Doğu Eroğlu (27 Ocak 2013 BirGün Gazetesi)

1933’te Berlin’deki parlamento binası Reichstag’ın kundaklanmasından sonra uygulanmaya başlanan “olağanüstü hal hukuku,” 2013 Türkiyesi’nde sürüyor. Son kurban savunma hakkı.

İktidara gelişinin birinci ayını doldurmamış olan Şansölye Adolf Hitler, Reichstag binasının (Pek çok Alman devletinin parlamentosuna ev sahipliği yapan, Berlin’deki tarihi bina) alevler içinde kaldığını gördüğünde, bunu “Tanrı’dan gelen bir işaret” olarak tanımlamıştı. Ocak 1934’te, yangının üzerinden bir yıl geçmeden, olayın faili olduğu iddiasıyla giyotine gönderilen Marinus van der Lubbe ise yangının tek kurbanı değildi. Olayı, “Nazi rejimini devirmek isteyen Komünist komplonun başlangıcı” olarak değerlendiren iktidar, yarattığı korku atmosferini kullanarak güçler ayrılığını ortadan kaldıran, basın, ifade, örgütlenme ve gösteri özgürlüklerini fiilen ortadan kaldıran yasalar çıkarttı. Reichstag yangınının Nazi Almanyası için getirdikleri bununla da sınırlı değildi; en yüksek yargı organı olan Yüce Divan’ın, kundaklama iddiasıyla yargılanan 5 kişiden 4’ünü delil yetersizliğinden dolayı suçsuz bulması, Hitler’i çıldırttı (Reichstag yangınında Nazi parmağı olduğu tartışmalarının hala sürdüğünü de hatırlatmak lazım). “Reform”a ihtiyaç vardı: Hukuka aykırılığı hukuk sayan, Nazi rejiminin yargı uzantısı olarak çalışan Volksgerichtshof, yani “Halk Mahkemeleri” bu ihtiyaca cevap olarak doğdu.

Halk Mahkemeleri, Alman hukukunun Nazi ideolojik hedefleriyle uyumlu hale getirilmesi hamlesinin, diğer bir deyişle hukukun nazileştirilmesinin, en can alıcı adımlarından biridir. Reichstag yangınının sonrasında, Alman komünistlerini sindirme operasyonunun bir parçası olarak, “vatana ihanet” kategorisindeki suçlar yeniden tanımlandı ve bu iddialara Halk Mahkemeleri’nin bakması kararlaştırıldı. On binlerce kişi, Halk Mahkemeleri tarafından “vatan haini” olarak yaftalanarak toplama kamplarına gönderildi veya idam edildi.

Üçüncü Reich’ın ihtiyaç duyduğu yargı mekanizmaları Halk Mahkemeleri’yle sınırlı değildi. Nazi Partisi’nin iktidara geldiği 1933’te, “koruyucu gözaltı” kavramı yeniden yorumlanmış, yargısal denetim olmaksızın rejimin muhtemel karşıtlarının, Nazi devletinin seçkin muhafızları SS birliklerinin ayrıcalıklı yetkilerine dayandırılarak gözaltında tutulmaları sağlanmıştı. Gerçekte ucu açık bir tutukluluk süreci olan koruyucu gözaltı, rejim muhaliflerinin yalnızca hukuksuzca hapsedilmesi anlamına gelmiyor, bir şekilde Nazi hukuku tarafından tutuklanmamış şüphelilerin “kontrol altında” tutulmalarını da sağlıyordu.

Elbette Nazi yargısı yalnızca Gestapo, SS ve partililerden oluşmuyordu. Yargının uygulamalarına yön verenler hala “gerçek hukukçular”dı. Ancak bu alanda Nazi rejiminin çatlak seslere alan tanımadığını da eklemek gerekir; hukukun nazileştirilmesi kapsamında, tüm meslek örgütleri önce Nasyonal Sosyalist Alman Hukukçular Birliği’ne giderek yaklaşmış, daha sonra da bu yapı içerisinde kaybolup gitmişlerdir. Örgütün mensuplarından en temel ricası, giriştikleri tüm eylemlerde “sağlıklı halk duygusu”nu göz önünde bulundurmaları ve aldıkları kararlarda kendilerini “Führer’in yerine koymaları”ydı.

