Darbe girişimi AKP’nin Selefi cihatçılarla gönülsüz mücadelesini iyice zorlaştıracak. Emniyet ve TSK’daki görevden almalar operasyon kapasitesini bölecek, artan İslami söylemlerse kamu görevlilerinin elini bağlayacak
Doğu Eroğlu (20 Temmuz 2016, Birgün Gazetesi)
Türkiye’nin 2011 sonrası dönemdeki iç ve dış siyasetinin en önemli unsurlarından biri, Suriye İç Savaşının tarafı olan devlet dışı şiddet aktörleri oldu. Bu aktörler içindeki Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının ağırlığı ile AKP iktidarının örgütlerle angajmanıysa 2011’den 2015’e dek arttı. Cihatçı yönelimlerle mücadele için Dışişleri Bakanlığının oluşturduğu özel birime göre, şimdiye kadar 500’den fazla Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı cihatçı örgütlerin saflarında savaşırken yaşamlarını yitirdi; halihazırda örgütler içinde muharip olarak bulunanların sayısıysa ve gazeteciler ile yerel bilgi kaynaklarından edindikleri verileri derleyen siyasetçilere göre, radikalleşen kesimin genişliği resmi tahminlerin çok daha üzerinde. Örgütleyiciler, taşımacılar, sağlık hizmetleri, silah-mühimmat ve temel gereksinimlerin tedarikçileri ile İslam Devletinde yaşamak üzere ‘hicret’ edenler de eklendiğinde, toplumsal etki alanı on binleri bulabilecek bir örgütlenme ağıyla karşılaşılıyor.
Radikalleşmede çekim etkisi azalıyor
Türkiye’deki örgütlülük kurumsallaşırken, Suriye-Irak sahasındaki dönüşüm de sürüyor. ABD’nin başı çektiği IŞİD Karşıtı Koalisyon ile Rusya’nın –farklı stratejiler gütseler de– oynadığı etkin rol, Esad rejiminin elde ettiği askeri başarılar, Irak güçlerininse IŞİD’e kaptırılan bölgelerde batıya doğru ilerleyişi, Selefi cihadın çekim faktörlerini erozyona uğratıyor. Askeri başarıların sona erişi ve toprak kayıplarının getirdiği ekonomik darboğaz, İslam Devletindeki yaşam şartlarını zorlaştırıyor. Nihayetinde sönümlendiği düşünülen cihat, Türkiye’de örgütlenenler için çekiciliğini yitiriyor.
İtici faktörler sürüyor
Denklemin öteki tarafındaysa, itici faktörler, yani bireylerin cihatçı yapılara yakınlık duymasını sağlayan gerekçeler gücünü koruyor. Üstelik 90’lardan itibaren Afganistan, Çeçenistan ve Bosna’ya gidenlerin başlattığı, eski savaşçıların kendi toplumsal çevrelerini etkilemesi olgusu, Suriye ve Irak’tan dönenlerle sürüyor. Yani örgütlenme Suriye’ye yönlenemese de devam ediyor.
Önlemler organize değil
İktidar, Haziran 2015’te Koalisyondan ciddi bir uyarı alana ve IŞİD Türkiye’de şiddet eylemlerine imza atmaya başlayana dek somut önlemler almaktan kaçındı. Kırılma noktasından sonra zoraki alınan önlemlerse, IŞİD’in Türkiye eylemleri sonrasındaki plansız operasyonlar, geçici gözaltılar, bütünsellik ve tutarlılıktan uzak yargılamalardan ibaretti; üstelik ılımlılaştırma programları gibi sert olmayan tedbirler de uygulanmadı. Peki, darbe girişimi sonrasında Emniyet ve TSK’daki revizyon ile darbe karşıtı söylemlerde Sünni İslamcı vurguların öne çıkışı, Selefi cihatçı örgütlenmeyle mücadelede fiziki ve psikolojik olarak neleri değiştirecek?
Operasyon kapasitesi bölündü
Emniyetin Selefi cihatçılara yönelik tutumuyla ilgili Temmuz 2015’te BirGün’e açıklamalarda bulunan eski bir emniyet yetkilisi, 17-25 Aralık Operasyonları sonrasındaki dönemde binlerce personelin Gülen Cemaatine yakın olduğu zannıyla görevlerinden uzaklaştırılmasının hem istihbarat hem de operasyon kapasitesinde zafiyet yarattığını belirtmiş, El Nusra Cephesinin lojistik üssü olarak kullandığı Hatay’da yalnızca 8 emniyet istihbarat mensubunun görev yaptığını söyleyerek Emniyetin önleme kapasitesinin düşüklüğüne dikkati çekmişti. Benzer bir durum, darbe girişimi sonrasında 9 bine yakın polisin görevden el çektirilmesi ile MİT’teki görevden almalar sonrasında da yaşanabilir. Türkiye’deki cihatçı hareketleri izleyen analist Aaron Stein’a göre, darbe girişimiyle birlikte Gülen Cemaatinin değişen konumu, güvenlik güçlerinin IŞİD’e karşı mücadelesini zorlaştıracak: “Darbe güvenlik güçlerine üzerinde önemli bir baskı yaratacak çünkü bundan sonra hem PKK hem Gülen Hareketi hem de IŞİD’i izlemeleri gerekecek. Üstelik tüm bunları meslektaşlarının tutuklandığı bir dönemde yapmak zorunda kalacaklar.”
