Doğu Eroğlu (21 Ocak 2013)
18 Ocak Cuma sabaha karşı Çağdaş Hukukçular Derneği (ÇHD) ve beraberindeki kişi ve kurumlara karşı başlatılan ve anaakım basın tarafından “DHKP-C operasyonu” olarak tanımlanan taarruz 21 Ocak Pazartesi günü itibarıyla sürüyor. Önceki gün Türkiye’ye gelen ÇHD Genel Başkanı Selçuk Kozaağaçlı, daha uçağı yere iner inmez düzenlenen operasyonla kahramanca ele geçirildi; birkaç saat içerisinde ise kendini ÇHD üyesi diğer 14 avukatla birlikte Çağlayan Adliyesi’nde buluverdi. Avukatların ve diğer şüphelilerin ifadeleri gün içerisinde sona erecek ve açılacak davanın tutuklu sanığı olup olmayacağı anlaşılacak.
ÇHD’ye yapılan operasyonun sebebi ise belirsizliğini koruyor. Emniyet her ne kadar “kozmik oda,” “ajanlık” gibi anahtar sözcükler kullandığı bir basın metniyle kurumu kriminalize etmeye çalışıyorsa da, basının olayı gündemine almayı tercih eden kısmı, ÇHD’nin müdahil olduğu davaları ön plana çıkartıyor. Tartışmaya bu yönde değilse de, Almanya özelinde yapılmış tarihsel bir analizle katkı vermekte fayda var. 1918’de kurulan Weimar Cumhuriyeti’nden Nazi Almanyası’na uzanan süreçte dönüşüme uğrayan hukuk ve polis kuvvetlerine ilişkin üç kısa makaleyi aşağıda bulabilirsiniz.
Nazi Almanyası’nda hukuk ve adalet
Üçüncü İmparatorluk [Drittes Reich], yani Nazi Almanyası, siyasi ve ideolojik muhaliflerin rastgele tutuklamalarla toplama kamplarına kapatılması uygulamasıyla karakterize olmuş bir polis devletidir.
“Koruyucu gözaltı” (Schutzhaft) kavramına 1933’te getirilen yeni yorumla beraber, polis kuvvetleri hukuki kontrolden muaf oldu. Koruyucu gözaltı Nazi terminolojisinde, yargısal denetim olmaksızın rejimin gerçek veya muhtemel karşıtlarının tutuklanmasıdır. Koruyucu gözaltı uygulanan tutuklular, diğer mahkumlar gibi sıradan hapishanelerde değil, SS (Schutzstaffel; Nazi devletinin seçkin muhafızları) birliklerinin ayrıcalıklı yetkileri sayesinde toplama kamplarında tutulurlardı.
Üçüncü İmparatorluk, olağan yargı sistemi ile Hitler rejimi ve polis kuvvetlerinin keyfi uygulamalarının aynı anda var olması sebebiyle, ikili bir devlet yapısı olarak anılagelmiştir. Nazilerin iktidara geldiği 1933’ten sonra kamusal hayatın farklı alanlarında olduğu gibi, yargıda da önemli bir dönüşüm gerçekleşmiştir (Nazi ideolojisinin hedefleriyle uyumlu hale gelmiştir de diyebiliriz). Hukuki idareye tabi olan tüm meslek örgütleri Nasyonal Sosyalist Alman Hukukçular Birliği’ne gittikçe daha yakın hale gelmiş, zamanla birliğin içine karışıp kaybolmuşlardır. 1933 Nisan’ında, Hitler ilk Yahudi aleyhtarı (antisemit) yasalardan birini çıkardığında, Yahudilerin yanı sıra, sosyalist avukatlar, yargıçlar ve diğer yargı çalışanları da mesleklerinden oldular. Bunlara ek olarak, aralarında Carl Schmitt’in de bulunduğu, Alman Hukuk Akademisi’ne mensup hukukçular ve Nazi hukuku teorisyenleri, Alman hukuk sisteminin “nazileştirilmesi” gerektiğini, sisteme bulaşmış tüm “Yahudi tesiri”nin temizlenmesi gerektiğini ileri sürdüler. Yargıçlar ise varacakları tüm kararlarda “sağlıklı halk duygusu”nun (gesundes Volksempfinden) göz önünde bulundurulması noktasında mutabakata vardılar.
