Doğu Eroğlu (3 Şubat 2013 BirGün Gazetesi)
Bu hafta, dünyada şaşkınlık yaratan, Türkiye’de ise alaylarla karşılanan bir gelişme yaşandı. Zimbabwe Finans Bakanı Tendai Biti’ye göre, memur maaşlarının ödenmesinden sonra Zimbabwe devletinin kasasında yalnızca 217 Amerikan doları kalmıştı. Yunanistan’daki krize gülüp geçen, kemer sıkma önlemleri yüzünden ülkenin tüm kamu varlıklarının satışa çıkarılmasını önemsemeyen Türkiye kamuoyu, Zimbabwe’de yaşananları da uzun uzadıya değerlendirmedi. Oysa borçlarını çeviremeyen ülkenin nakit varlıklarını 217 dolara gerileten gelişmeler, Türkiye’nin çok da yabancı olmadığı süreçlerden kaynaklanıyordu.
2009 yılının Haziran ayında kişisel bir gezi için, sırt çantamla Zimbabwe’ye gittiğimde, mali krizden haberdardıysam da, ülkenin tarihindeki en zorlu dönemeci tecrübe etmekte olduğunun farkında değildim. Önce, ülkenin kuzeyindeki Bulawayo kentinde yanlarında konaklayacağımız ailenin, beraberimizde şeker, un, pirinç, sıvı yağ ve makarna gibi temel gıda malzemeleri getirmemizi rica etmesi, daha sonrasında ise Güney Afrika Cumhuriyeti sınırından karayoluyla ülkeye giriş yaparken bindiğimiz otobüsün tıka basa yiyecekle dolu olması durumun vahametini anlamamızı sağladı.
Tarihindeki en büyük mali krizden geçmekte olan ülkenin yerel para biriminin son yıllarda büyük değer kaybına uğradığını, ülkenin bir “hiperenflasyon” süreci yaşadığını daha Zimbabwe’ye ayak basmadan biliyorduk. Ancak karşılaştığımız manzara, hiperenflasyonun makalelerde ve ders kitaplarında anlatılan tanımlarını anlamsız kılıyordu; yiyecek satılan dükkanlarda raflar boşalmış, ülkedeki bankalar ve ATM’ler hizmet vermeyi bırakmış, yerel para birimi olan Zimbabwe doları tedavülden kalkmış, alışverişler için Amerikan doları ve Güney Afrika randı kullanılır olmuştu. Enflasyonun üç haneli figürlere ulaştığı 2002’den krizin katlanılamaz hale geldiği 2009’a dek paradan tam 26 sıfır atılmıştı.
Hiperenflasyona ilişkin en anlatılagelen öykülerin belki de en ünlüsü, meşhur iktisatçı Ludwig von Mises’in Avusturya’da başından geçenlerdir. Birinci Dünya Savaşı ertesinde, tıpkı Almanya gibi, barış antlaşmalarının son derece ağır koşullarını kabul etmek zorunda kalan Avusturya, 1921’de başlayan bir hiperenflasyon dönemine girer. İşler öyle bir noktaya varır ki, Avusturya hükümetinden bir heyet, beraberindeki Milletler Cemiyeti delegasyonuyla birlikte, Viyana Üniversitesi’nde ders veren Mises’e akıl danışmaktan başka çare bulamaz. Mises ziyaretçilerine, “Geceyarısı tam 12 ‘de, size söyleyeceğim binanın tepesinde benimle buluşun” der. Yetkililer bu isteğe anlam veremezlerse de, çaresiz kabul ederler. Belirtilen yer ve saatteki randevuya gittiklerinde, Mises’e endişeyle, “Bu enflasyonu durdurmamızın yolu nedir Profesör?” diye sorarlar. Mises, “Dinleyin. Şu sesi duyuyor musunuz?” diye yanıtlar.
Herkes gecenin sessizliğini bozan şeye dikkat kesilmiştir. “Baylar, o sesi durdurun. Sorununuz çözülecektir!” der Mises. Gecenin karanlığında, tüm Viyana halkı evlerine çekilmişken çalışmasını soluksuz sürdüren o tesis, aralıksız biçimde yeni banknotlar basmaya basmaya devam eden darphaneden başka bir şey değildir. Bu alışılmışın dışındaki görüşmenin üzerinden çok geçmeden Mises’in haklılığı ortaya çıkar; para basımı durdurulur, hiperenflasyon sona erer. Zimbabwe’deki hiperenflasyonun çözümü ise o kadar kolay olmayacaktı.