Karışıklık nefes aldıracak
Darbe girişimine karşı Erdoğan ve AKP’den gelen çağrılarla sokağa inen bazı kesimler, hem askerlere yaptıkları şiddetli müdahaleler hem de dış görünümlerinden ötürü IŞİD sempatizanı veya mensubu olabileceklerine ilişkin kuşkularla karşılandı. Fakat geleneksel Selefi itikat temsili demokrasiyi tasvip etmiyor; bu ilkeler doğrultusunda hareketin aynı biçimdeki iktidara el koymak için yapılan bir askeri müdahaleye taraf olması da beklenmemeli. Kafkaslar ve Türkiye’deki cihatçı hareketlere ilişkin NorthCaucasusCaucasus.blogspot.com.tr adresindeki blog’un yazarı, BirGün’e konuşan Washington kökenli analist, IŞİD’e biat eden grupların bu konudaki duruşunu açıklıyor ve darbe girişimi sonrasında ortaya çıkan karmaşanın bu gruplar lehine olabileceğini işaret ediyor: “Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, darbeye karşı durmaları için insanları sokağa çağırmasının hemen ardından, İslam Devletinin Türkçe yayın organı Darul Hilafe bir açıklama yayımlayarak destekçilerine uyarıda bulundu; her iki tarafın da ‘tağut’ [Allah’ın koyduğu kurallarla değil de insan eliyle oluşturulmuş bir düzenle yönetim] olduğunu ifade ederek sokağa çıkılmamasını istedi ve tutumunu açıkça ortaya koydu. Yine de IŞİD, Türkiye hükümetinin içine düştüğü devasa karışıklıktan faydalanmanın yollarını arayacaktır. Öte yandan hükümetin baskı yaptığı Selefi gruplar önümüzdeki birkaç ay boyunca rahat nefes alabilir.”
‘IŞİD’e karşı Türkiye’nin güvenilirliği şüpheli’
Emniyet ve istihbarata ek olarak, TSK’nın komuta kademesinde meydana gelen parçalanma, IŞİD Karşıtı Koalisyona Türkiye’nin katkıları ve sınır güvenliği konusunda da belirsizlik yaratıyor. Fransa Dışişleri Bakanı Jean-Marc Ayrault, IŞİD’le mücadelede Türkiye’nin güvenilirliğinin şüpheli olduğu sözleriyle, bugün Washington’daki NATO ve Koalisyon temsilcileri toplantısı öncesinde bu belirsizliği dillendirdi.
Camilerden çağrı psikolojik eşik mi?
15 Temmuz saat 23.30 sularında, darbe girişimine karşı önlemler kapsamında, Diyanet İşleri Başkanlığı direktifiyle, Türkiye’deki tüm camilerden sela okundu ve meydanlara giderek, darbeye karşı demokrasiye sahip çıkma çağrısı yapıldı. Erdoğan ve AKP’nin çağrısıyla sokağa inen kitleleri buluşturan en temel iki unsurdan biri böylelikle Sünni İslam oldu. Darbe girişiminin ardından parlamentodaki ilk AKP Grup Toplantısını duayla ve “Cihat meydanını şühedasız bırakma Allahım, Müslümanlıkla yoğrulan yurdu Müslümansız bırakma Allahım” sözleriyle açan Başbakan Binali Yıldırım da bu yönelimi perçinledi. Darbeye karşı dayanaklarından biri olarak, İslamcı kitleleri seçen iktidarın Selefi cihatçı unsurlara karşı nasıl mücadele edeceği, iktidarın kendini İslamcılık üzerinden ifade eden seçmen kesimine taleplerine daha duyarlı olmak zorunda kalabileceği ihtimali, Selefi cihatçı yapılara yönelik güvenlik tedbirlerini ne yönde etkileyeceği önemli bir soru işareti.
‘İktidar kendi elini bağladı’
İslami hareketler üzerine çalışmalarıyla bilinen araştırmacı Faik Bulut’a göre, iktidar bundan sonraki dönemde Selefi yapılarla mücadele etmeye niyetlense bile güçlük yaşayacak: “Orduya yapılan operasyonlar pratikte çatışma alanına da yansıyacaktır. Mevcut siyasi iktidar zaten Selefi hareketlere karşı ciddi bir mücadele öngörmüyordu ancak bu gelişmelerden sonra mücadele etmeye niyetliyse bile bunu yapma olanakları kısıtlanmıştır. Cumhurbaşkanı ve Başbakanın İslami bağlamdaki popülist konuşmaları, bundan sonraki dönemde cihatçılara karşı önlem almak isteyebilecek güvenlik kuvvetlerinin de cesaret bulamamasına yol açacaktır. Suruç ve diğer katliamların planlandığından haber alan istihbaratçıların, önleme yapılmaması üzerine ciddi tereddütler yaşadığı kulağımıza geliyor. Mülki amirler de daha da İslamileşen söylem karşısında bu hareketlere karşı adım atamayacaklardır.” Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) Eski Müsteşar Yardımcısı Cevat Öneş ise Orta Doğu ve Türkiye’deki sıcak durumu anımsatarak şu uyarıda bulunuyor: “İç iktidar mücadelesinde, 2002’den itibaren ve özellikle de 2011’den sonra, sağ siyaset siyasal İslamcı yapı, halk oportünizmi ve halkı iktidar mücadelesinde araç olarak kullanmayı benimsedi. İktidar demokratikleşme ile laiklik ve hukukun üstünlüğünden yana tavır koymazsa güvenlik konusundaki benzer kabuslar kaçınılmaz.”