’ya vurduğu darbeyi çok daha etkili kılmıştı. Çok zaman geçmeden, endişelerin varsayımlardan ibaret olmadığı anlaşıldı; medya, otoritelerin durumu kontrol altına alabilmek için her şeyi denediğini ortaya çıkarttı. “Nükleer” denen şeyin tıpkı lambasına hapsedilmiş şeytani bir cin olduğunu biliyorduk, esaretinden kurtulup bir kez dışarı çıktı mı karşısındaki her şeyi yıkacak kudrette bir cin. Deprem ve tsunami işte tam da bunu yaptı, şeytanı esaretten kurtardı.
Fukuşima’nın yarattığı kargaşanın üzerindeki esrar perdesi kalktığından beri, kazanın sebeplerine ilişkin pek çok varsayım tartışmalara konu oldu. Kazanın gerçek nedeni ne olursa olsun, inkar edemeyeceğimiz şey, Fukuşima nükleer enerji santralinin yol açtığı trajedinin, denizlerin ve nehirlerin çıldırdığı doğal felaketten çok daha elim sonuçlara sebebiyet verdiğidir. Olayın üzerinden geçen bir yılda doğal felaketin yıktığı yerler yavaş yavaş kendini toparlamaya başlamışken Fukuşima nükleer santralinin ve onunla birlikte Japonya’nın nükleer enerji politikasının kaderi belirsizliğini koruyor.
Deprem ve tsunami kıyıları vurduğu sırada, Tokyo’nun 250 kilometre kuzeyindeki Fukuşima eyaletinde, toplamda 10 faal reaktöre sahip 2 nükleer enerji santrali bulunuyordu. İki santral içinde şanslı olan ise Fukuşima Dai-ni idi; 6 reaktöre sahip Fukuşima Dai-ichi’nin 10 kilometre güneyine konuşlandırılmış olan Dai-ni santrali, konumu sayesinde felaketi daha az hasarla atlatmayı başarmıştı. Dai-ichi’de ise durumlar o kadar da parlak değildi. Santraldeki 6 reaktörün 4’ünde tsunami dolayısıyla soğutma sistemleri devre dışı kalmış, hatta mazotla çalışan acil durum soğutma sistemleri bile çalışmaz hale gelmişti. Böylelikle “cini” lambasına hapseden en hayati öge olan ana soğutma sistemi tamamiyle devre dışı kalmıştı. Bu durum, birbirine son derece yakın inşa edilmiş dört reaktörün üçünde hidrojen patlamalarına yol açtı. Bağımsız bir soğutma sistemine sahip olan diğer iki reaktör ise, 13 soğutma pompasından bir tanesinin felakete karşın işlerliğini koruyabilmesi sayesinde, “soğuk kapama” (radyoaktif birikimin ısısının düşürülmesi) durumuna geçirilebilmişti.
Patlamalar neticesinde reaktör binalarının çatıları yıkıldı, bu da radyoaktif sızıntının geniş bir alana yayılmasına sebep oldu. Bu gelişme üzerine hükümet, nükleer santralin 20 kilometre yarıçapında yaşayanların bölgeden acilen tahliye edilmesine karar verdi. Neredeyse 80 bin kişi sahip oldukları herşeyi ve evlerini geride bırakarak kamplara yerleştirildiler. Yaşanacaklardan bihaber, pek çokları bu geçici durumun oldukça kısa süreceğini umuyordu. Evleri artık erişebileceklerinden çok uzaktaydı, öyle görünüyor ki uzun yıllar boyunca öyle kalmaya da devam edecek. 20 kilometrelik tahliye bölgesinin içerisinde kalan kasaba ve kentler, içinde hiçbir canlı ruhun kalmadığı hayalet şehirlere dönmüş haldeler. Tahliyeden etkilenmeyenler ise evler, dükkanlar ve araçlar. Tahliye emrinin duyurulduğu anı yaşamaya devam ediyorlar.
Fukuşima Dai-ichi’de ise durum hala kontrol altına alınmaya çalışılıyor. Başından beri amaçlanan soğuk kapama gerçekleştirilebildi. Fakat en az üç reaktörde kısmi çekirdek erimesi gerçekleştiği için santral ve çevre binalar yoğun bir radyoaktif kirlenmeye uğramış durumda. Radyoaktif sızıntı tehdidi de henüz sona ermiş değil.
Tokyo’da görev yapan yabancı gazetecilerden oluşan bir ekiple birlikte nükleer enerji tesisini ziyaret etme şansı buldum, bu felaketten sonra bir ilkti. Yolculuğumuz tahliye bölgesinin hemen dışındaki J-village’da başladı. Buradaki kontrol noktasında vücutlarımıza radyasyon ölçümleri yapıldı, Tokyo Elektrik Şirketi (TEPCO) tarafından her birimiz için hazırlanan koruyucu kıyafetlerin nasıl giyileceğine ilişkin bilgilendirildik ve tahliye bölgesinin kurallarını öğrendik. Koruyucu Tyvek elbiselerini, eldivenleri, ayakkabı koruyucularını ve maskeleri kuşanmamızın ardından otobüsümüze doğru yola koyulduk. Radyoaktif serpintilere karşı pek çok korumayla donatılmış otobüsümüze binişimizden Fukuşima Dai-ichi santralinin girişine varıncaya dek, birbiri ardına hayalet şehirlerden geçtik. Bu şehirler artık yalnızca bir zamanlar oralarda yaşayanların hatıralarındaki hayal meyal isimlerden ibaret; Naraha, Tomioka, Futaba, Okuma ve diğerleri.
Yolculuğumuz boyunca TEPCO radyasyon uzmanları, bulunduğumuz yerdeki radyasyon seviyesini her beş dakikada bir bizlere bildirdiler. Yolculuğun başında saate 5 mikrosievert olarak ölçülen radyasyon seviyesi, otobüsümüz santrale yaklaştıkça artmaya başladı. Santrale 2 kilometre kala radyasyon ölçümü 35 mikrosieverte fırladıysa da, santralin girişine vardığımızda radyasyonun yeniden 15 microsievert seviyesine gerilediğine şahit olduk. Grubumuza eşlik eden TEPCO uzmanları, bu durumun doğal bir olgu olduğunu, felaketten sonra gerçekleşen sızıntıların rüzgarla çevreye taşındığını, sonrasında ise çevredeki kasaba ve köylerdeki topraklarda biriktiğini anlattılar.
En sonunda otobüsümüz santral müdürü ve diğer yöneticilerle tanışacağımız, depreme karşı güçlendirilmiş, çalışmaların merkezi haline getirilmiş ana binaya vardı.