Hitler mahkemelerin siyasi güvenilirliğini artırmaya kararlıydı. 1933’te hassas siyasi davalara bakmaları için Almanya’nın her yerinde özel mahkemeler kurdurttu. Temyiz mahkemesinden (Reichsgericht) çıkan beraat kararlarından duyduğu memnuniyetsizlik üzerine, vatana ihanet ve diğer önemli “siyasi davalara” bakması için Berlin’de Halkın Mahkemesi’nin (Volksgerichtshof) kurulumuna önayak oldu. Roland Freisler’in öncülüğündeki Halkın Mahkemesi, onbinlerce kişiyi “Volk Vermin” [Çevirenin notu: Halka zararlı kişi olarak Türkçeleştirilebilir] ve “Volk Treason” [Ç.n.: Vatan haini] olarak yaftalayarak idamlarına hükmetti ve Nazi rejiminin yarattığı korku sisteminin uygulayıcılarından biri haline geldi. Özellikle 20 Temmuz Olayı olarak bilinen, 1944’te Hitler’e karşı gerçekleştirilen suikast girişimi hakkında suçlananların yargılandığı dava ve verilen hükümler, bu adaletsiz sistemin en önemli örneklerinden biridir.
Savaştan sonra, önde gelen Nazi hakimlerden Curt Rothenberger, Franz Schlegelberger, ve Josef Altstoetter, hukuksuz yere ölüm cezalarına hükmettikleri ve diğer zulümlerden ötürü Nürnberg Mahkemeleri’nde yargılanmışlardır.
Alman polisi: Weimar Cumhuriyetinden Nazi Diktatörlüğüne
Bir toplumda polis kuvvetinin üstlendiği görevlerin en önemlileri, kamu düzeninin korunması ve hukukun üstünlüğünün güvence altına alınmasıdır. Ancak polisin üstlendiği bu görevlerin icraası, özellikle toplumun siyasal olarak yeniden düzenlendiği dönemlerde sorunlara gebe olur.
Naziler, 12 yıllık demokrasi deneyimini, yani Weimar Cumhuriyeti’ni ortadan kaldırıp, 1933’te iktidara gelerek diktatörlüğü kurdular. Weimar Cumhuriyeti’ni korumakla yükümlü olan polis kuvvetleri, Nazi rejimine kolaylıkla uyum sağladı. Bu dönemde polis kuvvetleri içerisinde ne büyük tasfiyeler oldu, ne de toplu istifalar yaşandı.
1933 yılında, polis memurlarının çoğu oldukça muhafazakardı; ancak Nazi değillerdi. Kendilerini bağımsız profesyonel çalışanlar ve hukukun tarafsız hizmetkarları olarak görüyorlardı. Kendi kişisel siyasal angajmanlarının, görevleriyle herhangi bir ilgisi yoktu. Tüm bunlara rağmen polis kuvvetleri mensupları, ileride Almanya’daki demokrasiyi yok edecek olan Nazi rejimini desteklemekte beis görmediler. Özellikle polis ve diğer muhafazakar kesimler, 1933’te Nazilere büyük destek verdiler. Polis içindeki muhafazakar unsurlar, kurulacak bir Nazi diktatörlüğünün yalnızca Weimar Cumhuriyeti’nin zayıflıklarına değil, polislik mesleğine has kimi zorluklara da ilaç olacağına inanıyorlardı.
Weimar Cumhuriyeti’nin en büyük zaafı, kendi kökeninden kaynaklanıyordu. Almanya’nın Birinci Dünya Savaşı’nda uğradığı hezimet, monarşiyi ciddi biçimde zayıflatmış ve 1918’de Weimar Cumhuriyeti’nin kuruluşuna yol açmıştı. Birinci Dünya Savaşı’nda alınan mağlubiyetten monarşiyi sorumlu tutmak yerine, Alman halkının önemli kısmı yenilgiden ve takip eden küçük düşürücü barış anlaşmasından ötürü siyasi partileri suçluyorlardı. Monarşi rejimi boyunca siyasi partileri düşman bellemiş polisler, sosyal demokrat, merkez ve liberal partilerin faaliyetlerine büyük bir şüpheyle yaklaşıyorlardı. Weimar Cumhuriyeti’nde iktidar bu partilere aitti. Kişisel hislerini bir yana bırakan polisler, kanunu uygulamakla yükümlü olduklarından devlete hizmet etmeye devam ettiler. Ancak çoğu kendilerini demokrat hissetmiyor, demokratlık düşüncesine bir türlü ikna olamıyorlardı.