Siyasal muhaliflerin rastgele tutuklanarak toplama kamplarına kapatılması uygulamasıyla karakterize olan rejimin totaliter kimliğini tamamlayan diğer unsur ise polis teşkilatıydı. Birinci Dünya Savaşı sonrası, Weimar Cumhuriyeti’nden Nazi rejimine geçiş sürecinde, teşkilattaki sorunların güçlü bir merkezi yönetim tarafından çözülebileceğine inanan polisler, temel insan haklarının ortadan kaybolmasına ve demokrasinin askıya alınmasına karşı çıkmadılar. Enflasyon yüzünden artan mali kesintiler, işten çıkarmalar ve kısıtlanan yetkilerden Nazi iktidarı sayesinde kurtulan polis teşkilatı, rejimin en önemli destekçilerinden biri haline geldi. Halihazırda ilerici siyasi partileri geleneksel düşman olarak bellemiş emniyet, kısa sürede rejimin siyasal muhaliflere baskı aracına dönüştü. İktidar da bu hizmetleri karşılıksız bırakmadı; polise yöneltilen eleştirileri bastırmak için basın sansürlendi, paramiliter gruplara yedek kuvvet statüsü kazandırılarak polisin personel sayısı artırıldı, ekipmanlar modernize edildi. En önemlisi ise polise gözaltı, tutuklama ve mahkumlara muamele hususlarında tanınan geniş yetkilerdi. Polis, “önleyici faaliyet” ilkesini benimseyerek yargı denetiminden çıktı ve soruşturma için gerekli delilleri toplamadan tutuklama yapar hale geldi.

Nazi ideolojisi kısa sürede tüm güvenlik birimlerince içselleştirildi. Polis, kamu düzeninin sağlanması işlevini terk edip, Nazi devletinin işaret ettiği sözde ırksal düşmanlarla mücadeleye koyuldu. Cumhuriyet’in emniyet teşkilatı büyük bir dönüşüme uğrayarak rejimin önce baskı, en nihayetinde de soykırım aparatı haline geldi.

Sonuç niyetine

Niyetim, “argumentum ad Hitlerum” yöntemine başvurmak , yani siyasal bir tartışmayı Hitler ve Nazi Almanyası uygulamalarına indirgeyip, mantıksal bir hatadan faydalanarak bir tezi ispatlamak değil. Ancak merkezinde Çağdaş Hukukçular Derneği’nin ve Grup Yorum çevresinin olduğu, “DHKP-C operasyonu” biçiminde kodlanan, bizzat İstanbul Emniyet Müdürlüğü tarafından basına iletilen “ajan faaliyeti yürütmek” gibi iddiaların sorgularda yer bulmadığı, şüphelilerin kan ve doku numunesi vermeye zorlandığı polis ve yargı usullerini değerlendirirken başka benzerliklerden medet ummak olanaksız. AKP rejimi önüne çıkanı yakıp yıkarak, yeni Reichstag yangınları çıkartarak ilerlemesini sürdürüyor; Nazi totaliteryanizmiyle eşanlamlı hale gelen Halk Mahkemeleri, koruyucu gözaltılar ve önleyici faaliyetler, AKP rejiminde şafak operasyonları, Özel Yetkili Mahkemeler, cezaya dönüşen tutukluluklar ve itibarsızlaştırılan şüpheliler biçiminde modernleşiyor. Nasyonal Sosyalist Alman Hukuçular Birliği’nin yarattığı tekelleşme ve tektipleşme, günümüz Türkiyesi’nde Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu gibi yapılara müdahale eden yasama faaliyetleri, rejim destekçisi meslek örgütlerinin oluşturulması ve ÇHD gibi muhalif kurumların işlevsizleştirilmeye çalışılması gibi yollarla güncel hale getiriliyor. Sıradan vatandaş Polis Vazife ve Selahiyet Kanunu gibi yasalarla sindirilirken, siyasal muhalifler Terörle Mücadele Kanunu yoluyla tutsaklaştırılıyorlar. ÇHD şahsında girişilen operasyon ise bu iki kesimin de savunma hakkına yönelmiş büyük bir tehdidi ortaya koyuyor.