1980’de, ülkenin İngiltere’den bağımsızlığını kazanması sonrasında Rodezya Doları yerine tedavüle giren Zimbabwe Doları, o tarihten 2006’ya dek yaklaşık 70 kat değer kaybetmişti. Aynı süreçte benzer bir eğilim enflasyonda da gözleniyordu; 1980’de yüzde 7 olan enflasyon 1990’da yüzde 17’ye çıkmış, 2000’de yüzde 55’e ulaşmış, 2006’da ise yüzde 585’e fırlamıştı. Yerel para biriminin tedavülden kalktığı 2009 yılında yıllık enflasyon yüzde üzerinden 25 haneli bir değerle ifade ediliyordu! Hiperenflasyonla mücadelede bir türlü başarı sağlayamayan hükümet, 2007’de Zimbabwe Merkez Bankası’nın önerisiyle enflasyonu “yasadışı” ilan etmeyi bile denedi; düzenlemeyle, belli ürünlerin satış fiyatına zam yapmak yasaklandı. Elbette, bu akılalmaz girişim de başarısızlıkla sonuçlandı. Sürekli yeni banknotlar basılıyor, hiperenflasyonu durduramayan merkez bankası çareyi banknotların üzerine “son kullanma tarihleri” düşmekte buluyordu. Durum böyle olunca, Zimbabwe doları kısa sürede geleneksel işlevini yitirdi: 2009’da ülkeye gittiğimizde, bize ve diğer turistlere önerilen en manalı hediyelik eşya ise, belki de ülkenin dünya çapında ün salmış tek mamülü, Zimbabwe’nin o meşhur, yürürlükten kalkmış yerel banknotlarıydı. Ülkede dikkatimizi çeken bir diğer şey ise devlet başkanı Robert Mugabe’nin tartışılmaz egemenliğiydi. Caddeler, mahalleler ve sokaklar Mugabe’nin ismini taşıyordu, Mugabe posterlerinin asılı olmadığı bir duvara rastlamaksa imkansızdı. Sohbetlerde ise nedense Mugabe’nin ismi hiç mi ama hiç geçmiyordu. Üstelik, ülkenin bağımsızlığını elde ettiği 1980’den, 2013’e dek süren 33 yıllık Mugabe hegemonyası, kasada kalan 217 doların tek açıklaması olduğu halde.
1890’da başlayan Britanya sömürgesi dönemi 1965’e dek bir şekilde sürmüş, 1979’a dek süren iç savaş ise ülkenin 1980’de Britanya’dan tamamen koparak bağımsızlığını kazanmasını sağlamıştı. Bağımsızlıkla birlikte göreve gelen Robert Mugabe ve Zimbabwe Milli Birlik Partisi (ZANU) görevdeki ilk yıllarında bağımsızlık antlaşmalarının koşulları gereği radikal adımlar atmadı. IMF ve Dünya Bankası kurulan iyi ilişkiler, “yapısal uyum programları” ile “stand-by anlaşmalarını” beraberinde getirdi. Batı’yla uyum, 1990’lara dek sürdü: İktidarını korumak isteyen Mugabe, sermayeyi, yani tarım topraklarını, geleneksel sahipleri olan beyaz elitten topraksız siyah köylülere kapsamlı ve sabırlı politikalarla aktarmak yerine popüler politikalar izleyerek, beyazlara karşı saldırgan kampanyalar başlattı. Pek çok beyazın paramiliter kuvvetlerce öldürülmesiyle sonuçlanan bu kampanya, piyasaya üretim yapan tarım topraklarının beyazların elinden zorla alımasını sağladıysa da, toprakların yeni sahipleri köylüler değil, Mugabe’nin çevresindeki şanslı siyah azınlık oluyordu.
Tıpkı Nelson Mandela’nın Güney Afrika Cumhuriyeti’nde yarattığı Afrika Ulusal Konseyi’nin (ANC) mirası sayesinde, ülkeyi yolsuzluk batağına sürükleyen dört eşli Jacob Zuma’nın iktidara tutunması gibi, Mugabe de kamuoyundaki “ülkeyi İngilizler’in elinden kurtardığı” inancı yüzünden 33 yıl koltuğunu korumayı bildi. Kendine her dönemde yeni “halk düşmanları” yaratarak, karşıtlarını açıkça öldürerek bugüne dek gelmeyi başardı. Ücretsiz olan eğitim ve sağlık hizmetlerini IMF’nin tavsiyeleriyle özelleştirdi. “Afrika’nın Ekmek Sepeti” olarak anılan, bölgenin en büyük tarımsal üreticilerinden biri olan Zimbabwe, kıtlıklar yüzünden dış göç veren bir ülkeye dönüştü. Ülkedeki her parlamento ve başkanlık seçimi, bir öncekini gölgede bırakan hilelere, skandallara sahne oldu. 15-49 yaş arasındaki nüfusun yaklaşık dörtte birinin HIV virüsü taşıdığı ülkede, halkın neredeyse tamamı yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Zimbabwe örneği bütün olarak değerlendirildiğinde ise, devlet kasasında kalan 217 dolara gülünüp geçilmemesi gereken, IMF ve Dünya Bankası gibi küresel sermaye kuruluşarı ile merkez devletlerin, çeşitli yollarla bağımlı kıldığı ülkeleri (Türkiye ve Arjantin örneklerinde de olduğu gibi), uyuşmazlıklar yaşandığı anda nasıl gözden çıkarabildiğine ilişkin önemli bir ders olarak ortada duruyor.