Birinci Dünya Savaşı’nın altüst ettiği istikrarsızlaşmış ekonomiye, bir de savaş sonrası yeniden yapılanma döneminin getirdiği yük eklenince, Weimar Cumhuriyeti boyunca görev yapan hükümetler her daim paraya muhtaç halde oldular. Polis kuvvetleri de mali kesintilerden, personel eksikliklerinden ve durağan maaşlardan payını alıyordu. Ne modernizasyon için kullanılacak, ne de yeni ateşli silahların veya adli ekipmanların edinilmesini sağlayacak mali kaynak vardı. Almanya’nın savaş sonrasında çekildiği topraklarda görev yapan memurların merkeze geri dönmeleri, hem mali kaynakların eksikliğinden kaynaklanan sıkıntıları daha da tırmandırıyordu, hem de personel sayısının çokluğundan ötürü terfi ihtimalleri azalıyordu. Kamu harcamalarındaki yüksek kesintilere karşın tüm personele uygun pozisyonlar bulunmalıydı. Polis kuvvetlerindeki terfi ihtimallerinin bu derece kısıtlı hale gelmesi, özellikle yeni mezunlarda ve öğrenim gören polislerde önemli bir moral bozukluğu yaratıyordu.
Polisi bile zor durumda bırakan bütçe kesintileri ve tüm Weimar Cumhuriyeti’ne yayılan ekonomik kriz, suç oranında hızlı bir yükselişe sebep oldu. Uyuşturucu, fuhuş, pornografi, kumar ve hırsızlıkla uğraşan suç grupları kısa sürede gelişip büyüdüler. Son derece organize çalışan bu çetelerin faaliyetleri sıklıkla diğer eyaletlere de sıçrayarak genişliyor, polisin yaptığı araştırmaları çıkmaza sokuyordu. Zira Weimar Cumhuriyeti döneminde ulusal bazda görev yapan bir polis kuvveti yoktu; Alman federasyonuna bağlı her bir eyalet kendi polis kuvvetine sahipti ve farklı güvenlik politikaları izliyorlardı. Polis kuvvetleri arasındaki bu koordinasyonsuzluk, farklı eyaletleri ilgilendiren soruşturmaların başarısızlığa uğramasına yol açıyordu. Weimar Cumhuriyeti’nde görev yapan polisler, bu çetelerin dengi değillerdi.
Weimar Cumhuriyeti’nde adi suçlarda önemli bir artış gözlenirken, ülkenin içinde bulunduğu istikrarsızlık yüzünden siyasi suçlarda da büyük bir patlama yaşanıyordu. Binlerce silahlı gazi ve hem sol hem de sağ radikal siyasi partilerle ilişkilendirilen paramiliter gruplar isyanlar başlatıyor, devlete karşı saldırılarda bulunuyorlardı. Bu paramiliter gruplar kimi zaman ağır silahlarla donanmış ve büyük kitlelerce desteklenir hale geliyor, polis kuvvetlerini hem sayıca, hem de kuvvet olarak geride bırakıyorlardı. Her tarafa yayılan suç ve siyasal kargaşa, polis kuvvetlerini bir kırılma noktasına doğru sürüklüyordu.
Tüm profesyonelliklerine karşın, polis kuvvetleri Weimar Cumhuriyeti’nin yeni demokratik düzenine alışmakta zorlanıyordu. Polisler, polise sağlanan yetkilerin kısıtlanmasından hiç memnun değildiler. Bazı soruşturmalar, polisin zanlıların haklarını ihlal etmesi yüzünden takipsizlikle sonuçlanıyor, bazı durumlarda ise toplanan kanıtlar, öngörülen polis prosedürleri dışındaki yollarla edinildikleri için görmezden geliniyordu. Polis operasyonlarına hayli eleştirel bir tavırla yaklaşan basın sayesinde polisin bu başarısızlıkları daha da göze batıyordu. Polis kuvvetlerinin açıkça eleştiriliyor oluşu, teşkilat mensuplarının giderek kendilerini kuşatılmış hissetmesine yol açtı; kanuni sınırlamalar ve bütçe kesintileri ellerini kollarını bağlamışken kamuoyunca bu denli eleştiriliyor olmalarından ötürü içerlemişlerdi.
Nazi Devletinde Alman polisi
Ocak 1933’te Naziler iktidara geldiğinde, polis teşkilatı mensuplarının önemli kısmı partiye ve amaçlarına ilişkin şüpheler taşıyorlardı. Nazilerin kışkırtıcı tavrı, özellikle Weimar Cumhuriyeti’nin son yıllarında tahrip edici bir hal almış, polis ise komünistlerle birlikte Nazileri de titiz bir inceleme altına almıştı. Tüm bunlara karşın Hitler hukuk ve düzenin üstünlüğüne olan inancının altını çizmiş, geleneksel Alman değerlerini layık olduğu konuma getireceğini iddia etmişti. Polis kuvvetleri ve diğer muhafazakarlar da vaat edilen güçlü merkezi devletle beraber polis gücünün artırılmasını desteklemiş, hizipçi siyasetin sona ermesini memnuniyetle karşılamış ve demokrasinin son bulmasını kabul etmişlerdir.
Nazi devleti, polisin Weimar Cumhuriyeti döneminde yaşadığı sorun ve hayal kırıklıklarını ortadan kaldırdı. Kamuoyunda polise yöneltilen eleştirileri bastırmak için basın sansürlendi. Komünist tehditleri ortadan kaldırarak sokaktaki kargaşayı önlediler. Polisin personel sayısı, Nazi paramiliter gruplara yedek güvenlik kuvveti statüsü kazandırılmasıyla daha da arttı. Naziler, polis kuvvetini merkezileştirdi ve çetelerle savaşarak devletin güvenliğini sağlamaları için emniyet teşkilatına mali olarak tam destek sağladı. Personel sayısı ve eğitimlerin niteliği artırıldı, kullanılan ekipmanlar modernize edildi. Polise gözaltı, tutuklama ve mahkumlara muamele hususlarında geniş yetkiler tanındı. Polis “önleyici faaliyet” ilkesini benimseyerek yargı denetiminden çıktı ve soruşturma için gerekli delilleri toplamadan tutuklama yapar hale geldi.
Nazi devletiyle yapılan işbirliğinin ilk sonuçları, polisteki muhafazakar kesimleri ziyadesiyle memnun etti. Suç oranları gerçekten de gerilemiş, çetelerin faaliyetleri ortadan kalkmıştı. Düzen yeniden sağlanmıştı. Ancak bunun bir bedeli de vardı. Nazi devleti, bir imparatorluk geleneğinin yeniden eski gücüne kavuşması olarak tanımlanamazdı. En yalın ifadesiyle, baştan aşağı ırkçı bir yapılanmaydı. Kısa sürede Naziler polis kuvvetlerinin kontrolünü ele geçirdiler ve Weimar Cumhuriyeti’nin geleneksel emniyet teşkilatını büyük bir dönüşüme uğratarak rejimin önce baskı, en nihayetinde de soykırım aparatı haline getirdiler.
Nazi devleti emniyet teşkilatını, rejimin en radikal ve Nazi ideolojisiyle en adanmış yapıları olan SS kuvvetleri ve Güvenlik Teşkilatı (Sicherheitsdienst, SD) ile harmanladı. SS kuvvetlerinin lideri Heinrich Himmler, tüm Alman polis kuvvetlerinin başına getirildi. Himmler’in SD’den ortağı olan Reinhard Heydrich ise Güvenlik Polisi’nin başına geçerek Nazi rejiminin güvenliğinden sorumlu kılındı. Nazi ideolojisi kısa sürede tüm güvenlik faaliyetlerinin bir parçası haline geldi. Polis, yalnızca kamu düzeninin sağlanmasında önde gelen bir figür olmaktan çıktı; aynı zamanda Nazi devletinin işaret ettiği sözde ırksal düşmanlarla da mücadeleye koyuldu. Bu bağlamda kullanılan “önleyici güvenlik eylemleri,” korkunç sonuçlara yol açtılar. SS, SD ve polis kuvvetleri soykırımın en başlıca failleri oldular.